Bir okurumuz, vefat eden yakınlarımızın ruhuna bağışlamak üzere Kur’an okunmasını, ayrıca, bir Müslümanın bir mezhebe bağlılığının uygun olup olmadığını sordu.
Ankara’dan bir okurumuz mektubunda aşağıdaki soruları yöneltti:
Soru 1: Vefat eden yakınlarımızın ruhuna bağışlamak üzere Kur’an okunmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Soru 2: Bir Müslümanın mezheplere bağlılığını veya herhangi bir mezhebin görüşüyle amel etmesini nasıl karşılıyorsunuz, buna gerek var mı?
Selamun aleykum
Değerli kardeşimiz!
1. Vefat eden yakınlarınızın ruhuna Kur’an okunması, bizim Selçuklu ve Osmanlı atalarımızın icat ve ihdas ettiği bir uygulamadır. Bunun Kur’an’da yerini bulmak imkansızdır. Kur’an ölmüş yakınlarımızın ruhuna okunmak üzere gelmiş bir kitap değildir. Esasında şöyle düşünecek olursanız, hiçbir vahiy kitabı böyle bir amaç için gelmemiştir. Son vahiy kitabı olarak Kur’an, yakınlarımızın ‘ölmüş ruhlarına’ değil, ölmemiş ruhlarına okunmak, tebliğ edilmek üzere gelmiştir. Kur’an ölü gibi olan kalpleri diriltiyor, taş gibi hatta taştan da katı, kaskatı kalplere hayat veriyor. O ölü kalpleri Ebu Bekir yapıyor, Ömer yapıyor, Hatice yapıyor, Ammar yapıyor v.d.
Bu gibi meseleler konuşulurken şöyle bir anlayışın oluşmasına vesile olmaktan da çekiniyoruz: Bir Müslüman ailesinde bir cenaze vuku bulmuşsa, orada peki Kur’an okumayalım da, ne yapalım? Başka din/inanç ve görüşte olan topluluklar gibi eğlence düzenleyecek, alkış ve ıslık çalacak değiliz. Ve şu da var ki, hüzünlü mümin gönülleri en iyi şekilde Kur’an tilaveti teskin etmektedir. Şu hâlde, cenaze evlerinde Kur’an okumamız yerindedir ama asla ölmüş insanların ruhları için değil, ölmemiş, orada, cenazenin başında ya da cenaze/taziye evinde bulunan insanların ruhları yani onların akıllarına, gönüllerine, bilinçlerine hitap etmek üzere Kur’an okumalıyız. Yapacağımız dualar tamamen Kur’an’dan olmalı ya da Kur’an’ın tasvip edeceği dualar olmalı.
Cenaze vesilesiyle veya başka bir vesile ile Kur’an okuduğumuzda mutlaka anlamını vermeli, mümkünse oradaki insanlara bu anlamı kısaca açıklamalıyız. Tabi, anlayış, ölenin ruhuna okumak olunca, okunuyor ve orada iş bitiyor. Ölenin ruhu okunan Kur’an’ı aldı mı, almadı mı bilmiyoruz(!) Ama mesele öyle değil de, bulunduğumuz ortamdaki bir tek kişi bile olsa Kur’an’ın anlamıyla tanışmasını hedeflersek, durum başkalaşmaktadır.
Ölen insanın ruhunun bizden Kur’an ya da başka şeyler beklediğine dair hafızamızda ne gibi bilgiler varsa bunların hepsini silip atmalıyız. Ölene değil ama dirilere, yaşayanlara mesaj vermemiz gerekiyor. Hiçbir nebî gidip de mezarda, toprak altında çürümüş bulunan insan iskeletlerine tebliğ yapmadı. Ama Kur’an’ı her fırsatta, yaşayan herkese okudu.
2. Öncelikle mezhep nedir ve niçin mezhep diye bir müessese oluşmuştur, onu kısaca ortaya koymak gerekir. Mezhep, İslam’ın farklı şekillerde anlaşılması, yorumlanması ve o anlayış doğrultusunda amel edilmesiyle ilgili olarak ortaya çıkmıştır. Bunu biraz daha basitleştirerek anlatalım: Rasulullah (a.s) hayatta iken Din’in bütünüyle sorumlusu oydu. Her soru ona soruluyor, her soran da alması gereken en özlü ve anlamlı cevabını alıyordu. Rasulullah’ın varlığı bütün ihtilafları bitiriyordu. O vefat edince bu anlamda büyük bir boşluk doğdu. Rasulullah hayatta iken, ondan duydukları her şeyi hemen anında tasdik eden Müslümanların her biri bir müçtehit (uzman) kesildi. Tabi bunda tamamen haksız da sayılmazlardı.
Yeni Müslüman olup çevre şehir, köy, kasaba veya ülkelerden gelip İslam cemaatine katılan kimseler haliyle sorularını sahabenin önde gelenlerine yönelttiler. Şayet o gelen insanlar kendi köy veya kabilesine/ülkesine geri dönmüşse, orada İslam hakkında en bilgili (uzman) kişi de o oluyordu. Böylece cemaat içerisinden, her soruyu değilse de bazı soruları bilen ve cevaplayan insanlar oluştu doğal olarak. İleriki yıllarda ya da asırlarda daha kurallı-müesseseli bir şekilde içtihat gelişti ve mezhepler oluştu. Sonuç olarak mezhep, İslam alimlerinin meselelere bakış ve çözüm önerisi farklılığı demektir.
Sizin asıl sorunuza gelecek olursak: Bir Müslüman bizzat kendisi Kur’an ve sünneti anlayıp anlam çıkartacak, kıyas yapabilecek, geçmiş içtihatlardan dersler edinebilecek ilmî bir birikime sahipse, hiçbir mezhebi takip etmek zorunda değildir. Ama yeryüzünde her şeyi bilen hiçbir insan yoktur. Dini iyi bilseniz, tarihi bilmezsiniz, tarihi iyi bilseniz, fizik-kimyayı bilmezsiniz. O halde insanlar birbirlerinin ilmine muhtaçtırlar. Bu durumda, hangi ilim dalı olursa olsun, bilmediğimiz hususlarda, bilen insanların görüşlerine başvururuz. Ama aynı insanın bir başka meseledeki görüşünü beğenmeyebilir, hatta kıyasıya eleştirebiliriz. Yani bir mezhebe bağlanıp, (adeta bir partiye üye olmak veya sadece bir liseye kayıt yaptırıp, sadece o lisede okuyabilmemiz gibi) her meselede o mezhepten olmak, yanlış da olsa onun görüşlerini eleştirmemek gibi bir durum İslam’da yoktur ve olamaz. Biz hangi meselenin çözümünü arıyorsak, o çözümü kim bulmuşsa, o meselede o kişinin mezhebindeniz demektir. (Tabi ki kafirlerin bilgi ve teknik buluşlarından yararlanırsak da, kafirlerin mezhebini benimseyemeyiz. O daha ayrı bir bahistir). Bir müslüman mesela Hanefi mezhebindenim diyorsa, bir hususta Hanefi mezhebini hatalı bulabilir ve o hususta İmam Malik’in görüşlerini daha isabetli bulabilir. Demek ki o meselede Malik’in görüşünü benimseyecektir. İlim Müslümanın yitik malıdır, nerede bulursa alır.
Allah Teala “Her bilenin üstünde bir bilen vardır” (Yusuf, 76) buyurmaktadır. Bizler de, bilen insanların ilminden faydalanırız ama hiç kimseyi allame/en büyük imam/masum imam/mutlak müçtehit gibi sıfatlarla anmayız. En önemlisi de şudur: Bir mümin her gün, her saat ilmini artırmaya çalışmalı, bunun için de ilmin menbaı olan Allah’ın Kitabı Kur’an’ı çok iyi bilmelidir.
İKTİBAS
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *