İsmail Kılıçarslan: “Benim ‘çılgın gündelik politik dili boş verelim, değişmez sabitler üzerinden yükseltelim sesimizi’ deyip durmam bundandır.”
Yeni Şafak’taki köşesinde, 3 cümleyi bir araya getirerek bunun üzerinden bir durum değerlendirmesi yapıyor İsmail Kılıçarslan. “Üç cümlenin düşündürdüğü” başlığını taşıyan yazısında, Lütfi Sunar, Ercan Yıldırım ve Aliya İzzetbegoviç’e atıfta bulunan Kılıçarslan, “Modernle muhafazakârın kavgası cidden çok bereketsiz, zemini çoraklaştıran bir kavga…” cümlesine vurguda bulundu.
Tarafların, politikanın gündelik kısır diline esir olduğunu ancak bu esaretten de memnun olduklarına dikkat çeken Kılıçarslan artık neye başlayacaksak başlayalım diye yazdı.
Kılıçarslan işte o yorumu:
İlk cümle Lütfi Sunar’dan: “Türkiye’de çağdaş düşüncenin bahtsızlığı ya toptan değişme ya da toptan koruma ikilemine sıkışıp kalmasıdır. Modernleşme orantısız bir değişim talebiyle ‘fikri geleneği’ yıktı. Muhafazakârlık da korkuyla karışık bir koruma refleksiyle ‘bir fikri geleneğin’ oluşmasını engelledi.”
İkinci cümle Ercan Yıldırım’dan: “12 Eylül, Ülkücüleri, değer verdikleri devletin kendilerini dışlaması nedeniyle dini olana sevk ederken; Gezi ile başlayıp 15 Temmuz ile devam eden süreç İslamcıları dini grupların şerrinden devlete yönelerek kurtulmaya, yer yer Ülkücülüğe yönlendirdi.”
Üçüncü cümle Aliya İzzetbegoviç’ten: “İnsan olmak ve insan kalmak, Allah’a ve kendimize karşı sorumluluğumuzdur.”
Aliya’nın “insan olmak ve insan kalmak” derken “asıl olan güzel insan olmak şekerim” demediğini elbette anlıyoruz değil mi? O, Tanrı fikrine karşı gelişen, hatta Tanrı fikrinden nefret eden hümanizme sert şekilde vuruyor bu tespitiyle. İnsan olmayı “sorumlulukla” tanımlayan, üstelik bu sorumluluğu hem kendimize hem de Allah’a karşı hissetmemizi de bir “zorunluluk” olarak gören Aliya, basitçe şunu söylüyor galiba: “İdeolojiler dönüşür, sen uçuşu hatırla.”
Ne ülkücülük o ülkücülük, ne İslamcılık o İslamcılık, ne batıcılık o batıcılık, ne muhafazakârlık o muhafazakârlıktır artık.
İdeolojiler, bilhassa sosyolojinin getirdiği “zaruri dönüşüm” ile dönüştükçe dönüşürler ki bu, son derece normaldir. Hatta denebilir ki normal olmayanı dönüşmeyen, değişmeyen ideolojik yönelimlerdir.
Değişimini yakından takip ettiğim İslamcılık için Yıldırım’ın tespitleri mühim. Türkiye’de İslamcıların devletle barışmasının bazı olumlu yanlarının yanı sıra kimi trajikomik yanları da oldu. En son gelinen noktada “Yafes’in çocukları olan Türkler 15 bin yıldır Hanif dinine mensup oldukları için rahatlıkla diyebiliriz ki Allah Türkleri diğer milletlerden üstün yaratmıştır” diyerek kafayı cozlatan adamlara tesadüf eder olduk mesela. Türklüğü bir “duygu bütünlüğü” olarak ele alarak başlamıştı aslında mesele ki çok sağlıklı bir başlangıçtı. Şimdi birinci sınıf sofistike bir ırkçılığa göz kırpıp kendilerini “deli gibi yapan” büyük düşünürler(!) elinde can çekişiyor o yaklaşım. Süslü cümleler kurmaları içlerindeki küçük faşisti saklamalarına yetmez oldu. Üstelik bunu yazdım diye “aziz dost, anlamıyorsun Türklüğü, anlayamıyorsun” diyecekler. Yooo, gayet de anlıyorum. Tüm dünya Müslümanlarının, hatta tüm dünya mazlumlarının biricik umudunun Türkiye ve (elbette ırkî olarak değil) Türk Müslümanlar olduğunu anlıyorum. Ama sen bir ırk olarak Türk’ün kanında bulmaya başladın o umudu. Ben ontolojisinde, duygusunda bulmaya devam ediyorum.
Diğer yandan hiç şüphe yok ki İslamcıların bir başka trajikomik değişimi de “devlet mekanizmasına angaje olma” konusunda oldu. İslamcıların büyük çoğunluğu bütün yapısal/toplumsal taleplerinden vazgeçmiş görünüyor. Faiz karşıtlığı, İslam birliği, antiemperyalizm ve benzeri talepleri “kendi düşünsel alanlarında” ilerletmek yerine “devlet çözer” kadüklüğüne değin ilerlediler. Tarihsel bir zorunluluk olarak devletin yanında durmakla devletin geliştirdiği dile teslim olmak arasındaki farkı anlamlı bulmayı bıraktılar. Bu da beraberinde muazzam bir “tıkanma” getirdi.
İşte geldik Sunar’ın tespitine. Modernle muhafazakârın kavgası cidden çok bereketsiz, zemini çoraklaştıran bir kavga… “Şarkının başka bir sesten okunması” fikrine ilerlemezsek Türkiye bu kavgadan hiçbir şey elde edememeye devam edecek.
Doğrusu bu konuda, yani “şarkının başka bir sesten okunması” konusunda son derece umutsuzum. Bu yerleşik ve bereketsiz kavganın kendilerine getirisinden memnun çünkü Türkiye’de taraflar.
Benim “çılgın gündelik politik dili boş verelim, değişmez sabitler üzerinden yükseltelim sesimizi” deyip durmam bundandır. Gündelik politikanın kısır dili Türkiye’deki bütün tarafları esir almış durumda. Üstelik taraflar bu esaretten çok memnun.
Bu çoraklıktan bir cacık çıkmayacağını kabule yanaşarak başlasak mı artık neye başlayacaksak…
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *