Kasım Süleymani sonrası Orta Doğu’nun geleceği

Kasım Süleymani sonrası Orta Doğu’nun geleceği

Ali Hamaney’in deyimiyle “yaşayan şehit”, İranlılar bildiği lakabıyla “gölge komutan” olarak efsane mertebesine erişen Süleymani’nin kaybı, İran’ın bölgesel siyaset kapasitesinin derinden yara alması anlamına geliyor.

Mustafa Caner / AA

İran’ın en etkili askeri-siyasi figürlerinden Kasım Süleymani’nin 3 Ocak sabahı ABD’nin drone saldırısıyla öldürülmesi, kendisinden sonra Orta Doğu’yu neyin beklediği sorusunu gündeme getirdi. Bu sorunun temelinde, Süleymani’nin İran için olduğu kadar Orta Doğu’daki askeri dengeler açısından da kilit bir aktör olması yatıyor.

İran’ın sınır ötesi operasyonlarını yöneten Devrim Muhafızları’nın seçkin Kudüs Gücü’nün komutanı Süleymani (İran’ın ideolojik isimlendirmesiyle “direniş ekseni” denilen) Irak-Suriye-Lübnan hattındaki Şii milis kuvvetlerinin mobilizasyonu konusundaki en kritik isimdi. Bununla da kalmayıp Afganistan ve Pakistan’dan Fatımiyyun ve Zeynebiyyun tugaylarına Şii milislerin devşirilmesi ve bu milislerin Suriye ve Irak başta olmak üzere İran’ın bölgesel siyasetiyle uyumlu şekilde işlevsel hale getirilmesi de Süleymani’nin görevlerinin başında geliyordu. Dolayısıyla Süleymani’den sonra İran’ın bölgesel siyasetinin nasıl şekilleneceği, bölge ülkeleriyle ilişkilerinin vaziyeti, başta AB olmak üzere bölge dışındaki aktörlerin alacağı pozisyon ve ABD’ye verilmesi muhtemel cevabın bölgeyi nasıl bir denklemin içerisine sokacağı soruları anlamlı hale geldi. Bu sorulara isabetli yanıtlar verebilmek için, suikasttan önce ve sonra yaşananları, İran dış siyasetinin çeşitli veçhelerini içerecek biçimde, geniş bir bağlamda değerlendirmek gerekiyor.

Henüz hayattayken İran dini lideri Ali Hamaney’in deyimiyle “yaşayan şehit”, İranlılar ve İran’ı takip edenlerin bildiği lakabıyla “gölge komutan” olarak efsane mertebesine erişen Kasım Süleymani’nin kaybı, İran’ın bölgesel siyaset kapasitesinin derinden yara alması anlamına geliyor. Bu durum kabaca iki sebepten kaynaklanıyor: İlk olarak, her ne kadar İran’ın Orta Doğu vizyonu Süleymani’nin bireysel çabalarını aşan bir kurumsallıkla muhkem olsa da, onun temsil ettiği -Weberci tabirle konuşmak gerekirse- karizmatik otoritenin yeri kolaylıkla doldurulacağa benzemiyor. Bu durum, Humeyni’nin ölümünün ardından, onun kadar karizmatik olamayan Hamaney dönemine geçişin doğurduğu büyü bozumunu akla getiriyor. Benzer bir büyü bozumunun, sahadaki Şii milis ağı bazında yaşanması kaçınılmaz duruyor. Zira konvansiyonel savaşın asli unsuru olan düzenli ordu birliklerinin modern ve rasyonel süreçlere içkin tanımlanmış eylemlerinin aksine, milis kuvvetleri yüksek propaganda ve ideolojik motivasyonla eylemde bulunurlar. Hal böyle olunca, liderlerin imajları ve kişilik özellikleri önem kazanır. Bu sebeple, Süleymani’nin kaybının pratik ve sembolik sonuçları, İran’ın bölgesel nüfuzunun sınırlanması anlamına geliyor.

İkinci sebep ise ABD’nin Süleymani gibi üst düzey bir komutana suikast düzenlemekten imtina etmemesinin, İran’ın bundan sonraki hamlelerinde daha dikkatli olması sonucunu doğuracak olmasıdır. Çünkü ABD Başkanı Trump, İran’ın tarihi ve kültürel özellikleri haiz bölgelerini de kapsayacak 52 hedefin belirlendiğini ve herhangi bir İran saldırısı durumunda bu hedefleri vurmaktan çekinmeyeceklerini açıkça belirtti. Bugüne kadar “kontrollü gerginlik” stratejisi kapsamında Körfez’de gerilimi yükseltmekten çekinmeyen İran’ın, bundan sonra adımlarını çok daha dikkatli ve temkinli atacağı aşikâr. Ancak bu durum İran’ı çözülmesi zor bir ikilemle karşı karşıya bırakıyor; o da İran yönetici elitinin, rejimin itibarı ve varlığının sürdürülmesi açısından, ABD’ye mukabelede bulunmak zorunda olmasıdır. Fakat bu cevabı verdiği takdirde, ABD’nin çok sert ve yıkıcı yeni saldırılarıyla karşılaşıp rejimin varlığını ve ülkenin emniyetini daha da tehlikeye atma riski bulunuyor. Bu noktada İran yönetiminin içeride ve dışarıda iki paralel süreç işleteceği düşünülebilir.

Rejimin son yıllarda kaybettiği prestiji geri kazanma aracı olarak, Süleymani’nin ölümünü efsanevi bir anlatı haline getirip buradan moral-politik bir sermaye kazanmak, ilk etapta İran yönetiminin başvuracağı seçeneklerden. Pek çok şehirde gerçekleştirilen ve milyonların katıldığı görkemli cenaze törenleri, Kerbela anlatısının ve şehitlik kültünün Süleymani üzerinden yeniden üretimi, yas ve matem törenleriyle Batı’ya ve bilhassa ABD’ye yönelik kini diri tutmak, rejimin tahkim edilmesi açısından hayati öneme sahip. Süleymani’nin (farklı siyasal çevrelerin ve hatta rejim karşıtlarının bile üzerinde ittifak ettiği) bir İran ulusal kahramanı olması, halkın birliğinin sağlanmasını kolaylaştırıyor. Böylelikle rejimin ömrü uzamış oluyor.

İkinci olarak, İran’ın vekil kuvvetleri üzerinden ABD’ye Orta Ddoğu’nun çeşitli alanlarında dağınık saldırılar düzenlemesi gündeme gelecektir. Bu hususta en muhtemel çatışma bölgesi Irak olarak karşımıza çıkıyor. ABD cephesinde Irak’a yönelik askeri hazırlıklar, Irak parlamentosunun ABD’yi ülkeden çıkarma kararı, Haşdi Şabi güçlerinin ABD noktalarına şimdiden düzenlediği füze saldırıları, NATO’nun Irak’taki eğitimlerini durdurması, Ketaib Hizbullah’ın açıkça ABD’yi hedef alacağını söylemesi, Mukteda es-Sadr’ın Mehdi Ordusu’nu yeniden faal hale getirmesi gibi gelişmeler, Irak’ın savaş meydanı olmaya namzet olduğunu düşündürüyor. Ayrıca bu süreçte Bağdat yönetimi ile Erbil yönetimi arasındaki uyumsuzluğun siyasi gerginliğe evrilmesi riski de var. ABD Bağdat üzerinde baskı kurmak için Erbil’i kullanmaktan çekinmeyecektir. Irak dışında Suriye, Lübnan ve Körfez bölgesinde de gerginliğin sıcak çatışmaya dönüşmesi riski bulunuyor. Bundan sonraki süreç itibarıyla, vekil kuvvetler arasındaki savaşın, ABD-İran orduları arasında doğrudan bir savaşa evrilme riski artmış durumda.

Körfez tedirgin

Artan gerilimin en çok tedirgin ettiği ülkelerin başında Körfez’deki Arap ülkeleri geliyor. Saldırının hemen ardından gerçekleşen Katar Dışişleri Bakanı Muhammed es-Sani’nin Tahran ziyareti ve diğer ülkelerden birbiri ardına yapılan itidal çağrıları, Körfez’in alarma geçtiğini gösteriyor. Zira Körfez ülkelerinde bulunan ABD üsleri ve İran’ın Suudi Arabistan ve BAE başta olmak üzere Körfez ülkeleriyle problemli ilişkileri, bu ülkeleri muhtemel bir İran saldırısının hedefi haline getirdi. Söz konusu Körfez ülkeleri saldırıdan sonra ABD-İran geriliminin dozunun azaltılması için mekik diplomasisine başladılar. Bu ülkelerin, olası bir İran saldırısında Trump’ın kendilerini koruyacağından şüphe duymaları için yeterli sebebe sahip oldukları söylenebilir. Dolayısıyla İran’ın teskin edilmesi ve Süleymani suikastının istihbarat ya da eylem süreçlerine dâhil olmadıkları konusunda İranlı makamların ikna edilmesi için fazla çaba harcıyorlar. Körfez’in savaşın bir parçası olması, savaş sahasını genişletmenin dışında, dünya petrol arzına büyük darbe vuracağı için, petrol fiyatlarında ciddi dalgalanmalara sebep olacaktır. Yalnızca Süleymani suikastı bile petrol fiyatlarının yüzde 3 artmasına sebep oldu. Bu yüzden, süreç boyunca, petrol arzını önemseyen (Körfez ülkeleri dışındaki) aktörlerin de devreye girmesi beklenebilir.

AB ile ilişkilerin geleceği

ABD’nin nükleer anlaşmadan çekilmesinin ardından, İran AB ile anlaşmayı yürütmeye çalışıyordu. AB beklenildiği üzere İran ve ABD arasında arabuluculuk için tansiyon düşürme faaliyetlerine girişse de İran’ın sakinleştirilmesi zor görünüyor. AB Dış İlişkiler ve Güvenlik Politikası Yüksek Temsilcisi Josep Borrell İran Dışişleri Bakanı Zarif ile görüşüp İran’ı gerginliği artıracak adımlardan kaçınmaya davet etti. Almanya da bir taraftan arabuluculuk faaliyetlerinde bulundu. Ancak buna rağmen İran’ın 5 Ocak akşamı nükleer anlaşma kapsamındaki yükümlülüklerini askıya aldığını açıklaması, anlaşmanın ABD olmadan da sürdürülmesi ihtimalini sıfıra yaklaştırdı. Her ne kadar İran şeklî olarak hâlâ anlaşmanın içinde olduğunu söylese de, uranyum zenginleştirme üzerindeki tüm sınırlandırmaları kaldırarak anlaşmadan fiilen çıkmış oldu. Bu noktadan sonra İran’ın anlaşmaya geri dönme ihtimalinin bulunmadığını söylemek bir mübalağa olmayacaktır. İran’ın formel olarak anlaşmanın içinde kalmasının sebebi ise anlaşmadan ayrılmanın sorumluluğunu almak istememesidir. İran’ın anlaşmadan fiilen çekilmesinin ardından Fransa, Almanya ve İngiltere liderleri ortak bir açıklamayla İran’ı ve hususen Kudüs Gücü ile Kasım Süleymani’yi kınamışlardı. Dolayısıyla İran’ın ABD’yi AB ile dengeleme stratejisinde sona gelindi ve sonuç olarak İran uluslararası destek konusunda yalnızlaştığı bir noktada bulunuyor. Diplomatik izolasyona maruz kalan İran’ın Batı’ya karşı daha saldırgan bir dış politika izlemesi beklenebilir.

Türkiye ve diğer önemli aktörlerin duruşu

Türk Dışişleri Bakanlığı yaptığı açıklamayla bölgede suikastlara karşı olduğunu açık bir şekilde ortaya koydu. Bakanlığın açıklamasının ardından Cumhurbaşkanı Erdoğan da bölgeye dışarıdan müdahalelere karşı ilkesel tavrını hatırlatarak Süleymani meselesini de o çerçevede değerlendirdiklerini söyledi. Türkiye’nin ilkesel tavrının dışında, meseleye taraf olarak dâhil olması beklenmemelidir. Süleymani olayının tüm dünyanın dikkatini Orta Doğu’ya yoğunlaştırması, Türkiye’nin bir numaralı önceliği olan Doğu Akdeniz ve Libya meselesinde daha rahat hareket edebilme imkânını beraberinde getirmiştir. Türkiye önümüzdeki süreçte Libya’ya olan ilgisini daha da yoğunlaştıracaktır. Ayrıca ABD yönetiminin İran’a yoğunlaşması, bir süredir Türkiye aleyhinde yürütülen yaptırım siyasetinin de hızını kesecektir. Yine de ABD-İran gerginliğinin bölgesel yayılımı, bir noktada Türkiye’nin de pozisyon almasını gerektirecektir. Özellikle ABD ve İsrail’in Erbil (ve dahi PKK) üzerinden Irak’ta bir sözde bağımsız devlet projesini yeniden gündeme getirmeleri halinde, Türkiye de durumu değerlendirip ulusal çıkarları doğrultusunda gerekli adımları atacaktır.

Rusya ABD’nin bölgedeki varlığının artmasından duyduğu kaygıyla Süleymani suikastını kınamıştır. Süleymani ve Rus komutanlar 2015 yılından beri Suriye’de iş birliği içinde savaşıyorlardı. Rusya’nın sahada önemli bir müttefikini kaybetmesinin haricinde, ABD ile bölgede karşı karşıya gelme riski de düşündürücüdür. Çin ise meseleye enerji tedariki açısından yaklaşıyor. İran ve Körfez ülkeleri, Çin’in ana petrol tedarikçileri olarak hayati önem taşıyorlar. Bu bölgede yaşanabilecek bir enerji krizi Çin’i doğrudan etkileyecektir. Ayrıca ABD-Çin rekabetinin, bu anlamda Pasifik’e ek olarak Orta Doğu’ya taşınma ihtimali de söz konusu. Bu sebeple gerek Rusya gerekse Çin söz konusu gerilimin sürekli ve kontrolsüz bir sıcak çatışmaya dönüşerek bölgedeki ABD varlığının artması sonucunu arzu etmiyor. Özellikle Rusya’nın Suriye’deki kazanımları dikkate alındığında, savaşın o bölgeye sıçraması durumunda denkleme fiilen dâhil olma ihtimali söz konusu olacaktır.

[Mustafa Caner Sakarya Üniversitesi Ortadoğu Araştırmaları Merkezi’nde (ORMER) İran uzmanı olarak çalışmaktadır]

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *