Nuri Pakdil’in kitaplarındaki, özellikle de tiyatro oyunlarındaki yazı dilinin okuyucularına kapalı ve soyut gelmesi, onun iç dünyasının karmaşık (=complex, karışık değil) yapısından kaynaklandığını belirtmek gerekiyor.
Nuri Pakdil’in Bakır Dönemi’ne İlişkin Notlar
İbrahim Eryiğit
“Cumhuriyet döneminde düşünce, kültür ve edebiyat dünyamızı şekillendiren, yön veren ve yön vermekle kalmayıp eyleme dönüştüren isimleri sayar mısınız?” deseler böyle bir listede kimler yer alabilir? Ben kendime göre şöyle bir liste yaparım. Listenin başına öncelikle Mehmet Akif Ersoy’un adını yazarım. Ardından Necip Fazıl Kısakürek gelir doğal olarak. Bu iki ismin vefatlarına kadar düşünce, kültür ve edebiyat tek bir damarda ilerlerken, onlardan sonra gelen kuşakta düşünce ve fikir hareketleri ile sanat ve edebiyat hareketleri şeklinde iki ana damar ortaya çıkıyor. Sebilürreşad ve Büyük Doğu dergilerinde söz konusu üç unsur iç içe iken, Sezai Karakoç’un Diriliş dergisi sanat-edebiyat ağırlıklı, Nurettin Topçu’nun Hareket dergisi düşünce ve fikir ağırlıklı dergiler olarak toplumda karşılık bulmuşlardır. Altmışlı yılların sonunda (Şubat/1969), mevcut kültür ve edebiyat ortamının damarlarına taze ve yeni bir kan gelir: Edebiyat Dergisi. 18 Ekim 2019 Cuma günü kaybettiğimiz Nuri Pakdil’in öncülüğünde çıkan Edebiyat Dergisi, özellikle geleceği öngören ve kuşatan dil politikası ile son derece özgün (klâs mı demeliydim?) duruşuyla edebiyat dünyamıza coşkulu bir soluk getirir. Kendine özgü bir bakış açısı ve geniş ufuk sahibi Pakdil, o zamanki ruh halini ‘Bir Yazarın Notları I’ adlı kitabında, “Bilincin mağarasıyla her gün yenilerim evrenselliğimi, okumadığım gün karanlıktayım…” cümlesiyle yansıtır.
Nuri Pakdil’in kitaplarındaki, özellikle de tiyatro oyunlarındaki yazı dilinin okuyucularına kapalı ve soyut gelmesi, onun iç dünyasının karmaşık (=complex, karışık değil) yapısından kaynaklandığını belirtmek gerekiyor. Genellikle, Biat I-II kitapları dışındaki kitaplarında bu durum hâkimdir. Özellikle, Paris’te yaşadığı dönemlerde Batı Edebiyatı akımlarından biri olan Sembolizm’den etkilendiği söyleniyor olsa da, Pakdil, zihin ve ruh yapısı gereği, sembolizm diye bir akım olmasaydı yine de yayımlanan 41 kitabında ve Edebiyat Dergisinde aynı üslupla yazardı bence. Herhangi bir konudaki düşüncelerini hemen ele vermeyen yapısı nedeniyle, yazılarını okumaya talip olanların ön çalışma gibi bir emek sürecinden geçmelerini ister. Okuyucusunu, sembollerin ve imajların çağrışımlarıyla düşünmeye sevk eder. Okuyucuların hayal dünyalarının hangi ufuklara dayandığını görmek ister sanki. Tekdüzeliği sevmez, tam tersine okuyucusunu her an şaşırtır. O yüzden okuyucu her an zinde olmak zorundadır.
Yazımın burasında, sözü iki perdelik Bakır Dönemi adlı oyuna getirmek istiyorum. Önceden söylemek istiyorum, bu oyun sahnelenmeye ne derece uygundur, bilmiyorum. Nuri Pakdil bu oyunu sahnelensin diye mi yazdı onu da bilmiyorum. Buna tiyatro senaristleri, yönetmenleri ve teknik ekip karar verebilir. Çünkü yazarın yazdığı metin siyah-beyazdır. Oyuncular, yönetmen ve teknik ekip bu metni renklendirir. Seyirciler de bu renkleri izlemeye gelir.
Bakır Dönemi adlı oyununda, zaman, İkinci Dünya Savaşı ile Üçüncü Dünya savaşı arası ve yer, İnsanın sinir sistemi. Kişiler ise Dilenciler, Garson, Köylü, Cellatlar, İşçi, Müşteriler, Balerin, Avcı ve Çiçekçiler olarak belirlenmiş.
Yaklaşımda İpuçları adlı ara başlıkta, tüm oyunculara dair notlar düşülmüş. Örneğin, Cellatlar hakkında, “Gözleri dışında her yerleri kara. Bir ucu ilmikli kalın sicimler boyunlarında kolye.” denilirken, Balerin hakkında, “Metafizik geyik” ifadesi kullanılmış.
Sonrasında sahne tasviri yapılır: “Cepheden görünen yerlerde, intihar edenlerin büyük boy fotoğrafları; intiharlarından sonraki hallerini gösteren fotoğraflardır bunlar. (…) Sağdaki yolun köşesinde bir kahve. Kahvenin kapısında, tam karşıdan okunacak biçimde, kahvenin adı: SONA EN YAKIN YER. (…) Masaların üzerinde birer vazo. Vazoların her birinde iki uzun tabanca. (…) Soldaki yolun tam karşı köşesi tabut yapımcısıdır. (…) Sahnenin zemini, tüm ülkelerin bayraklarını anıştırabilecek bir biçimdedir.”
Sahneye aniden bir koro çıkar ve hep bir ağızdan şarkı/marş söylemeye başlarlar: “…/ Bir de tabutlarını taşırlar/…/ Varıp taşa tapınırlar/…/ Topraktan durmadan koparlar/ Hızla kitaptan uzaklaşırlar/ Yalnız sömürüde ustalaşırlar/ Emeğin karşısındadırlar/ İnsanın karşısındadırlar/…”
Oyunun olay örgüsünde, intihar eden, cellatlar tarafından asılan, tabancalarla vurulan insanlar hakkında diyaloglar hâkim. İki dilencinin birbirleriyle konuşmalarıyla başlar oyun. Ardından Garson, Köylü, Kırmızı Kasketli Cellat ile Sarı Kasketli Cellat da konuşmalara katılırlar. Köylü sürekli yağmurun ve toprağın önemine vurgu yapar: “Neye baksam yorulur da toprağa baktım mı bir ışık toplanıyor gözümde. Cellatlarda bunu anlama yeteneği oluşmamış. Yoksa elleri titrerdi sanırım. (…) İnsan, son nefesini verirken, kirini cellatlara geçiriyor, kim bilir.”
Oyunun İkinci Tablosu’nda sahne tasviri şöyledir: “Işık kapının üzerindeki SONA EN YAKIN YER yazısının sözcükleri üzerinde, sırayla yoğunlaşır.
Bu cümle çok iri harflerle tabutların üzerlerine düşürülürken, mağazanın önündeki birkaç müşterinin tabutlara bakarak bir şeyleri not ettikleri gözlemlenir.
Garson, elinde bir demet çiçekle, sandalyeleri düzeltir.”
Kahvenin önünde, İşçi’nin, “İntihar etmeyi mi düşünüyorsunuz?” sorusunu, Birinci Müşteri (İrkilerek) şöyle cevaplar: “Siz bu fotoğrafları, gerçekten, intihar edenlere mi ait sanıyorsunuz? Ülkenin en ünlü ressamının karayergi fotomontajı bu.”
İkinci Müşteri (Atılarak), “Başkasını öldüren biraz da kendini öldürmüş sayılırmış ya; bu fotoğraflar da bunu duyumsatmak istiyor her halde” der. Müşteriler gittikten sonra, İşçi’den şu sözler duyulur: “(…) Birey birey düzelmeden bir araya gelmişiz, ne düzeliyor? Nedir değişen? Böyle.”
Oyunun ilerleyen zamanlarında, “Bir keklik gibi sekerek, tik tak tik tak tik tak, tam karşıdan görünür Balerin.” Balerin’in, İşçi ile konuşmalarının bir yerinde şöyle bir diyalog geçer: “Metafiziğin mi demek istiyorsunuz?” İşçi: “Nasıl çıkardınız?” Balerin: “Balede olağanüstü bir uyumu var sesle bedenin. Bu görünenlerin çok ötesine uçuyormuşum gibi gelir bana baledeki hareketlerim. Gizemli bir güç adeta kanatlandırır beni.(…) Gece eve geldim mi, eşyaları çok soğuk bulmaya başlarım. Kentler de öyle, hep eşya.”
Yazımın başında oyunun geçtiği mekânın, ‘İnsanın sinir sistemi’ olduğunu belirtmiştim ya, ben kendi adıma oyuncuların rollerini şöyle dönüştürdüm: Dilenciler: Ego/Nefs, Garson: İkramda bulunan herkes, Köylü: Saflık ve doğa, Cellâtlar: Ön yargılar, yok sayılanlar, İşçi: Hizmetçi ruh, çalışmak dışında bir şey yapmayan, Müşteriler: Üretilen ne varsa almak isteyen, Balerin: Estetik, sanat, Avcı: Akıl, zekâ (Ya av, ya da avcıdır insan), Çiçekçiler: Soyut ve somut güzellikler. Özellikle, ‘av olmak’; ‘İnsanın sinir sistemi’ni bozar. Aslında, ben, ‘Bakır Dönemi’ni hayatın her aşamasında yaşıyormuşum.
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *