Muhalif yurttaşın ‘sistem’ içinde sömürüsü…

Muhalif yurttaşın ‘sistem’ içinde sömürüsü…

Atatürkçülüğü ve laikliği, zırva yayınlar için yüzlerce metrelik imza kuyruklarına girerek korumaya çalışmakta bir sorun yok, fakat yanmaz kefen alanlar çok cahil öyle mi?

Muhalif yurttaşın ‘sistem’ içinde sömürüsü…

Murat Sevinç / Gazete Duvar

Muhalifin muhalifi kandırıp sömürmesi helal de, dinci istismarı mı haram olan?! Atatürkçülüğü ve laikliği, zırva yayınlar için yüzlerce metrelik imza kuyruklarına girerek korumaya çalışmakta bir sorun yok, fakat yanmaz kefen alanlar çok cahil öyle mi? Eh Allah selamet versin o zaman!

Okuyanlar hatırlayacaktır, birkaç ay önce dindar-muhafazakâr kenar mahalle yazılarına başlayıp duramamış, lafı hayli uzatmış ve bir yerde kesme ihtiyacı hissetmiştim. O yazıların bir kısmı, “diğer” kesimdeki “kibir” ve doğal uzantısı olan “küçük görme” eğilimine ilişkindi. İsimlendirme, tanımlama gibi eylemler, nihayetinde “dışarıdan” yapılır. Biri tarafından adlandırılma, diğeri tarafından değerlendirilme ve beriki tarafından hor görülme, yadırganma, dışlanma.

Dolayısıyla bir kesim küçük görülüyorsa eğer, o küçük görme davranışını sergileyen bir “diğer kesime” gereksinim var. Bu da demektir ki, “muhafazakâr kenar semt” ahalisi, ancak “muhafazakâr olmayan semt ahalisi” ile birlikte düşünüldüğünde, terazinin diğer kefesine konulduğunda anlaşılabilir, üzerine konuşulabilir.

Birkaç gün önce sevip saydığım “Atatürkçü” bir yakınımın, yarı şaka yarı ciddi, “Aslında şu aralar bir Atatürk kitabı yazsan para kazanabilirsin,” dedi. Gülüştük gülüşmesine, fakat sözlerinde kendi dünyasına yönelik ciddi bir eleştiri vardı ve sohbetin devamında, çeşitli örneklerle muhalif/laik kesimin çeşitli yollarla nasıl istismar edildiği üzerine bir şeyler söyledi. Konuya “diğer kesim” açısından dönmeyi istememin nedeni bu konuşma oldu.

Okuduğunuz içerikte yazıların can sıkıcı, tahrik edici, bazen sinirlendiren bir yanı olabiliyor. Hele ki halihazırdaki ülke koşulları, ortalama bir yaşam süren yurttaşın giderek derinleşen mutsuzluğu ve bıkkınlığı, bir tür din yorumunun yaşamın her alanında dayatılmaya çalışılması gibi somut olgular karşısında, “laik-muhalif kesim” değerlendirmesi/eleştirisi yapmak elbette yadırganabilir, doğaldır. “Her işi işledik, illallaha başladık,” derler ya, biraz öyle bir durum. Biri çıkıp “Hah, dinbazlar yetmedi, bir de sizin gibiler…” diyebilir, misal. Anlaşılabilir tepkiler bunlar.

Yeri gelmişken, Türkiye’de “sizin gibiler” diye bir kategori var malumunuz! Sizin gibi olmayanlar tarafından belirleniyor. Sizin gibi olmadıklarından emin olanlar, sizin ne gibi olduğunuzdan da eminler kuşkusuz! Yıllar önce fakültede, hayli devrimci, koridor ve odasındaki devrim faaliyetleri esnasında zarar görmemeyi her nasılsa başaran meslektaşlarımızdan biri, diğer kimi meslektaşlarımızın “liberal sapma” yaşadıklarını iddia ederek tepki gösterdiğinde, “Sence ben de aynı kategoride miyim peki?” diye sormuştum. “Yok hayır, tam öyle değilsin!” karşılığını vererek içimi rahatlatmıştı, derin bir nefes almıştım, “tam öyle olmamanın” haklı gururuyla! Her neyse, bizim dünyanın matrak hikâyeleri bitmez…

Muhalif kesim eleştirisinin ya da söz konusu kesimin davranışları, alışkanlıkları, beğenileri ve saplantıları üzerinde düşünmenin şu koşullarda yadırgandığı malum olsa da, gerekli bana kalırsa. Aslında bu yazı, benim de dahil olduğum muhalif/laik kesimin bütüncül eleştirisinden çok, o kesimi şu ya da bu ölçüde sömürüp istismar edenlere ve istismarın şekillerine ilişkin. Tabii yine bolca varsayım ve genelleme gerekiyor ve her varsayım, yanlışlanabilir.

Örneğin, “laik kesim” denildiğinde kimler kastediliyor? AKP muhalifleri mi? AKP’liler içinde laiklik ilkesine saygı duyan yok mu? Peki AKP’li olmayan herkes laik mi? Laikliğin hangi yorumundan söz ediyoruz? Karşı çıkan ya da onaylayanlar, neye karşı çıktığını ya da onayladığını biliyor mu? Laik kesim Atatürkçülerden mi ibaret? Atatürkçü olmayıp laik olan kesimi ne yapacağız?

Soru çok. Her biri üzerinde düşünülmeli. Kestirip atmak ve Türkiye ahalisinin en berbat alışkanlıklarından olan “kuşku duymamak” eğilimine iltifat etmemek gerek.

Yanıtı karmaşık görünen soruları şimdilik bir yana bırakırsak, “laik kesim” ile aynı zamanda kendisini “Atatürkçü” sıfatıyla tanımlayan insanların kastedildiği sonucuna varabiliriz belki. Hiç olmazsa bu yazı bakımından varmak zorundayım!

Kuşkusuz Atatürkçüler de, diğer yurttaş grupları gibi “homojen/birörnek” değil. Laik ve muhafazakâr, devrimci ve tutucu, ilerici ve kalın kafalı gibi çeşitli başlıklar altında sınıflandırılabilecek yurttaş grupları mevcut. Hepimizin, her birine dahil olan tanıdıkları vardır mutlaka. Ayrıca Erzurum’da yaşayan biriyle Ege’deki bir Atatürkçü’nün Atatürkçülükten kastettikleri çoğu zaman farklı olabilir. Atatürkçülük aslında hem ideolojileri hem inancı hem de siyasal parti aidiyetlerini ortadan bölen bir sıfat. Örneğin MHP’den İyi Parti’ye geçen “dindar” oyların önemlice bir kısmının “Atatürkçülük” farkından kaynaklandığını tahmin ediyorum. Akşam bir kadeh rakı içmek isteyen ya da içene karşı olmayanla, içene karşı olanların milliyetçilikleri arasındaki fark gibi sanki.

“Atatürkçü-laik-muhalif” kesimin, diğerleri hakkında en sık ve haklılığından kuşku duymadan kullandığı ifadelerden birinin “cahil-eğitimsiz” oluşunun nedeni, kendilerinin “eğitimli” olduğu varsayımı. Türkiye’de insanı dehşete düşüren bir eğitimsizlik ve cehalet sorunu olduğu sır değil. Fakat, önceki yazılarda “kibir” başlığıyla eleştirdiğim ve temel gerekçesinin “eşit yurttaşlık” bilinci yoksunluğu olduğunu düşündüğüm bir “itham” söz konusu burada. Saptamadan daha çok. “Oduna kömüre oy veren” cahil halk!

Neden? “Çünkü biz oduna kömüre oy vermiyoruz!” Biz kimiz? “Eğitimli, üst-orta gelir düzeyinde, Atatürkçü muhalif.” Harika. Eğitimi nereden aldık peki, bizim milli eğitim tornasından mı? Hadi diyelim ki biz/siz de o tornanın vahim olduğunun farkındasınız ve okul dışı okumalarla kendinizi geliştirmek istiyorsunuz. Kimin itirazı olabilir buna? Gelişim için ne okuyorsunuz? Hangi gazeteleri? Hangi yazarları? Hangi “çok satanlar”ı aldınız son zamanlarda?

Bunlar çok genel sorular kuşkusuz. Kişisel olarak tanıdığım, kendi alanı dışında son derece nitelikli okumalar yapan insanlar var. Fakat yine kişisel tanıklığım ve biraz da tahminlerim, muhalif kesimin de, haklı “yaşam tarzı kaygısı” nedeniyle sömürüye açık hale geldiği yönünde. Sorun, istismar edilenlerin çoğu zaman bunun farkında olmayışı ve bu halin, zaman zaman gülünçleşebilen bir “külyutmazlık” ile birlikte gitmesi.

Türkiye’de “AKP muhalifi laik kesim” denildiğinde kastedilen, daha ziyade eğitimli orta sınıf. Sol cenahın tercih ettiği terminolojiyle, küçük burjuvazi ve onların meşhur eğilimleri. Aslında bir klasik burjuva demokrasisinin yaşayabilmesi için kalabalık olması zorunlu, “orta tabaka.” Sosyal, maddi ve kültürel sermayeye sahip olanlar. Bir süredir İslamcı kesim kendi burjuvazisini yaratmaya çalışıyor ve maddi sermaye bakımından epey yol almış olsa da, sosyal ve kültürel konularda “yarışabilecek” durumda değil. Kültürel iktidar için para dışında bir şeylere gereksinim var çünkü. Hal böyleyken, “farklı kesimler” denildiğinde kastedilen aslında farklı “sınıfsal” aidiyetler. Sosyal ve kültürel farklılıklar, sınıfsal ve ait olunan tabakalar ilgili bir konu.

Dikkat ederseniz yavaş yavaş kapitalizme varıyoruz yine! Varmayıp ne yapacağız?! Öyle bir sistem ki, farklı aidiyetleri olan yurttaş kesimlerini, farklılaştırılmış istismar araçlarıyla sömürmek üzere örgütlenmiş durumda. Dindarına “yanmaz kefen,” “pusulası olan seccade,” “ezan okuyan saat,” “vakıflara bağış yoluyla cennet” vadederken; aynı sistemin laik yüzüne “yaşam koçları,” “bitkici amcalar,” diyetisyen teyzeler,” ve tabii bolca “yayın” sunuyor. İnsanı, önce insanlık dışı koşullarda yaşamaya mecbur bırakıp derin bir mutsuzluğa iten, ardından mutsuzluğun sözüm ona giderilebilmesi için türlü gerekçelerle harcama yaptıran, tıkır tıkır işleyen bir dişli. Diyeceğim, sorun söz konusu meslek erbabında değil, sistemin insanlara bu tarz “gereksinimleri” hissettirmesinde.

Burada siyasal tercih ve idealleri sömürülenler ile siyasal bir tercihi olsun ya da olmasın kendini sömürecek olanı arayıp bulanlar, farklı düzeylerde ele alınmalı tabii. Bu konularda bir araştırma var mıdır, örneğin şu şifalı bitkici insanlara “kimler” servet kazandırır, bilmiyorum doğrusu. Buna mukabil, sömürünün “yayın” versiyonlarının bulunduğu kitapçıların ortalama müşteri profilini tahmin etmek mümkün. Kenar mahallenin yoksul muhafazakârının, örneğin “mutluluk için içinize bakın, ama çok dikkatli bakın” nevi kitapların alıcısı olmadığını düşünebiliriz. Yaşam koçuna başvuran yoksul bir fabrika işçisi var mıdır memlekette? Çevremde neredeyse herkesin (küçük burjuva ve tabii AKP muhalifi) bebeğine uyku eğitimi vermek için kitaplar satın alıp yüzünü görmediği “telefondaki seslere” yüklüce ödeme yapma eğiliminde olduğuna tanığım. Bu gereksiz mi? Bilmiyorum, belki de çok yararlıdır. Fakat mesele şu ki, insan yavrusu bin yıllardır uykusu geldiğinde uyuyordu ve hâlâ uykusu gelince uyuyor!

Sürekli medyaya çıkan ve aklı başında hekimlerin tepkisini çeken son derece antipatik bir diyetisyen hekim, örneğin. Geçenlerde bir yakınım, muayenesinde görüşebilmek için aylar öncesinden randevu almak gerektiğini söyledi. Kimdir kuyruktakiler sizce? Yoksul kenar mahalle muhafazakârı? Hani şu bulgura oy verenler? Sanmıyorum.

Tabii beni en çok ilgilendiren, tahmin edilebileceği gibi yayın dünyasının sömürücüleri. Yazar çizerler. Orta zekalı her yazar, ne yazdığında hangi tepkiyi alacağını, eğer bu bir kitapsa ne kadar satacağını, kimin ilgisini çekeceğini az çok tahmin eder. Popüler okuyucuya hitap eden kitaplardan akademik bir disiplin ve terbiye beklemenin de alemi yok kuşkusuz. O başka bir alan ve dünyanın her yerinde popüler kültür kitapları vs. mevcut. Ancak her yazar, yazdığına asgari özeni göstermek ve zırvalamamak zorunda.

Gidin bir kitapçıya, “tarih kitapları” raflarına şöyle bir bakın. Çok satanlar içinde, yazdığı konuya dair hiçbir birikimi olmayan ama dönemin ruhunu “kapmış” adı sanı hiç bilinmeyenlerin, ipe sapa gelmez kitaplarını görüyorsunuz. Otuzuncu baskıda! Özellikle komplo teorileri ve tarihsel figürler, tabii Atatürk-Atatürkçülük hakkında. Bana kalırsa hemen hepsi, din tüccarları karşısında yaşamından haklı endişe duyan yurttaş kesimini tavlamayı amaçlıyor. Bazı saçmalıklar yüz binler satıyor, yazar ve yayınevleri servet elde ediyor. Peki cübbeli Ahmet gibi tüccarlara yönelik kızgınlık neden o halde? Sakallı olduğu için mi? Muhalifin muhalifi kandırıp sömürmesi helal de, dinci istismarı mı haram olan?! Atatürkçülüğü ve laikliği, zırva yayınlar için yüzlerce metrelik imza kuyruklarına girerek korumaya çalışmakta bir sorun yok, fakat yanmaz kefen alanlar çok cahil öyle mi? Eh Allah selamet versin o zaman!

Sömürü sömürüdür ve din sömürücüsü kesime mahsus değildir. Birbirine taban tabana zıt görünen ideolojilerin mensupları, aynı pazarda tezgah açabilir ve açıyorlar. Nihayetinde her kesime kazanç vadeden çatışmacı bir sistemin, topluca sömürülenleriyiz. Din tüccarlarının sömürüsü, diğerlerinden farklı olarak demokrasiyi yok ediyor kuşkusuz. Buna mukabil, yurttaşın günlük yaşam pratiğine bakıldığında, aslında ben “laik laik” sömürülüyorum, diğerinden farkım bu…

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *