Muhammed Kutub’da Cahiliye kavramı

Muhammed Kutub’da Cahiliye kavramı

Muhammed Kutub’un, Yirminci Asrın Cahiliyesi (1964) eseri, İslâm’ın hayatın bütün veçhelerini birleştirdiğini belirgin kılmakla birlikte, bir yönüyle Hz. Ömer’in “Cahiliye’yi bilmeyen İslâm’ı da bilemez” sözünün şerhi gibidir.

Heretik zamanlarda cahiliye kavramı

Asım Öz / Star-Açık Görüş

Türkiye’de dindar çevreler 1960’lı yıllardan itibaren yeni okuryazar kitlelerde İslâmî olanla çağdaş dünyada olup bitenlere dair bir farkındalık oluşturmak maksadıyla dahası seçenek kıtlığından dolayı “zengin” ve “önemli” gördükleri Arap dünyasından tercümeler yapmak suretiyle var olan eksiklerini gidermeye çalışmışlardır. Muhammed Kutub’un idamla cezalandırılan ağabeyi Seyyid Kutub’un fikirlerinden ciddi bir şekilde etkilendiğini ortaya koyan Yirminci Asrın Cahiliyesi (1964) eseri tam da bu süreçte tercüme edilir. İslâm’ın hayatın bütün veçhelerini birleştirdiğini belirgin kılan kitap bir yönüyle Hz. Ömer’in “Cahiliye’yi bilmeyen İslâm’ı da bilemez” sözünün şerhi gibidir. Ona göre, çağdaş cahiliyeyi bilen Müslümanlar Allah katından indirilen dinin mükemmelliğini daha iyi tanıyabileceklerdir.

Etkileşimlerin izi 

Türkiye’de gelişmeler daha ziyade siyasi yönüyle incelendiği için toplumsal ve kültürel tarihe hak ettiği ölçüde yer verilmiyor. Hâl böyle olunca da meseleyle ilgili tali hususlar daha çok öne çıkabiliyor. Eldeki baskılardan anlaşıldığı kadarı ile Muhammed Kutub’un Yirminci Asrın Cahiliyesi kitabı 1967 yılında ve Cağaloğlu Yayınevi tarafından neşredilir. İlk baskısının mütercimleri Ezher Üniversitesi mezunu Ali Yakub Cenkçiler ile İstanbul Üniversitesi Arap Dili ve Edebiyatı mezunu Osman Öztürk’tür. Daha sonra 1971 yılında yeniden tasarlanıp basılan kitabın etkisini, dönemin siyasi çekişmelerini dikkate almadan kavramak mümkün değildir. Muhammed Kutub’un eserinin nicel ve nitel etkilerini o dönemde yaşayanlar açısından daha açık hâle getirmek için şimdilik sınırlı sayıda olan hatırlama mahiyetindeki bellek anlatılarına müracaat edilebilir. Hiç şüphesiz kimilerinin kendi tecrübelerinden dolayı eşi görülmedik bir önem atfettikleri müellifin eserlerinin okur kitlelerini nasıl şekillendirdiğinin de ayrıca ele alınması gerekmektedir. Esasen bu kitap, manifesto hüviyetinde olduğundan dönemin siyasi gelişmelerinin de etkisiyle yeni nesil arasında İslâm nizamı tezini müdafaa edecekler için kuvvetli bir heyecan dalgası da meydana getirmiştir. Muhammed Kutub’un çalışma alanları tıpkı kardeşi Seyyid Kutub gibi 1954 sonrasında Müslüman Kardeşler hareketine Mısır’da yapılan saldırılar ve tutuklamalarla doğrudan ilişkilidir. Önceleri İhvan’la alakası çok sınırlı olan Muhammed Kutub, 1965 yılına rastlayan tutuklama sürecinde sadece Seyyid Kutub’un kardeşi olduğu için hapse atılır.  Seyyid Kutub, 1966’da idam edilirken Muhammed Kutub, 1972 yılına kadar tutuklu kalmaktan kurtulamayacaktır.

Belki de güçlü siyasi sarsıntılar gürültüyle patlak verse de insanların toplumsal yaşamlarını ya da kültürel zevklerini uzun vadede değiştirme gücünün çok daha sınırlı olduğunu bu süreçte kavramıştır.

İslâmî alternatif söylemi 

Siyasi anlaşmazlıklar ve ekonomik krizler yüzünden kalbura dönmüş Mısır’daki görece yumuşamanın habercisi olan 1972 tarihli afla tutukluluğu sona eren Muhammed Kutub, bu tarihten sonra siyasi sığınmacı olarak Suudi Arabistan’a iltica etmek zorunda kalır. İşte 1950 ile 1970’leri kapsayan bu hareketli dönem aynı zamanda onun hayatında köklü bir değişikliğe sebep olacaktır, artık bundan sonra sadece fikri planla sınırlı çalışmalar yapmakla yetinmez daha aktif bir şekilde siyasi mücadeleye katılır. Eserleriyle Seyyid Kutub’un kitaplarının karşılaştırılarak birtakım paralellikler kurulması bahsettiğimiz süreçten bağımsız değildir.  Sözgelimi 11 Eylül sonrasında heretik kültüre çağrı yapan Anauar Majid’in bize gösterdiği gibi Yirminci Asrın Cahiliyesi kitabı Seyyid Kutub’un onlarca kitabı ve yüzlerce makalesini okumak istemeyenler için onun yaklaşımlarını bir kitapta başarılı bir şekilde sunmayı başarır. Bu haklı bir yorum ama yine de insanların yaşamları, düşünceleri, özlemleri ve kitapları hakkında yalnızca benzerliklerden hareketle birtakım sonuçlar çıkartmak, bir kişiyi onun fotoğrafına bakıp tanıdığımızı varsaymaktan farksızdır.

Sadık Celal Azm’ın “ünlü bir İslâmî klasik” dediği İslâmî bir toplumun oluşması veya düzenin kurulması için ideolojilerin ve düşünürlerin eleştirisine odaklanan Yirminci Asrın Cahiliyesi, İslâm’a yöneliş gerçeğinin yaygınlaştığı yıllarda sadece Türkiye’ye değil Tunus başta olmak üzere farklı ülkelerde de tesirli oldu.  Soğuk Savaş döneminde yazılan eserin genel söylemi İslâm dünyasını egemenliğine alan kapitalizm, Marksizm gibi yabancılaştırıcı ideolojilerin tesirini kırmaya matuftur.  Batı’nın ve Doğu’nun umutsuz biçimde çöküş hâlinde olduğunu düşünen Muhammed Kutub’a göre seçim “Ya Allah ya felaket” arasındadır. Onun en yüksek noktasına yirminci yüzyılda ulaşmış Yunan ve Roma uygarlıklarının çökmüş insanlığına İslâm’ı bir alternatif şeklinde sunmak düşüncesiyle yazdığını rahatlıkla söyleyebiliriz.  Bu gerçek Kutub’un hemen tüm eserlerinde karşımıza çıkmaktadır. Elbette mesele sadece bundan ibaret değildir, meselenin bir de Müslümanlarla alakalı yönü vardır. Müslümanların gerçek İslâm’dan uzaklaştıklarından dolayı geri kaldıkları şeklindeki genel İslâmcı tez onun da üzerinde durduğu bir konudur. Bu yüzden ileri sürdüğü tezler sadece ona ait değildir.

Kitabının uyandırdığı bilincin sınırlarının farkında olan Muhammed Kutub, yirminci yüzyılın korkunçluklarına, seküler ve tanrı tanımaz kültürlerin çürütücü etkilerine temas ettiği için yazılı metnin kalıcılığından ve tekrar hatırlanabileceği gerçeğinden medet umar. İlginçtir çalışması çok farklı bir bağlamda bilhassa “Onlar Bizden Neden Nefret Ediyorlar?” sorusu çerçevesinde 11 Eylül 2001 sonrasındaki siyasi ortamda yeniden gündeme geldi. Bunun ortaya koyduğu bir husus var ki o da şudur: Muhammed Kutub’un eserlerinin etkileri bağlamında mutlaka her çeşit yaşantı ve tecrübeyi kaydeden bir depo olarak anlaşılmasında sakınca olmayan toplumsal belleğe müracaat edilmesi gerekir. Zira son kertede belleğin insanda iz bırakan hususları saklama ve hatırlama yeteneği söz konusudur. Keza bireysel hafızanın oluşumu toplumsal olandan bağımsız değildir; bundan dolayı sosyo-kültürel grupların iletişini ve etkileşimi üzerinden yapılanarak varlık kazanır.  Aslında bu ilk gençlik çağından itibaren insan ruhunun derinliklerini araştırma tutkusu öne çıkan Kutub açısından da hoş bir tesadüftür.

Mütemadiyen modern cahiliyenin İslâm’a düşmanlığına ve onu sindirmeyi hedefleyen saldırılarına dikkat çeken Muhammed Kutub’un tarih boyunca toplumları mahveden ve insanları çöküşe götüren bir eğilim olan cahiliyeye karşı İslâm’ı son sığınak şeklinde sunan kitabı hakkında bazıları “derinden gelen bir çığlık” ifadesini kullanırlar. Aslında haksız da sayılmazlar zira Kutub, Kur’an’a dayanarak cahiliye kavramının belirli bir yer ve zamana özgü olduğuna dair herhangi bir işaret bulunmadığını vurgular. Bu kavramın yaratıcının özellikle de İslâm’ın emir ve nehiylerine riayet etmeyen herhangi bir toplum veya milletin içinde bulunduğu genel durumun adı olduğunu söyler. Ona göre cahiliye Hz. Âdem ve Hz. Havva’dan bu yana insan fıtratının bir özelliği, hayatın bir gerçeği ve insanın iki yanlılığıdır. Nasıl ki iyi ve kötü varsa İslâm ve cahiliye de her zaman olacaktır. Böylesi bir durumdan kurtulmanın yegâne yolu yordamı yaratıcıya boyun eğmek ve onun emirlerine uymaktır. Kutub’un okumasına göre bu ikilik prensip ve erdemleri şekillendirir; bilim ve ilerleme kavramlarıyla ilgisizdir.  Dolayısıyla müellifin ideolojiler yoluyla cahiliyenin yirminci yüzyılda insanlara çok büyük zarar verdiğini tekrar tekrar hatırlatma tutumunu benimsemesi çok şaşırtıcı görülmemelidir.

Rafine miraslar  

Gelgelelim bu eserde dile getirilen görüşler 1990’lardan itibaren bilhassa da Batı beklentilerinin sarkacının daha sert bir şekilde sallanmaya başladığı 11 Eylül’den sonra metnin bağlamı göz ardı edilerek insanın içini ezen çıkışsız bir tutumla hatta çarpık bir şekilde eleştirildi. Geçen zamanda Türkiye’deki ve dünyadaki İslâmcılık büyük ölçüde ve sert bir biçimde dönüşmüştü. Çok değil kırk yıl öncesine kadar Muhammed Kutub’un Türkiye’de büsbütün iyi bir imgesi vardı, sadece dindar çevrelerde değil bugün sağ olarak anabileceğimiz isimler bile onun hakkında olumlu değerlendirmeler yapmışlardı. Bugünse bunun neredeyse tam tersi söz konusudur. Daha açık söylemek gerekirse, Türkiye’de 1970’lerin genel ikliminden çıkıldıktan sonra,  Muhammed Kutub başta olmak üzere onunla aynı kulvarda eserleri bulunan yazarların İslâm davetçilerinin yaşadıkları ülkeleri değerlendirme sürecinde düştükleri hataların öne çıkarılmaya başlandığı görülür. Bu yazılarda Muhammed Kutub ve kardeşinin cahiliye konusunda yazdıkları sorgulanır. Muhammed Kutub’un Yirminci Asrın Cahiliyesi isimli eseri yanında Seyyid Kutub’un Yoldaki İşaretler kitabındaki cahiliye tanımı yerilir. Ardından onların bu çıkışlarının, “ilmî esaslara bağlı olmaksızın, sırf tebliğ aşkıyla yola çıkmanın bir sonucu” ve  “oldukça da tehlikeli bir durum” diye nitelendiği görülür. Ayrıca 1986 Eylül’ünde Girişim dergisi 12. sayısını Seyyid Kutub ve onun radikalizmle ilişkisine ayırır. Bu sayıya özel olarak, Muhammed Kutub ile ağabeyi Seyyid Kutub ve görüşleri etrafında bir söyleşiye yer verilir. Dışarıdan bakınca dergi serüveni açısından parlak bir çıkış sayılabilecek söyleşi, şuursuz oldukları için “cahiliye” kategorisine dâhil edilen toplumları ve bireyleri “Müslüman” saymamanın yanlışlığı başta olmak üzere bazı kavramları yeniden düşünmenin gerekliliğini gündeme getirmiştir. Aslına bakılırsa derginin bu sayısı gözümüzde olumlu veya olumsuz olduğuna bakmaksızın bir insanın belli görüşlerinin yalnızca siyasi açıdan ele alınmaması gerektiğini göstermeyi de başarır.

Bu yazı Muhammed Kutub’un cahiliye kavramına yükledikleri anlam üzerine kapsamlı bir inceleme veya sistematik bir deneme değil; ya da henüz değil de denebilir. Bununla birlikte, metin en azından tartışmada göz ardı edilen noktalardan bazılarını sunarak verili olanı aşma arzusuyla şekillendi. Fanatizmi yanlış dinarlığın bir göstergesi olarak kabul eden Muhammed Kutub, kitabı boyunca ve ilgili metinlerinde şu hususun altını sıklıkla çizer: Cahiliye kültürlerin rafine miraslar bırakmadıkları ve medeniyete katkıda bulunmadıkları yahut Yunan’dan başlayıp Roma İmparatorluğu’na kültürlerin erdemli ve olumlu yönleri olmadığı doğru değildir. Gördüğüm kadarıyla cahiliye kavramının genel özelliği dikkate alınmadığı için çapaklı çıkarımların sayısı yeni bir bakış açısı sunmak yerine kavramı tümüyle gözden düşürmeye teşvik edecek kadar artıyor. Düşük tonlu ama net bir ifadeyle Kutub’un kastettiği, yaratıcının yol göstericiliğini reddeden kültürlerin yanlışlara sapacağıdır. Öyle görünüyor ki, bunu dikkate alan bir entelektüel monografi ve kavram incelemesi,  heretik zamanlarda cahiliye gibi etkileyici olanlar da dâhil olmak üzere önemli gerçekleri daha iyi anlamamıza yardımcı olabilir.

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *