Genç ve tecrübesiz bir kadronun ülkenin de-facto yöneticisi haline geldiği bu süreçte BAE Prensi Zayed ile Trump’ın baş danışmanı Kushner gibi isimler, bu tecrübesiz kadroyu kendi politik amaçları için etkili bir şekilde kullandılar.
Orta Doğu’da oyun değiştirici hamle olarak ARAMCO saldırıları
Dr. Necmettin Acar / AA
Suudi Arabistan 14 Eylül 2019’da, tarihinde görülmemiş bir saldırı ile karşı karşıya kaldı. Ülkenin milli petrol şirketi Suudi ARAMCO‘ya ait iki tesise o cumartesi günü yerel saatle 04.00’te çok sofistike ve kimliği belirsiz bir saldırı gerçekleşti. Bu tesislerin Suudi petrol üretiminin yarısından fazlasını (5,7 milyon varil/gün), küresel petrol üretiminin ise yüzde beşini tek başına sağlıyor olmasından dolayı saldırılar, bölgesel ve küresel alanda şok etkisi yaptı.
Bu saldırıların hemen peşinden hem Suudi yetkililerin hem de ABD’li üst düzey yetkililerin saldırılardan İran’ı sorumlu tutması ve saldırıları “savaş sebebi” olarak tanımlaması Körfez bölgesinde sıcak çatışma ihtimalini de beraberinde getirdi. Saldırıların Suudi Milli Günü’nden (23 Eylül) ve Birleşmiş Milletler 74. Genel Kurul Toplantısı’ndan (17-27 Eylül) çok kısa bir süre önce meydana gelmesi İran’a yönelik ABD öncülüğünde bir misilleme ihtimalini de kuvvetlendirdi. Tüm bu süreçte Veliaht Prens Muhammed bin Selman’ın Kaşıkçı cinayetinde kısmen de olsa sorumluluğunu kabul etmesi, Cidde’de bulunan Haremeyn tren istasyonunda çıkan yangında istasyonun tamamen yanması ve Husilerin binlerce Suudi askerini teçhizatları ile birlikte esir aldıklarına dair görüntüler, Suudi Arabistan’da önemli gelişmelerin yaşanacağının başlıca işaretleri oldu.
Irak’ın İran ve Suudi Arabistan arasında arabuluculuk için çaba sarf ettiği son günlerde Veliaht Prens Muhammed bin Selman’ın, “İran’la sorunların çözümünde siyasi ve barışçıl yolların, askeri yoldan daha iyi” olduğunu belirtmesi Suudilerin dış politikalarında radikal değişikliklere gideceklerinin habercisiydi. 1 Ekim tarihinde İran hükümet sözcüsü Ali Rabiei’nin, “Suudiler İran Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani’ye iletilmek üzere başka ülkelerin liderleri üzerinden mesaj gönderdi” ve El-Cezire televizyonuna konuşan İran Meclis Başkanı Ali Laricani’nin, “Biz, bin Selman’ın Tahran’la ihtilafları diyalog yoluyla çözme isteğini içeren açıklamasını memnuniyetle karşılıyoruz; İran’ın kapıları açıktır” şeklindeki açıklamaları bölge politikasında beklenmedik bir değişimi haber vermekteydi.
Suudiler güç sarhoşluğundan uyanıyor
Kral Abdullah’ın öldüğü 2015 sonrası dönemde Suudi Arabistan’da başlayan Selman dönemiyle birlikte ülkede yönetim kademelerinde teamüllerin ötesinde bir takım değişiklikler yaşandı. Bu dönemin genel karakteri genç, tecrübesiz ve hırslı bir kadronun ülkede yönetim kademelerinde hızla yükselmesi oldu. Suudi yönetiminde hızla yükselen bu genç ve tecrübesiz kadrolar, son dönemde yaşanan bölgesel ve küresel gelişmeleri doğru okuyamadığı için ülkeyi askeri endüstriyel kapasitesini aşan riskli maceralara sürüklediler.
Arap Baharı sürecinde takip edilen ve ülkenin askeri endüstriyel kapasitesini aşan iddialı ve müdahaleci dış politika Suudi Arabistan’da bir süredir tartışılmaktaydı. Özellikle Yemen savaşında yaşanan başarısızlıklar hem iç kamuoyunda hem de dış kamuoyunda yönetimin itibarına çok önemli darbe vurdu. Savaşın başladığı 2015 yılı itibarıyla 200 bini aşan asker mevcudu ve dünyanın savunmaya en fazla para harcayan üçüncü ülkesi olan Suudi Arabistan’ın, Yemen nüfusunun yüzde 5’inden daha az bir kesimini temsil eden ve silahlı militan sayısı 30 bini bulmayan Husiler karşısında başarısız olması ülke savunma ve güvenliği üzerindeki endişeleri derinleştirdi. Bu süreçte Suudilerin toplu cezalandırma amacıyla Yemen’deki sivil yerleşim alanlarına düzenledikleri saldırılar, çok sayıda sivilin bu saldırılarda hayatını kaybetmesi ve Yemen’den uluslararası kamuoyuna yansıyan insani trajedi manzaraları Suudilerin Yemen savaşına başlarken sahip olduğu psikolojik avantajları ve söylemsel üstünlüğü de yok etti.
Muhammed bin Selman liderliğinde genç ve tecrübesiz bir kadronun ülkenin de-facto yöneticisi haline geldiği bu süreçte Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) Prensi Muhammed bin Zayed ile Trump’ın damadı ve baş danışmanı Jared Kushner gibi Orta Doğu’ya dair gizli ajandası olan isimler, bu genç ve tecrübesiz kadroyu kendi politik amaçları için etkili bir şekilde kullandılar. Kushner, Suudilerin aktif desteği ile İsrail’in bölgedeki etki alanını genişleten ve Filistinlilerin haklarını yok eden bir planı “Yüzyılın Barışı” adı altında uygulamaya çalıştı. Muhammed bin Zayed ise Suudilerin desteği ile BAE’yi etkili bir bölgesel aktör haline getirerek BAE yönetimindeki kendi pozisyonunu tahkim etmeye çalıştı.
2014 yılına kadar çok yüksek seyreden petrol fiyatlarının ortaya çıkardığı çok büyük gelirler, son on yıldır Suudi savunma sanayiine yapılan yüz milyarlarca dolarlık yatırımlar, Obama sonrası ABD yönetiminin Suudi güvenliğini daha fazla önceleyeceğine dair aşırı iyimserlik ve bölge genelinde Libya, Suriye ve Yemen gibi “çökmüş devletlerin” varlığı Kushner-bin Zayed’in ikna çabalarıyla, genç ve tecrübesiz yöneticiler eliyle yönetilen Suudi Arabistan’da bir güç sarhoşluğuna yol açtı. Kaşıkçı cinayeti ülkeyi yöneten bu kadronun içinde bulunduğu güç sarhoşluğunu göz önüne seren en önemli gelişmeydi. İstanbul’da ve Suudi konsolosluğunda, gizli kalması imkansız ve insanı dehşete düşüren bu cinayeti işleyenler ya da bu cinayete azmettirenler, Kushner-bin Zayed eliyle, çok güçlü olduklarına, kimsenin onlardan hesap soramayacağına ve sahip oldukları bu gücün her türlü vahşeti örtebileceğine ikna edildiler.
Kaşıkçı cinayeti, Suudi muhalifleri susturmak, Türkiye ile girilen rekabette güvensiz olduğu vurgusuyla Türkiye’nin uluslararası itibarına darbe vurmak şeklindeki öngörülerin aksine Suudilerin itibarına çok önemli bir darbe vurdu. Dört yılı aşkın bir süredir devam eden Yemen savaşı ve geçtiğimiz ay meydana gelen ARAMCO saldırıları da Suudilerin askeri alanda, iddia edilenin aksine, ne kadar zayıf ve savunmasız olduklarını ortaya çıkardı. Saldırıya uğrayan Abkayk ve Hureys tesislerinin Suudi Arabistan ülke gelirlerinin yaklaşık yüzde 50’sini sağlıyor olması ve Suudi savunma sanayiine yatırılan milyar dolarlık yatırımlara rağmen ülkenin bu kadar kritik tesislerinin saldırıya açık olması Suudilerde güvensizlik hislerini derinleştirmenin yanı sıra Arap Baharı sürecinde ısrarla takip edilen iddialı ve müdahaleci dış politikanın da sorgulanmasına yol açtı.
Suudilerin Arap Baharı sürecinde takip ettikleri iddialı dış politika çok yüklü bir ekonomik faturayı da beraberinde getirdi. Bölgesel statükoyu koruma adına harcanan yüz milyarlarca dolar, ülkenin sınırlı kaynaklarını tüketirken Suudi sınırlarına yakın bölgelerde ortaya çıkan sıcak çatışmalar ülkenin uzun vadeli ekonomik görünümünde bozulmalara yol açtı. Örneğin ARAMCO saldırılarından çok kısa bir süre sonra Körfez bölgesinde artan jeopolitik ve askeri gerilimi gerekçe gösteren Fitch Ratings, Suudilerin yabancı para cinsinden kredi notunu A+’dan A’ya indirip görünümünü “durağan” olarak belirledi. Fitch’in, not düşürülmesini, “ülkenin ekonomik altyapısının tırmanan jeopolitik risklere karşı kırılganlığından” kaynaklandığını vurgulaması, Suudi Arabistan’ın uluslararası finans çevrelerindeki kredibilitesinin de zayıflamakta olduğunun işareti.
“Suudi Arabistan’ın 11 Eylül’ü”
14 Eylül’de meydana gelen ARAMCO saldırıları Suudi ekonomisinde çok önemli bir tahribata yol açmakla birlikte, ülkenin uzun zamandır içinde bulunduğu güvenlik açığını da ortaya çıkarması sebebiyle oldukça önemli bir gelişme. Bu saldırılar ülkenin başkenti dahil tüm önemli merkezlerinin ciddi bir güvenlik açığı olduğunu ortaya koymuş bulunuyor. Çünkü saldırıya uğrayan Hureys petrol sahası Suudi Arabistan’ın Cevher petrol sahasından sonra en büyük ikinci petrol sahası olup başkent Riyad’a yaklaşık 140 km mesafede yer alıyor. Abkayk petrol işleme tesisi ise başkent Riyad’a yaklaşık 300 km mesafede. Bu yönüyle ARAMCO saldırıları “Suudilerin 11 Eylülü” olarak okunabilir. Saldırı sonrası bölgede ve küresel ölçekte yaşanan üç önemli gelişme ise Suudilere bir kez daha bölgesel ve küresel reelpolitiği hatırlattı.
Bu gelişmelerin ilki, ABD yönetiminin artık Suudilerin güvenliğini sağlamayacağı gerçeğidir. Aradan geçen beş yıla, imzalanan yüzlerce milyarlık savunma anlaşmalarına ve Suudilerin geçmişte çok iyi anlaştığı Cumhuriyetçi bir kadronun yönetime gelmesine rağmen ABD yönetiminin bu konudaki tavrında bir değişiklik olmadı, Obama yönetiminin, Suudilere “Orta Doğu’yu İranlı düşmanlarınızla paylaşmanız gerekir” şeklinde özetlediği dış politika vizyonu geçerliliğini korumaya devam etti. Saldırı sonrası Washington’dan yapılan ve bu saldırılara askeri bir cevap verileceğini ima eden onca açıklamaya rağmen ABD yönetimi Riyad’a birkaç Patriot füzesi ve 200 asker göndermek ve İran’a uyguladığı yaptırımları biraz daha artırmakla yetindi. Saldırıdan çok kısa bir süre sonra Trump’ın “Suudi petrolüne ihtiyacımız yok” açıklaması zaten ABD’nin bölgedeki çıkarlarının İran ile sıcak bir savaşa girmeye değmeyecek kadar önemsiz olduğunu ortaya koymuştu. Üstelik ABD’nin İran’a karşı askeri seçenekleri de oldukça sınırlı.
Bu saldırılar Suudilere bir kez daha, Suudi güvenliğinin ABD için artık bir dış politika önceliği olmadığını net bir şekilde gösterdi. ABD’den başka hiçbir küresel gücün Suudi güvenliğini sağlama kapasitesi ve motivasyonuna sahip olmaması ise Riyad’daki güvensizlik algısını derinleştirdi. Aslında İran’a yönelik bir ABD misillemesini Suudiler de, söylenenin aksine, tercih etmeyecek. Çünkü İran’ın, bölge genelindeki politik nüfuzundan ötürü, kendisine yönelik böyle bir misillemeye karşı çok sayıda etkili cevap üretebilme kapasitesi bulunuyor ve Suudiler bu gerçeğin farkında. Son günlerde Irak’ta yaşanan kitlesel gösteriler İran’ın bölgedeki istikrar üzerinde belirleyici bir güç olduğunun en önemli göstergesi. Özellikle içinde bulunduğumuz günlerde Suudilerin büyük umut bağladığı “İran karşıtı koalisyonun” mimarı Bolton’un görevden ayrılması ve Netenyahu’nun iç politikada karşı karşıya olduğu sorunlarla ABD ve İsrail yönetimlerinin kendi iç siyasetlerindeki meselelere odaklanmış olması Suudilerin İran karşısındaki yalnızlığını artırdı.
İkinci olarak, Suudilerin askeri kapasitesi İran’ı dengelemekten son derece uzak. Son dönemde Batılı ülkelerin gelişmiş silah endüstrileri ile imzalanan yüzlerce milyar dolarlık savunma anlaşmalarına rağmen Suudi askeri kapasitesi, 14 milyar dolarlık savunma harcamasına karşın İran ile boy ölçüşebilecek seviyeye ulaşamadı. İran’ı tek başına dengeleyemeyeceğini bildiği için Suudi yönetimi son dönemde Mısır, Pakistan gibi güçlü askeri kapasiteye sahip ülkeleri de yanına alarak bölgede İran karşıtı askeri paktlar (Arap NATO’su, İslam Ordusu vs.) oluşturmaya çalıştı. Ancak Suudilerin Arap Baharı sürecinde bölge genelinde takip ettikleri yanlış politikalar ülkenin geleneksel müttefikleri olan Mısır ve Pakistan gibi ülkeleri ya çok zayıflattı ya da Suudi Arabistan’dan olabildiğince uzaklaştırdı. Suudi dış politikasın son on yılda Mısır’da yol açtığı siyasi ve ekonomik krizler bu durumun en bariz göstergesi. Pakistan da artık Suudiler için çok güvenilir bir müttefik olmaktan çıkmış durumda. Muhammed bin Selman’ın New York’taki BM toplantılarına gitmesi için özel jeti olmayan Pakistan Başbakanı İmran Han’a özel jetini tahsis edecek kadar kendisine yakın hissetmesine rağmen İmran Han’ın İran ile ABD arasında arabuluculuğa soyunması bile tek başına Suudi-Pakistan ittifakını yaralamaya yetti. Sonuç olarak Suudiler tek başlarına İran’ı dengeleyemedikleri gibi İran karşısında güçlü bir askeri blok oluşturmakta da başarısız olmuşlardır. Bu yönde gösterilen çabalar İran karşıtı bir blok oluşturmak bir yana, başta Körfez bölgesi olmak üzere, İsrail hariç tüm Orta Doğu bölgesindeki geleneksel müttefiklerin Suudilerden uzaklaşmasına yol açmıştır.
Üçüncü olarak, Muhammed bin Selman’ın petrol tesislerine yapılan bu saldırıları, saldırı sonrası petrol üretimini geçici de olsa durdurarak “uluslararası güvenliğe yönelik bir saldırı girişimi” olarak sunması da küresel ölçekte bir karşılık bulmamış görünüyor. Bu süreçte ekonomisi yüzde 50 oranında Körfez petrolüne bağımlı olan Çin başta olmak üzere önemli oranda Körfez petrolü ithal eden Hindistan, Japonya ve Avrupa ülkeleri bile Suudi savunmasında rol almakta isteksizler. Bu durum Suudilere, İran karşısında yalnız olduklarını açık bir şekilde gösteriyor.
Suudiler küresel ve bölgesel reelpolitiğin farkına varıyor
Geçtiğimiz aylarda BAE tankerlerine yönelik İran tarafından yapıldığı öne sürülen sabotajlar sonrası uluslararası kamuoyu Körfez’de tansiyonun yükseleceğini ve taraflar arasında sıcak bir çatışmanın kuvvetli bir olasılık olduğunu konuşurken, BAE ile İran arasında üst düzey görüşmelerin gerçekleşmesi şaşkınlığa yol açmıştı. 14 Eylül’de gerçekleşen saldırıların üzerinden henüz iki hafta geçmeden Muhammed bin Selman’dan “İran’la sorunların çözümünde siyasi ve barışçıl yolların, askeri yoldan daha iyi” olacağı yönünde bir açıklama gelmesi, İran yönetiminin Suudilerin kendilerine diyalog çağrısı yapan bir mektup gönderdiğini, Suudi bakan Adil el-Cubeyr’in, bu mektup olayını yalanlamış olsa bile, İran ile diyalog için birtakım şartlar öne sürmesi BAE’nin ardından Suudilerin de bölgesel ve küresel reelpolitiği doğru okumaya başladıklarını gösteriyor. Aslında İran yönetimi de Körfez’deki gerilimin çatışma yerine diyalogla çözülmesini arzu etmekte. Çünkü 2006 yılındaki Hizbullah-İsrail savaşından beri İran, bölge genelinde yürüttüğü vekalet savaşlarına çok büyük kaynaklar aktardı. Tüm bunlara ilaveten ABD tarafından uygulanan yaptırımlar ülkede ciddi ekonomik sorunlara yol açmakta.
Ancak İran ile ilişkilerindeki muhtemel yumuşama tek başına Orta Doğu’da son dönemde Suudilerin iddialı ve müdahaleci dış politikalarının yol açtığı yıkımları telafi etmeye yetmeyecek. Çünkü içinde bulunduğumuz dönemde Suriye, Yemen ve Libya’da devlet sistemleri çökmüş, Ürdün ve Lübnan’da mevcut yönetimler zayıflamış, Körfez’de Katar krizi ile başlayan bölünme derinleşmiş ve Mısır hızla ekonomik ve siyasi istikrarsızlığa doğru ilerliyor durumda. Her ne kadar Arap Baharı sürecinde içeride hiçbir kriz ile karşı karşıya kalmayarak siyasi krizlerle boğuşan Orta Doğu bölgesinin ortasında bir “istikrar adası” olarak kalmayı başarsa da bölge genelindeki siyasi istikrarsızlığın Suudi Arabistan güvenliği için oluşturduğu tehdit artarak devam ediyor. Bölgedeki genel siyasi ve ekonomik tablo Suudi Arabistan’ın “istikrar adası” niteliğinin uzun süre devam etmesini imkansız kılıyor. Suudilerin İran ile ilişkilerinde olası bir yumuşamanın devamı mutlaka gelecektir. Önümüzdeki süreçte Suudilerin bölgede ötekileştirdikleri diğer yapılar ile de bir yakınlaşma sergilemesi sürpriz olmayacak.
[Dr. Necmettin Acar Mardin Artuklu Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü başkanıdır]
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *