ABD’nin yüz yıla yakındır sağladığı temel güvenlik garantörlüğü rolünden sıyrılmaya çalıştığı bu dönemde, Suudiler için üç muhtemel senaryo bulunuyor
ARAMCO saldırısı sonrası Suudi güvenliği
Dr. Necmettin Acar / AA
Eylül ayının başından itibaren gerek bölge içinden gerekse küresel çapta, Körfez bölgesini ilgilendiren çok önemli gelişmelere şahit olduk. Bölgede yaşanan en önemli gelişme hiç şüphesiz Suudi Arabistan’da enerji bakanlığına (ülke tarihinde ilk kez) bir hanedan üyesinin atanması oldu. Bölge dışındaki sürpriz gelişme ise ABD yönetiminde şahin kanadın en önemli temsilcilerinden biri kabul edilen John Bolton’ın Başkan Donald Trump tarafından ulusal güvenlik danışmanlığı görevinden alınması oldu.
Başta İsrail ve Suudi Arabistan olmak üzere ABD’nin Orta Doğu’daki müttefikleri, Bolton sonrası ABD’nin daha ılımlı bir dış politika benimseyeceği ve İran’a karşı Bolton’ın mimarı olduğu “maksimum baskı” politikasından vazgeçeceği beklentisiyle derin bir endişeye kapıldılar. Trump’ın bu süreçte birkaç kez yaptığı “Ruhani ile görüşebilirim” açıklaması, Orta Doğu bölgesinde statükocu eksenin önemli ülkeleri olan İsrail ve Suudi Arabistan’ın bu endişesini derinleştiren bir faktör oldu. Tüm bunlar yaşanırken 14 Eylül Cumartesi günü Suudi petrol endüstrisinin kalbi olan Doğu vilayetindeki ARAMCO tesislerine insansız hava araçlarıyla (İHA) düzenlenen, kimin yaptığı henüz belirsiz saldırılar ve bu saldırıları takiben Enerji Bakanı Abdülaziz bin Selman’ın “Petrol üretimini geçici olarak durdurduk” açıklaması, Orta Doğu’yu bir kez daha küresel gündemin ön sıralarına taşıdı.
Suudilerin güvenlik arayışı
Suudi Arabistan krallığı resmi olarak kurulduğu 1932 yılına kadar İngiltere’nin önemli desteğini almış, II. Dünya Savaşı’na kadar İngiltere, krallığın güvenlik garantörü rolünü üstlenmişti. Ancak İngiltere’nin II. Dünya Savaşı’ndan sonra güç kaybederek krallığın güvenlik garantörü olma vasfını yitirmesi, Suudilerin Körfez bölgesinde (Bureymi vahası) ve Güney Arabistan (Yemen, Asir, Zizan) bölgesinde yaşadığı sınır anlaşmazlıklarında İngiltere’nin Yemen ve küçük Körfez şeyhliklerinin tarafını tutması, Ürdün ve Irak’ta Suudi muhalifi Haşimi yönetimlerini himaye etmesi yüzünden Suudi Arabistan İngiltere’den uzaklaşmış ve yüzünü ABD’ye dönmüştü.
1945 yılında ABD Başkanı Franklin D. Roosevelt ile Suudi Kralı Abdülaziz bin Suud’un Kızıldeniz’e demirli USS Quincy zırhlısında yaptıkları görüşme iki ülke arasındaki ilişkilerin başlangıcı kabul edilir. Bu görüşmede iki ülke arasında yazılı olmayan “güvenlik karşılığında petrol” düzenlemesinin temelleri atılmıştı. Her ne kadar yazılı bir belgeye dayanmasa da zımnen var olan “güvenlik karşılığında petrol” anlaşması gereğince, ucuz ve güvenli enerji kaynağına erişim imkânı karşılığında rejim güvenliği ve toprak bütünlüğü hususunda Suudi Arabistan ABD’nin garantörlüğünü elde etmeyi başarmıştı. ABD ise bu süreçte krallığı dış tehditlerden ve içeride rejimin meşruiyetine meydan okuyan saldırılardan korumuştu. Ancak 2003 yılındaki Irak işgali ve 2010 yılında başlayan Arap Baharı sürecinde ABD yönetiminin takip ettiği dış politika, ABD’nin Suudi Arabistan’ın temel güvenlik garantörlüğü rolünden sıyrılmaya çalıştığı gibi bir algıyı da ortaya çıkarmıştı. Irak’ın İran nüfuzuna girmesine, Suudi müttefiki rejimlerin (Mısır, Tunus, Yemen) sokak hareketleriyle devrilmesine göz yumması ve Yemen’e yönelik Suudi müdahalesine gönülsüz ve yetersiz destek sağlaması, ABD’nin yeni dönemde Suudi Arabistan için güvenlik garantörlüğü rolünün sorgulanmasına yol açmıştı.
ABD’nin yüz yıla yakındır sağladığı temel güvenlik garantörlüğü rolünden sıyrılmaya çalıştığı bu dönemde, Suudiler için üç muhtemel senaryo bulunuyor: Bölgede hegemon hale gelerek kendi güvenliğini ve bölge güvenliğini tek başına sağlamak, ABD yönetimini Suudi Arabistan’ın güvenliğinde yeniden aktif bir rol almaya ikna etmek, ABD dışında (Rusya, Çin gibi) başka küresel dış koruyucular bulmak.
Suudi Arabistan 266 milyar varillik kanıtlanmış petrol rezerviyle Venezuela’dan sonra dünyanın en büyük petrol kaynağına sahip ülkesi. Körfez bölgesindeki petrol zengini diğer ülkelerin rezervleri de eklendiğinde bu rakam, dünyadaki kanıtlanmış petrol ve doğalgaz rezervlerinin yaklaşık yüzde 40’ını teşkil ediyor. Küresel petrol arzının üçte birini tek başına üreten Petrol Üreten Ülkeler Birliği (OPEC) üzerindeki baskın konumu ve sahip olduğu rezervlerin büyüklüğü itibarıyla Suudi Arabistan küresel enerji piyasasında özel bir yere sahip. Suudi Arabistan aynı zamanda sahip olduğu rezervlerin verimliliği ve üretim kapasitesinin yüksekliği itibarıyla petrol fiyatlarının seviyesini kontrol etmek için veya ek petrol talebini karşılamak için ham petrol üretimini hızlı bir şekilde daraltıp genişletebilecek yegâne aktördür (swing producer).
II. Dünya Savaşı’ndan 2000’li yılların başlarına kadar Suudi petrol endüstrisinin en önemli müşterisi hiç şüphesiz ABD idi. 2010 sonrası dönemde enerji sektöründe yapılan yatırımlar ve gelişen teknolojiye bağlı olarak yaşanan kaya gazı devrimi, ABD’yi enerjide kendi kendine yeterli, hatta enerji ihraç eden bir ülke konumuna getirdi. ABD 2013 yılında petrol ve doğalgaz üretiminde Rusya’yı geçti. 2015 yılında ise Suudi Arabistan’dan daha fazla üreterek (yaklaşık 10 milyon varil/gün) hâlihazırda en çok petrol ve gaz üreten ülke konumuna yükseldi. ABD enerji sektöründe yaşanan bu gelişmeler Suudi petrol ihracatının yönünü değiştirdi. ABD 1990’lı yıllardan 2015 yılına kadar Suudi Arabistan’dan günlük yaklaşık 1,5-2 milyon varil petrol alırken, bu rakam 2015 yılından itibaren hızla düşmeye başladı. ABD’nin Suudi Arabistan’dan ithalat ettiği petroldeki bu azalma, geçtiğimiz Haziran ayında (günlük 161 bin varil olarak gerçekleşerek) tarihinin en düşük seviyesine indi.
ABD’nin Suudi petrolü ithalatını azalttığı bu dönemde, Çin’in (başta Suudi Arabistan’dan olmak üzere) Körfez ülkelerinden yaptığı petrol ithalatı hızla arttı. Örneğin geçtiğimiz Haziran ayında Çin’in Suudilerden aldığı petrol miktarı günlük 1,74 milyon varile ulaşarak zirve noktasını gördü. ABD’nin Suudi petrol ihracatındaki payı epey gerilerken Çin, Hindistan ve Japonya gibi Asya ülkeleri Suudi petrolünün en önemli müşterisi haline geldiler. Artık Körfez’deki petrol ihracatının yüzde 85’i Asya piyasalarına gidiyor; hatta Çin’in petrol ithalatının (günlük yaklaşık 9 milyon varil) yüzde 50’si (başta Suudi Arabistan olmak üzere) Körfez’den yapılıyor.
Gelişen büyük ekonomileri için güvenilir ve uygun maliyetli enerji temin etmek stratejik önemde olduğu için, Körfez petrolünün en önemli müşterileri olan Çin, Hindistan ve Japonya açısından Körfez’in güvenliği ve siyasi istikrarı hayati önemde. Ancak bu ülkeler Körfez bölgesinde İran-Suudi rekabetinde bir taraf tutmaktan ziyade, her iki tarafla da ilişkilerini geliştirerek çıkarlarını azami seviyeye çıkartmak istiyorlar. Çünkü bölgede yaşanabilecek sıcak bir çatışma Asya’ya akan Körfez petrolünde kesintilere ve petrol fiyatlarında istikrarsızlığa yol açabilir. Nitekim Japon Başbakanı Şinzo Abe geçtiğimiz Haziran ayında ABD ile İran arasında arabuluculuk yapmak için Tahran’ı ziyaret etti. Abe’nin bu ziyaretle diplomatik bir çözüm arayışında olduğu ve İran’a yönelik yaptırımların kaldırılarak Japonya’nın İran’dan petrol alabilmesi için müzakerelerde bulunduğu biliniyor. Suudi petrolünün en önemli müşterisi olan Çin ise ABD’nin İran’a yönelik yaptırımlarına rağmen İran’dan yaptığı petrol ithalatını azaltmış değil. Tüm bu yaşananlar, ABD yönetiminin Suudi Arabistan güvenliğine dair uzun yıllardır yüklendiği taahhütlerden kurtulma girişimlerine şahit olduğumuz bir dönemde, ABD dışında (Çin dahil) hiçbir küresel gücün Körfez güvenliğini sağlama motivasyonuna ve kapasitesine sahip olmadığını bir kez daha gösteriyor.
ARAMCO saldırılarının düşündürdükleri
Suudi yönetiminin son dönemde, Körfez’deki enerji nakil güzergahının güvenli olmadığına dair uluslararası kamuoyuna çok sayıda mesaj vermesine rağmen, başta ABD olmak üzere küresel güçlerden hiçbiri enerji güzergahlarının güvenliğine dair ciddi bir adım atmadı. Küresel güçler İran Hürmüz boğazında tankerlere el koyarken ya da Suudi petrol boru hatlarına yönelik saldırıların yapılırken olduğu gibi, son günlerde Körfez’deki tankerlere yönelik saldırılar gelişirken Riyad’ın beklediği reaksiyonu göstermediler. Halbuki Batılı güçler bundan 28 yıl önce, İran-Irak savaşı yıllarında, Körfez’deki tankerlere yönelik İran saldırılarını engellemek için çok hızlı şekilde bir mekanizma oluşturarak petrol tankerlerine yönelik saldırıları engellemişlerdi.
Suudilerin son dönemde petrol nakil güzergahlarının İran tehdidi altında olduğuna dair uluslararası kamuoyuna verdiği mesajlar, aslen Körfez’de yaşanan Suudi Arabistan-İran bölgesel rekabetini “küresel enerji güvenliği” çerçevesinde uluslararasılaştırma amacına matuftu. Bu mesajın içeriğinde, Suudi petrol müşterilerinin inisiyatif alarak İran’ı dengeleme sürecinde Suudilere destek olması isteniyordu. Suudilere göre, İran’ın durdurulmaması durumunda küresel enerji güvenliği çok büyük zarar görebilirdi. Ancak Suudilerin tüm çabalarına rağmen, uluslararası kamuoyu bu mesajları çok az dikkate aldı. Bu durumun en bariz göstergesi ise Basra körfezinden, Hürmüz ve Bab el-Mendeb boğazlarından geçen petrol tankerlerinin seyir güvenliğini sağlamaya yönelik, aylar önce planlanan, ABD liderliğindeki çokuluslu askeri koalisyonun bir türlü faaliyete geçmemesiydi. Aslında böyle bir askeri oluşum Suudilerin güvenlik ihtiyacına cevap vermekten de uzaktı. Çünkü çokuluslu güç, enerji nakil güzergahlarının güvenliği gibi özel bir amaca hizmet etmek üzere tasarlanmıştı; Suudilerin bölgede İran’ı dengeleme/durdurma konusunda yaşadığı varoluşsal sorun için bir çare sunmuyordu.
Suudi enerji bakanlığına Kral Selman’ın oğullarından birinin atandığı, ARAMCO’nun yüzde 5’inin özelleştirilmesinin gündemde olduğu ve Bolton sonrası ABD’nin daha ılımlı bir Orta Doğu politikasına yönelerek İran’a uygulanan “maksimum baskı” politikasını gevşeteceğine yönelik beklentilerin oluştuğu bir ortamda gerçekleşen ARAMCO saldırıları önemli mesajlar içeriyor. Özellikle bu saldırılara tepki olarak petrol üretimini geçici olarak durdurmaları, Suudilerin İran karşısında beklenen sertlikte tavır almayan uluslararası kamuoyuna verdiği mesajın dozunu artırmasından başka bir şey değil. Petrol üretiminde yaşanan bir kesintinin, içinde bulunduğumuz dönemde, ABD’den ziyade Suudi petrolünün en önemli müşterileri olan Avrupa ve Asya ülkelerini yakından ilgilendirmesi mesajın adresini de gösteriyor. Bu yazının kaleme alındığı saat itibariyle, saldırının faili olarak Suudiler İran destekli Husilere işaret ediyor. Suudiler petrol üretimini durdurmak suretiyle, ABD’nin bölge güvenliğindeki rolünü azaltma girişimine karşın, başta Çin olmak üzere Asya ve Avrupa ülkelerini bölge güvenliğini sağlamaları konusunda sert bir biçimde uyarmış oluyorlar. Çünkü enerji arzında yaşanacak aksaklılar en çok bu aktörleri tehdit ediyor.
Suudiler için muhtemel üç senaryo
Yazının başlarında bahsettiğimiz, Suudiler için olası üç senaryoya dönecek olursak, 2015 yılında başlayan Yemen savaşı, aradan geçen dört yıla ve harcanan onca ekonomik/askeri/diplomatik çabaya rağmen, Suudiler için tam bir hezimete dönüştü. Suudilerin Yemen savaşında (özellikle askeri alanda) sergiledikleri zayıf performans, Orta Doğu bölgesinde hegemonya kurarak kendi güvenliğini ve bölge güvenliğini tek başına sağlama hayallerini de suya düşürdü.
İkinci olarak, son dönemde yaşadığımız gelişmeler, ABD yönetiminin Suudi Arabistan’ın güvenliğinde yeniden aktif bir rol almaya ikna olmadığını ortaya koyuyor. Zira ABD yönetimi, Suudiler için varoluşsal bir tehdit olan İran karşısında ısrarla (sınırlı bir askeri müdahaleyi de içerecek) beklenen sertlikte bir politika izlemekten uzak duruyor. ARAMCO saldırılarının akabinde petrol üretiminin geçici olarak durdurulması, ABD’yi baskı altına alarak İran karşısında daha sert bir tutuma zorlamaya yönelik umutsuz bir çaba izlenimi veriyor.
Son olarak, Suudiler için en güçlü seçenek, ABD’ye alternatif olarak küresel bir gücü (örneğin Çin) Suudi güvenliğinde aktif bir rol oynamaya ikna etmektir. Daha önce ABD hariç hiçbir küresel gücün Suudi güvenliğini sağlama motivasyonuna ve kapasitesine sahip olmadığından bahsetmiştik. İşte tam bu aşamada, “petrol üretimini durdurduk” açıklaması, Çin’i Suudi güvenliğinde aktif rol oynamaya ikna etmek için verilen önemli bir mesaj gibi duruyor.
Petrol üretiminin (geçici olarak da olsa) durdurulduğunun açıklanması 1973 yılındaki “petrol ambargosunu” hatırlatıyor. Her ne kadar Suudiler bugünlerde 1973 yılında olduğu gibi bölgedeki Irak, Kuveyt, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) gibi büyük petrol üreticilerini yönlendirecek güçten yoksun olsalar da, enerji üreten ülkelerin içinde bulunduğu istikrarsızlık, Suudilerin tek taraflı adımlar atmak suretiyle petrolü dış politikada bir “silah” olarak kullanmasına imkan sağlayabilir. İçinde bulunduğumuz dönem, Libya’da yaşanan iç savaş, Venezuela’nın içinde bulunduğu siyasi istikrarsızlık, Irak’ın harap olan üretim altyapısı yüzünden petrol piyasasına dönmesinin uzun yıllar alacak olması ve İran’a uygulanan yaptırımlar, Suudileri küresel petrol piyasasının en önemli aktörü haline getirdi.
Küresel arzda yaşanabilecek günlük birkaç milyon varillik bir kesintiyi Suudiler dışında kısa sürede karşılayabilecek hiçbir petrol üreticisinin olmaması, Suudilerin petrolü bir dış politika aracı olarak kullanmasının önünü açtı. Son yaşanan olayda petrol üretiminin durdurulması, 1970’li yıllarda yaşanan petrol kıtlığını ve bu kıtlığın büyük ekonomilerde yol açtığı ekonomik sonuçları hatırlatmak için etkili bir yol olarak seçilmiş gibi görünüyor. Petrol kıtlığının kendine yeten enerji kaynakları sayesinde ABD’yi etkilemesi beklenmezken, özellikle Çin, Hindistan ve Japonya’yı ve bir miktar da Avrupa ülkelerini etkilemesi kaçınılmaz. Körfez petrolüne bağımlı Asya ve Avrupa ülkelerinin yakın gelecekte Körfez güvenliğinde rol aldıklarını görmek şaşırtıcı olmayacaktır.
[Dr. Necmettin Acar Mardin Artuklu Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü başkanıdır]
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *