Dünyayı değiştirecek kelimeler aramakla geçti ömrüm hala arıyorum da! Aslında bu yolculuğun insanın kendi içine doğru olan yolculuğu olduğunu farkettim…
Bünyamin Zeran / Venhar
Koşarak nefes nefese geldi. Neydi onu telaşlandıran şey. Aklında ne vardı ne olmuştu da bu kadar acı içinde görünüyordu. “Babam öldü” dedi. İki heceli bir kelime ile tüm yangını başımdan boca etmişti. O ne demekti babalar ölür müydü tıpkı insanlar gibi! O gün derin bir sessizliğe büründüm. Rüzgar esse kırılır, dal kopsa çığlık atardım. Yalnızlık senfonisi hayatıma o gün dahil oldu. Artık dağların, ovaların tadı tuzu yoktu. Sanki bundan sonra her şey değişecekti ve artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı. Orta yaşını almış annem yüzüne daha gençken konan kırışıklıklarla derin düşünceler içinde acısını yüreğine hapsediyordu. Mağrur olmalıydı ki evlatları cesur olsun. Cesur ne demekti o kelimenin bile anlamı yoktu benim için. Annemin babamdan sonra benim en iyi öğretmenim olacağını nerden bilirdim. Zannederdim ki oğullar için babalar en iyi öğretmendir oysa babalar kadar hatta babalardan daha bir öğretmen olurmuş anneler. Annemin yanaklarını avuçlarımın içine alarak süzdüm onu. Yüzündeki tüm kırışıklıklara tek tek dokunarak onların hüzünlü hikayelerini hissettim içimde. Annem üzgündü. “Oğul bundan sonra yol çetin iyi hazırlanmak lazım” dedi. Bildim çetin ne demektir. Yıllar geçti, aylar geçti ama acılar hiç geçmedi. Küçükken insanın acıları da küçük olur derdi annem. “Acılar senle büyür oğul. Sen büyüdükçe o da büyür. Onları küçültmenin yolu Rabbine sığınıp tevekkül etmendir” derdi. “Çünkü kimsesizlerin tek kimsesi “O”dur” derdi. Yıllar geçti ömrümün o demleri hala belleğimde tüm canlılığını korumakta.
Dersler haricinde bir şeyler okumaya beni iten annemin dokunuşlarıydı. Babam bir gün ilçeden döndüğünde elinde Türkiye gazetesi vardı. Annem bu gazetenin her yazısı okunacak dedi. İşin ilginç tarafı kendisi ilkokul 3. Sınıf terkti ve okuması yazması hiç iyi değildi. İlk okuduğum yazılar o gazeteye aittir. Onun üzerine daha ne kadar okuduğumu hatırlamıyorum ama büyüdükçe annemin okuduklarımdan elde ettiğim birikimler sonucu başıma iş alacağımdan endişe ederek tavsiyelerini de dün gibi hatırlıyorum. Kaç evladını hastalık nedeniyle kendi elleriyle toprağa veren bir anne olarak geride kalanların yanında olmasını arzuluyordu. Ama hayat her şeyi savurmaya devam ediyordu. Annem beni severdi ve benden ümitvardı. Fakat benim kafam memleket meselelerini de aşıp dünyayı düşünmekle geçmekteydi. Zulüm, savaş, kan her tarafa sirayet etmişken böylesi bir ortamda nasıl yaşanacağını ne yapılması gerektiğini düşünmekle harcıyordum zamanımı. Sözcüklerle savaşıyordum. Giderek yalnızlaşan, daha çok hüzünlere gark olan ve her geçen gün uykudan uzaklaşan bir hal içinde oluyordum. Yaşamak ağrısı dedikleri şeye tutulmuştum. Çağın vicdanına seslenecek kelimeler peşindeydim. Vahyin bu kelimelerle insanlığa insanlık var olduğundan bu yana hitap ettiğini ilk farkettiğimde aradığım şeyi de bulduğumu farkettim. Farkında olmak farkındalık yaratmalıydı. Bu beni daha çok okumaya, düşünmeye ve etrafımdaki herkesle tartışmaya itti. Annemin korkularını anlayabiliyordum. Bir evlat daha kaybetmek istemiyordu. Fakat daha sonra yaptığım şeyler onun kaygılarını artırsa da bu yoldan dönmeyeceğimi anlamış olmalı ki sessizce kabul etti bütün olanları. Ben büyüdükçe annemin yüzündeki kırışıklıklardan bende de oluşmaya başladı, saçlarım yaşlılık aleviyle tutuştu. Tabii annem bu olanları görecek kadar yaşamadı. Olmak istediği yerde olamamış, kalmak istediği yerde kalamamış bir hüzünle terk etti dünyayı. Ölümünden bir süre evvel hastane odasında ellerimi ellerinin arasına alarak “oğul, anneler ölür tıpkı babalar gibi evlatlar geride kalır. Bazen evlatlar önce ölür ana-babalar geride kalır. Allah acınızı göstermesin. Ben bu hastaneden çıkamayacağım gibi geride kalanlara gücün yettiğince sahip çık” demişti. Evin en küçüğüne yüklediği sorumluluk bir yana bir daha oturup sohbet imkanım olmadı. En son gördüğümde bilincini yitirmiş bir halde buldum. O gün büyüdüm işte. Annelerin ölümü en az babaların ölümü kadar hatta daha da ileri düzeyde kimsesizleştirirmiş çocukları. Başını okşayacak ellerin olmadığı, tüm yaramazlıklarına rağmen sana gönlünün kapılarını sonuna kadar açan hüzün deryası gözlerin olmadığı sert bir dünyaya uyanırmış çocuklar. Acılar katlanır, büyür ama insanı da insan yaparmış. İşte o gün bildim bunları.
Acılar insanı pişirir derlerdi ama ben yaktığına da şahit oldum. Bir sac sobanın etrafında kümelenmiş annemizin mutfaktan (mutfak dedikse öyle dolapları olan, yerleri fayans döşeli, buzdolabı bir köşesinde diğer köşesinde bulaşık makinesi, mikseri olan cinsten değil toprak kokan odalardan tepeden güneşlendirmeli odanın orta yerinde dam tepemize düşmesin diye cerekle ayakta tutturulmuş bizim gibi ham çamurdan yapılmış toprak bir odadan) getireceği küp peyniri, tuluk yoğurdu ve sac sobada yapılan yufka ekmekle tereyağı ve peynirin buluştuğu o eşsiz ekmek gevreği evin tüm neşesini üst düzeye çıkarırdı. Kardeşler arasındaki ufak tefek kavgaları, atışmaları saymazsak mutluluk işte böyle bir şey derdim. İnsan mutlu olmak için mi yaşar huzurlu olmak için mi? Yıllar sonra sordum bu soruyu kendime. Annemin “oğul acılar seninle büyür” sözünü anımsadım. Öyle ise insan huzurlu olmak için yaşar dedim. Çünkü huzurlu insanın yaşadığı anda var olduğunu kavradım. Acılar içinde yaşayan insanın geçmişte yaşamaya devam ettiğini farkettim. Kaygılı insanın ise gelecekte yaşadığını… Huzurlu olmak rabbe sığınarak yaşadığım anda doğru cümleler kurmam gerektiğini, adaletli işler yapmam gerektiğini, bağışlayıcı olmak gerektiğini, yerine göre de kalp kırmam gerektiğini öğretti.
İncinmek mi incitmemek mi sorusunu sormadım kendime zira hayat yolunda incittim de incindim de. İnsan olmanın doğal koşulu gibidir bu. İncitirken yahut incinirken haklı ya da haksız olabilirsiniz bunun bir önemi yok. Zira yol halidir olur böyle şeyler. Önemli olan haksız olduğunuz durumlarda özür dileyebilmeyi tevbe edebilmeyi erdem haline getirebilmek olmalıdır. İnsan olmak sorumluluk duygusunu üstlenmekle başlar. İyi insan ya da kötü insan olmak bu sorumluluklara ne denli özenli davrandığımızla ilgilidir. Salih insan kötülüğü iyilikle değiştiren, düzelten insandır. Salih insan yaşadığı dünyayı anladığı kadar ıslah edici şekilde dönüştürmeyi, değiştirmeyi de becerebilen insandır. Yaşadığımız çağ ne yazık ki insani melekeleri en dibe doğru çekerken, beşer formunu zirveye taşıma gayretindedir. Doğal olarak çağ vicdanını da kaybetmiş durumdadır. Bu çağa söz söylemek kendini insan olarak tanımlayan herkesin üzerine bir borçtur.
Dünyayı değiştirecek kelimeler aramakla geçti ömrüm hala arıyorum da! Aslında bu yolculuğun insanın kendi içine doğru olan yolculuğu olduğunu farkettim. Dünyayı değiştirecek kelimeler aslında benim kendimi değiştirdiğim ölçüde değişen koşulları gösterdi bana. Tıpkı resulün Hira’dan çıkıp Mekke sokaklarına koşarak indiğinde dünyayı değiştirecek kelimeleri de yanında taşıması gibi. Allah’ın Adem’e öğrettiği kelimelerle insan sağlıklı dengeli bir dünya oluşturabilir ancak. İşte bu dengeyi muhafaza edebilenlere Allah mümin diyor. Bu dünya kötü kelimelerle de (İblis’in kelimeleri ile de) inşa edilebilir. Nitekim bu dünyanın şimdiki hali İblis’in kelimelerinin hakim olduğu bir dünyadır. Liberalizm, kapitalizm, şovenizm, sosyalizm vs…
Annemin babamın ölümünden sonra “oğul bundan sonrası çok çetin geçecek” sözü bu çağda ben de daha fazla makes buluyor. Zira Müslümanlar olarak daha cesur, daha gayretli ve sesimiz daha gür çıkmalı. Çünkü her geçen gün küfürle olan hasımlığımız daha bir çetin geçecek. Onların kelimeleriyle ördüğü yaşam biçimlerinin her türüne karşı eğitimden, sağlığa; sağlıktan ekonomiye ve ekonomiden din anlayışlarına kadar daha cesur, daha yetkin bir karşı cephe açmak zorundayız. Çünkü biz Adem’e öğretilen kelimelere vakıfız ve biz bu kelimeler sayesinde onlardan daha üstün bir yaşam biçimine iman ediyoruz. Mesele kendimize olan güvenimize sahip çıkma meselesidir. Biz insanlığı kurtuluşa götürecek yolu biliyoruz onlarsa bizleri ateşe çağırmakla meşguller. İman edenler olarak biz Allah’ın aziz kulları onlarsa müstağnileşerek kendi hevalarını ilah edinen Allah’ın zelil kullarıdır. Fıtratın gereği zelil olan aziz olana tabi olur. Eğer aziz olan zelil olana tabi oluyorsa aziz olan kendi izzetinin farkına varamamış ve bu yüzden henüz aziz olamamış demektir. Bir kişi bile olsa yeryüzünde iman etmiş olan o kişi dünya için umuttur. Zira o bir tohumdur ve toprağa düştüğünde binlerce başak olacaktır. Kafirleri öfkelendiren ve katından kurtarıcı yok mu diye ellerini semaya açmış nice erkek, kadın ve çocuklar için bir umuttur. Böyle bir umudu böyle bir ışığı kimin söndürmeye gücü yeter, Allah nurunu devam ettireceğini vadetmişken!
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *