Atasoy Müftüoğlu ile Nuri Pakdil konulu sohbet

Atasoy Müftüoğlu ile Nuri Pakdil konulu sohbet

Müftüoğlu: ‘Nuri Pakdil’i sürekli huzursuz eden bir şey var. Nedir? İslam’ın belirleyici ve tayin edici olmadığı bir toplumda yaşıyor olmaktan kaynaklanan bir huzursuzluk.’

Dünya Bizim sitesinden Rüveyda Durmaz Kılıç, Atasoy Müftüoğlu ile Nuri Pakdil üzerine konuştu..

Kılıç’ın sunumu ile işte o söyleşi:

Atasoy Müftüoğlu’nu Eskişehir’deki bürosunda ziyaret ettik. Bizi, kucaklayıcı bir tavır ve yüksek bir nezaketle karşıladı. Kendisiyle, Nuri Pakdil merkezli bir söyleşi yapmak istiyordum. Birbirini besleyen, büyüten bu iki değerli ismin birlikte okunması gereğine inanıyorum. Umduğumdan daha fazlasını bulduğum söyleşinin bir kısmını paylaşıyorum.

Atasoy Müftüoğlu, kavramları yenileyen, karakteristik özelliğiyle inandıklarını, konuştuklarını yaşayan, Türkiye’nin geleneksel dini düşüncesini tamamen dışlamadan ama eksikliklerini fark ederek, evrensel, bütüncül, tevhid merkezli bir İslam öğretisinin gereğini vurgulayan, muhtevasız, kalıplaşmış ve kemikleşmiş muhafazakarlığı, konformizmi, statükoyu reddeden; mezhep, cemaat, parti üstü düşünen, insanı önyargılarından arındıran ve yol belirleyen değil, yol gösteren bir ufuk adamıdır. Kendisini ziyaret gelenlere “Bize değil, kendinize gelin” çağrısı yapıyor ve “kimseyi efsaneleştirmeyin zira buna mahkûm olursunuz” uyarısını sıklıkla tekrarlıyor. Ayrıca misafirine bizzat kendisi hizmet ederek, bizi etkiliyor, bize örnek oluyor. İyi bir Atasoy Müftüoğlu okuru, mutlaka onunla tanışmalı ve onun kuşatıcı ilminden faydalanmalıdır. Yanından kucak dolusu hediye kitap ve unutulmaz, özel bir hatırayla ayrıldım.

Nuri Pakdil’le aranızda kıymetli bir bağın, ilişkinin olduğunu biliyoruz. Pakdil’i ilk olarak nasıl tanımaya başladınız?

1970 yılların başında genç öğrencilerle Deneme dergisini yayınlıyorduk. Oradan pek çok değerli isimler yetişti. O zaman Ankara’da Edebiyat dergisi yayımlanıyordu. Ankara’ya giderek önce Rasim Özdenören Bey’le 1971’de tanıştık, kendi dergimizi takdim ettik. Nuri Pakdil ile tanışıklığımız da aynı döneme rastlar. Kendisiyle Necatibey’de bir kahvehanede buluştuk. Hem çalışmalarımızdan söz ettik, hem de hasbihal ettik. Aramızda çok ciddi, kalbî, zihinsel bir yakınlığın, akrabalığın olduğunu gördük. Bende Edebiyat’la ilgilenilmesi lazım gelen bir yakîn hasıl etti. Çünkü Türkiye’nin o dönemde yeni bir dile, tarza, üsluba ihtiyacı vardı. O yeni dilin, yeni tarzın, yeni başlangıcın temsilcisi sayılan Sezai Karakoç, Rasim Özdenören, Nuri Pakdil ve arkadaşlarıyla ilgili içsel bir tatmin içindeydim ve bu amaca yönelik olarak tüm Türkiye’yi kendi imkânlarımla dolaştım. Daha çok gençlerle o yeni dilin gereği üzerine konuştum.

Edebiyat için; her alanda statükoyu sorgulayan, geleneksel klişeleri aşan, devrimci bilinç, evrensel duyarlılık, bütünlüklü bir hayat ve edebiyat anlayışı taşıyan bir dergi diyorsunuz. Edebiyat dergisinin konumundan ve katkısından bahseder misiniz?

O zamana kadar kullanılan dilin düşünürler, şeyhler, mübeşşirler, mübelliğler, üstatlar nezdinde de olsa, İslam’ın daha çok folklorik, kişisel boyutlarıyla ilgili olduğunu görüyordum. Mehmed Akif’i istisna tutarak şunları söylemek istiyorum. Mehmed Akif temel sorunları, yapısal sorunları şiirinde tartışıyor. Akif’in açtığı o yol artık gereği gibi sürdürülmüyor. Şeyh Cemâleddin gibi, Muhammed İkbal gibi isimleri Türkçe’ye kazandıran, tartışan Mehmed Akif’tir. İkbal’de Avrupa felsefesi bağlamında etkilenmeler görülse de, bu yapısal sorunları tartışmaya cesaret edenlerden birisidir. Eklektik bir yaklaşımla da olsa, şiiriyle geleneksel, yerel tarzı ve ufku aşma cesareti gösteriyor.

Ben de o zamana kadar bahsettiğim zevatın hepsini tanıdım. Üstâdlarımız maneviyatçı, gelenekçi, coğrafyacı bir dil kullandılar. Örneğin toprağı, milliyeti takdis ettiler. Necip Fazıl’da bile ‘Türk’ün ruh kökü’ diye başlayan tanımlamalar vardır. Sezai Karakoç’la bu tanımlar yerini daha çok İslamcı, ümmetçi bir perspektife bırakıyor. Tarih, bütün bu iyi adamların bir şekilde zihinsel sömürgeye maruz kaldıklarını gösteriyor. Ayrıca Sezai Karakoç, Rasim Özdenören ve Nuri Pakdil’in bağlamları birbirinden farklıdır.

Nuri Pakdil’in nevi şahsına münhasır bir yanı var. Pakdil’de bütün bunlarda gördüğümüz özelliklerin dışında öfke ve infial hali var. Mesela hiçbirimiz sokakta yürürken herhangi bir fuhşiyât veya münkerâtla ilgili yaşadığımız infial duygusunu kolaylıkla paylaşmayız. Bir gün Nuri Bey’le yürürken Kızılay’da İzmir caddesi üzerinde, kırmızı ışıklarda yoğunlaşma oldu. Yanımızdaki fötr şapkalı, kravatlı bir bey kendi kendisine “ışıklar bozuk galiba” dedi. Birden Nuri Bey derin bir öfkeye kapılarak, “Beyefendi her şey bozuk ve bunun somut kanıtı zat-ı âlinizin başındaki fötrdür” dedi.

Mesela Sezai Bey, Rasim Bey bin sene bu tavrı göstermez. Çoğu insan, tepki göstermek bir yana, bütün bunların sistemin bozukluğuna ilişkin bir şey olduğunu dahi düşünme ihtiyacı duymaz. Bu açıdan Nuri Bey’de bir öfke vardır. Bu öfke anlık bir öfke değil, sürekli yaşadığı bir acının tezahürüdür. Onu sürekli huzursuz eden bir şey var. Nedir? İslam’ın belirleyici ve tayin edici olmadığı bir toplumda yaşıyor olmaktan kaynaklanan bir huzursuzluk. Yani kapitalist, seküler, liberal bir sistemde yaşıyor olmanın verdiği acı. Pakdil hayatını o acı, öfke üzerine kurmuştur. Bunu aşabilmek için yeni bir dilin, behemehal hayati bir zorunluluk olduğu kanaatine varmıştır. Bunun da en güzel yol ve yöntem olarak edebiyatla olabileceğini düşünmüştür. Yazıları ve şiirleri hem öneri, sorgulama, öfkedir ve aynı zamanda tarzdır. Kendisinin “klas duruş” olarak tanımladığı bir tarz.

Nuri Bey’in sözünü ettiğim isimler arasında ayrı bir yeri vardır. Zühd sahibidir o. Zâhid olmak ayrı bir şeydir. Zâhid olmak yani Allah’ın koyduğu bütün sınırlara harfiyen uyarak yaşamaktır. Nuri Bey’de zühd, bütün gemileri yakmakla tezahür etmiştir. Pakdil’in dediği gibi bunda bir abartı yoktur.

Mülkiyet konusunda Pakdil ile aynı mevziden baktığınızı düşünüyorum. İnsanın eşyayla olan ilişkisini şöyle ifade ediyorsunuz: “Maddi yararlarımızı temin eden unsurları, manevi yararlarımızı yitirme pahasına muhafaza etmekteyiz” ve “eşya töresini bozmak, insan için soylu bir uğraş olmalıdır” diyerek çözüm önerinizi yapıyorsunuz. Pakdil’in sıklıkla vurguladığı kirli mülkiyetin çözümü, paylaşmak ve yalın olmaktır. Cömertliğin insandaki diri ve çoğaltıcı yanını hatırlatarak vicdanla irdelenmiş mülkiyetin ancak böyle kirinden arınacağını söylüyor. Mülkiyet konusundaki ortak yaklaşımınız nedir?

Mülkiyet tartışmaları tarih boyunca Müslüman zihinleri ilgilendirmiş. Varoluşun idraki içinde olanlar için, mülkiyet ikincil bir konu olmuştur; hayati bir sorun olmamıştır. Lüks, debdebe, ihtişam ve sefahate tevessül etmemek ve ahlaki, hukuki yükümlülükleri yerine getirmek kaydıyla bir Müslüman mülk sahibi olabilir. Ama bu sınırları belirlemek çok önemlidir. Ben bütün bu sınırlara dikkat edeceğim diye yola çıkan pek çok insanın, bu mülkün tutsağı haline geldiğini görüyoruz.

Nuri Pakdil, böyle bir imkân olduğu halde buna tenezzül etmeyen insandır. Babasından kalan mirası elinin tersiyle itecek kadar mülkiyetten uzak bir ilişkisi vardır. Ankara’da onunla evinde soğan-ekmek yiyerek günlerimizi geçiriyorduk. Paramız olsa da yine yiyeceğimiz buydu. Bir gün 10 saat kadar birlikte yürüdük, Hacı Bayram’a kadar geldik. Orada yarımşar simit yememizi önerdi ve bir simit yersek dünyadaki açlardan sorumlu olacağımızı söyledi. Bunu fiilen yaşadığı için söylüyorum. Sonra akşam eve geliyoruz. Pakdil masanın üstüne pat diye vuruyor, soğanı ikiye bölüyor ve çeyrek ekmekle ‘soframız hazır efendim’ diye bize sesleniyor. Günlerce gözyaşları içinde soğan ekmek yedik, çünkü soğanlar acıydı efendim. Yemeğimiz buydu.

Pakdil bunu ilke, davranış, incelik, ahlak haline getirmiş bir adam. Sürekli olarak da Allah’ın bize tahmil ettiği sorumlulukları gereği gibi yerine getiriyor olup olmamakla ilgili kaygılanan bir adam. Dolayısıyla mülke karşı hiçbir zaman ilgisi olmadı, ihtiyaç duymadı, istiğna hali içinde yaşadı. O, bunun mümkün olduğuna inanıyor. Biz bugünün tarihinde İslam’ın yeniden hayatı, toplumu dönüştüremeyeceği gibi ruh hali içindeyiz. Bunun mümkün olmayacağını düşünüyoruz. Canhıraş şekilde hayata katılıyoruz. İslami bir programımız yok, projemiz yok; vizyon üretmiyoruz, öneri paketimiz yok. Dolayısıyla Nuri Pakdil bunun mümkün olacağına inanıyor.

Pakdil’in İslam’a karşı özgüveni hiçbir zaman sarsılmamıştır. Müstağni olmak insanı özgürleştiriyor. Nuri Pakdil nihai tercih yapan bir isimdir. Nihai tercihinin bütün sorumluluklarını yüklenme liyakatine sahip bir adamdır.

Nuri Pakdil’in devrimci yanıyla ilgili neler söylemek istersiniz?

Dini hayat İslami cemaatler, cemaat liderleri aracılığıyla eksiksiz bir şekilde vulgarize edilmiştir. Dini hayat menkıbelerle, efsanelerle, rüyalarla yürüyor. Dini hayat ölçü ve ilkeleri, kalabalıkların, güruhun, sayıların hoşuna gidecek bir noktaya getirilmiş. Nuri Pakdil ilk defa popülizme, mitolojikleştirmeye, masal-menkıbe unsurlarına ihtiyaç duymayan bir çaba koymuştur ortaya. Bu bir mazhariyettir. Bu güzel bir başlangıçtır. Pakdil’in nihai tercihi yapıyor olması çok değerlidir. Kendi kuşağında hiç değilse bunu yapmayı başarmıştır.

O dönemde devrim sözünü telaffuz etmeye cesaret edendir Pakdil. Bunu konuşmak zorundayız. Devrim, modern zamanların aydınlanma sonrası tarihinin bütün putlarıyla hesaplaşma anlamına geliyordu. Yenilenme ile alakalıdır. Nihai tercih yapmadığımız için sıradanlaşıyoruz; hatta yapmayacağımız için sürünün bir parçası halline geliyoruz. Nihai tercih yapmak etiketlenmeyi, marjinalleşmeyi, yalnız kalmayı, damgalanmayı göze almaktır. Nuri Pakdil’de kendisini yansıtmayan birçok damga var; beni yansıtmayan bir sürü damgayla mâlulüm ben. Hiç kimse gelip benle bunları konuşmaz. Nuri Pakdil sayıları çoğaltmak için yazmamıştır. Nitelikleri çoğalmak için yazmıştır; nitelikler için yol göstericidir hatta niteliksiz sayılardan rahatsız olur. Bu seçkincilik demek değildir. Seçkincilikte kibir, tekebbür, egomanyaklık vardır. Burada o yoktur. Nuri Pakdil niteliklere hayrandır ve nitelikleri tebcil eder.

Nuri Pakdil Batılılaşma kavramını farklı bir şekilde ele almakta. Batılılaşmayı yabancılaşma olarak kabul etmekte ve insanın fıtratından kopması, kendi uygarlığına sırt dönmesi olarak yorumlamaktadır. Bu nedenle Pakdil ‘eve dönün’ çağrısında bulunur. Sizin de Batılılaşma/ modernleşme konusunda ufuk açıcı yorumlarınız var. Bu konuya Pakdil’le aynı noktadan mı bakıyorsunuz, yazılarınız birbirini bütünlüyor mu?

Nuri Pakdil’le modernleşme konusunda görüşlerimiz tam olarak uymuyor. Nuri Pakdil, modern olmayı bir tür yenilenme olarak alır ve zorunlu görür. Ben ise modernleşmenin bir ideolojik çerçevesi olduğuna inanırım. Yani sömürgeleşme, emperyalizm, oryantalizm, bütün bunlar modernleşme ile alakalıdır. Pakdil Batılılaşmaya, modernleşmeye farklı anlamlar yükler; onun için eve dönüşten bahseder.

Şu anda zihinsel olarak içinde bulunduğumuz hayatın konumunu dikkate alarak soruyorum: Biz içerde mi yaşıyoruz yoksa dışarıda mı? Her türlü yabancılaşma ile imtizaç etmiş bir şekildeyiz. Seküler bilginin iktidarını kabul etmiş durumdayız. Biz hem Müslüman, hem kapitalist, hem seküleriz. Bu tuhaf bir karışım ve bu tuhaf karışımın mağdurlarıyız. Modernleşme, Batılılaşmadan kaynaklanan konumumuzu, maruz kalma olarak görüyorum. Maruz kalmaktan daha feci bir akıbet yoktur.

Bizim en büyük felaketimiz maruz kalmayla ilgilidir. Bizim serencamımız, hikâyemiz kolay anlatılabilecek bir hikaye değil. Biz ne Batı’yız ne de Doğu’yuz. Biz âraftayız; biz ne cennetiz ne cehennemiz. Çünkü biz kendimize ait değiliz. Kendimize ait ne olan varsa ayrıldık; bir irtihalgâhımız yok. Bazı durumlarda gerçek bir Batılı olmak bile mazhariyet olabilir çünkü Batı düşüncesinde çok ciddi bir eleştirellik var; İslam’ın kendisinde var ama geleneğimizde yok. Geleneğimizde itaat ve sadakat var, bunun dışında bir şey bilmiyoruz dolayısıyla kopya ediyoruz. Biz moderniteyi de, geleneği de kopya ediyoruz. Gerçek Batılı olmak demek hiç değilse özeleştirel bir farkındalığa sahip olmak demektir. Kısacası Batı bütünüyle kötü değil, Doğu da bütünüyle iyi değil. Biz Müslümanlar olarak ikili karşıtlıklara göre değil, bütün insanlık ölçeğinde düşünmekle sorumluyuz. İkili karşıtlık, modern zamanların icadıdır. Doğulular Batı’ya göre, Batılılar da Doğu’ya göre kendini konumlandırıyor. Bizim serüvenimiz, maceramız Batı’yı bütünüyle reddetmek, Doğu’yu bütünüyle aklamaktır.

Nuri Pakdil’in, sanatsal dikkatinde köylülükten hoşlanmadığını biliyoruz. Pakdil’in köylülükten kastettiği nedir? Anadolu insanını bu kadar seven, emek vurgusunu sıklıkla yapan Pakdil, hangi açıdan köylü olmayı eleştirmiştir?

Nuri Pakdil müthiş bir kentli adamdır. İslam medeniyeti gibi bir klişe var. Siz medeni değilken; hâlâ milliyet, toprak, mezhep merkezli bir dil kullanıyorken nasıl bir medeniyet kuracaksınız. Anadolu toprağı, Anadolulu kutsaldır diyorsunuz, peki Trakyalı şüpheli midir? Hâlbuki bütün yeryüzü Allah’ındır. Neden bir Batılı düşünür, bütün dünyanın ilgisini çekebilecek filozofiler üretebiliyorken, Müslüman düşünürler bir mezhebe, millete, bir yoruma, bir mekâna takılıp kalıyor? Tek akla, tek mezhebe, tek bağlama, tek etnisiteye, tek yoruma kapanıyorlar? Bundan daha büyük bir ilkellik olabilir mi?

Kentli olmak, medeni olmak demektir. Bütün farklılıkları reddetmek yerine, ortaya çıkarmak; tarihsel, kültürel, felsefi, hikemi nedenleri anlamaya çalışmak demektir. Hicret, kente gidişin adıydı ve siyasal bir yürüyüştü. Bunları aşan bilince ihtiyacımız var. Nuri Pakdil, bu bilince atıfta bulunuyor. Kendisini yerel, etnik, folklorik romantizme hapsetmiyor.

Nuri Pakdil, 31 Aralık 1984 tarihinde Edebiyat dergisinin yayınlarına dikkat çekici bir eylemle son vererek, kamyon dolusu dergi ve kitapları bedava olarak insanlara dağıtmış ve 13 yıl süren sükût dönemine geçmiştir. Pakdil bu dönemiyle ilgili olarak “sükûtu seçtim ama hiç susmadım” diyor. Bu dönemin tanıklarından biri olarak Pakdil’in hangi amaç ve duygularla bu eylemi gerçekleştirdiğini anlatır mısınız? Ayrıca bu dönemde kendisiyle görüşür müydünüz?

Edebiyat dergisi bürosunu insanlar bir ziyaretgah, bir türbe gibi ziyarete geliyordu fakat kimse sorumluluk almıyordu. Nuri Pakdil için incelik önemli bir haslettir. Nuri Pakdil, birçok muhatabını uyarmadan bazı şeylerin yapılmasını isterdi. Mesela paket yaparken bile herhangi bir şekilde paket yapmak onu rahatsız eder. Pakdil muhataba saygıyı esas alır.

Nuri Pakdil baktı ki edebiyat bağlamında bizim camiamızla bir yürüyüş gerçekleştirmek mümkün değil. Zaten geleneğimiz edebiyatı sevmiyor. Hâlbuki Kur’an ‘en güzel şekilde anlatın’ buyuruyor. İslam’ın ilk dönemlerinde camilerde edebiyat kürsüleri var, Beyt’ül Hikme’de edebiyat adamları yetiştiriliyor. Nuri Bey, bu tavra katlanamadı. Biz o dönemde çok sınırlı görüştük. O çok özel bir dünya kurmuştu. Kimsenin o iklimi, sükutu bozmasını istemiyordu. Beni hiçbir zaman mahruma terk etmedi; o mazhariyete sahibim çok şükür.

Nuri Pakdil’in hangi eseri sizin için özel bir yere ve anlama sahip?

Nuri Pakdil’in bütün kitaplarını, bir kitap olarak düşünüyorum. Bunların hepsi birbirini tamamlayan eserler, çünkü biz bir konu üzerinde çalışmıyoruz. Ben bir sorumluluğu yerine getiren insan olarak varım. Ümmetin bütün renklerine sonuna kadar açığım, bütün bu renkleriyle tanıştım, İslam coğrafyasını dolaştım, farklılıkları sorun haline getirmedim. Bizim “Bize değil, kendinize gelin” çağrımız var. Hiç kimseyi takdis, etmeyin, efsaneleştirmeyin, eğer bunu yaparsanız buna mahkûm olursunuz. Bütün dünyayı okuyun fakat bir şartla; eleştirel ve seçici bir dikkatle.

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *