Necdet Subaşı: Kendi söküğümüzü kendimiz dikmeliyiz!

Necdet Subaşı: Kendi söküğümüzü kendimiz dikmeliyiz!

‘İlk düğmeyi doğru ilikledikten sonra gerisi kolay. Biraz gecikme var doğru, belki yüklerin çoğunu atmak zorundayız ama işin içinden hikmetle, basiretle çıkmak gibi bir tarafı da var bu ameliyenin.’

Bizim biricik hâllerimiz

Necdet Subaşı / Dünya Bizim

Bu terkipten pek hoşlanmıyorum ama yine de başka da çarem yok, mecburen kullanmak zorundayım. “İslamî camia”dan söz ediyorum. İslamilik iddiasını dert edinen, onda ısrarcı davranan; niyet, düşünce ve eylemlerini temellendirirken ister kişisel yorum düzeyinde isterse geleneksel olana tâbi olma anlamında daha geniş bir skalada kalsın “verili” olanla canlı bir düzeyde ilişkiselliğe ihtiyaç duyan, buna her daim razı olan ve tabii ki sonuçta bundan da memnun kalmayı önceleyen bir topluluktan söz ediyorum.

Son zamanlarda belki de fark edilir düzeyde 5-6 yıldır bu camia siyasi, kültürel ve akademik bir gerilimin parçası olarak orasından burasından çekiştiriliyor. Kimileri işin arkeolojisine çoktan başlamış gibi, ortada bir kazı var ve doğrusu sonuçta ne çıkacağı da pek belli değil. Bir kısmı da bu belli belirsiz ama bir hayli hacimli kütlenin “ölmeye yattığı”ndan dem vuruyor. Onu uyuyan bir dev olarak görenler de var kocaman bir yılan olarak da. Uyansa kaç yazar, havasında işi eğlenceye alanlar kadar ya sokarsa hâlimiz nice olur diye paniğe kapılanlar da var. Açıkçası bilen de bilmeyen de bu camiayı orasından burasından delik deşik ediyor, kimi durumlarda artık, işin suyunu çıkarmak için yaratıldığına iyice kani olduğum bilumum ucuz fırsatçılar da doyumsuz bir pişkinlik içinde kendilerine ölgün bir beden olarak görünen bu büyük hikâyeye orasından burasından çimdik atarak işin keyfini çıkarıyor.

Öyle ya da böyle, bunlar nereden bakılırsa bakılsın, kabul etmek gerekir ki hak edilmiş şeyler. Dünyanın hemen her tarafında düşenin, düşkün olanın, sendeleyenin akıbeti hakkında söylenen şeyler üç aşağı beş yukarı burada da aynı. Özensiz ilgi ve değerlendirmelerle insanın içini acıtan şeyler hep vardı, yine olacak. Belki de bütün bunları bir tarafa bırakıp İslamilik iddiasını başından sonuna kadar cesaret ve aşkla taşıyanların bugünlere nasıl bir usulle ulaştıklarına, ne tür yöntemlerle vaziyeti kurtardıklarına, bir de akıllarıyla kalpleri arasındaki dengeyi nasıl kurduklarına bakmak gerekir.

200 yıl önce tamamlanmış bir harita

Herkes gibi ben de kendi dünyamı sorguluyorum, geldiğim yerlere bir bir bakıyorum, zihinsel ve entelektüel yönelimlerimi gözden geçiriyor, hem başkalarının gözüme soktuklarına hem de kendi kendime keşfettiğim o yaman çelişkilerime bir bir dikkat kesiliyorum. Başka çarem de yok gibi. İnsan tamamlanmamış, eksik bırakılmış bir ruh ve duygu envanteriyle bile olsa yaşamının kesinkes bir tutarlılıkla tamamlanmasını arzu eder. Gerçi yaşar yaşamasına da buna da yaşamak denmez.

Birkaç gündür entelektüel ve akademik hassasiyetleri bir tarafa bırakıp beni kendi anaforuna çeken, yer yer gündelik yer yer de fantastik sayılabilecek sözüm ona kadim diye hatırlanabilecek tartışmaların bendeki karşılıklarını düşünmeye zorlandım. İslamî diye tanımlanan ve kadastrosu en az 200 yıl önce tamamlanmış bir harita üzerinde durakladım ve orada kendi yerimi gözü kapalı bulmaya başladığım günlerden itibaren neler oldu, nelerle uğraştık, hangi tartışmalara kendimizi kaptırdık, hangilerinden yıldık, vs. bütün bunları anlamaya çalıştım.

Vaziyet fena bir muamma, zihnimde sıralanan o kadar çetrefilli soru var ki, bunlardan hangisine el atsam büyük bir hayal kırıklığıyla hemen oracıkta oturup bayılacakmışım gibi oluyorum. Herkes kendine zaman ayırsın ve duruşunu, farklılığını, ayırt edici özelliklerini öne çıkaran popüler tartışmalar hakkında bir çetele tutsun demek kolay. Ben yaptım ve sonuçta birbirini kovaladığı kesin bu polemikler etrafında bizi nasıl bir usul ve zihniyetin kuşattığını anlamaya çalışmaktan yoruldum.

İnsan korka korka soruyor, etraftan çekiniyor, yanlış bir şeyler söylemiş olmaktan endişe ediyor ama olsun. Konuşmaktan ne zarar gelir, adam gibi söz aldıktan, iyi niyetle adım attıktan sonra kime ne zararı var bu derdin, bu kederin?

Akademi kendi yağında kavrulmayı seçti

Bir kere varlığından emin olduğum pek çok şey var. Bu kadar yetkin, bu kadar ehliyet ve dirayet sahibi insanın görünür olmasına rağmen memleketi kasıp kavuran dinî ve millî tartışmaların neredeyse hiçbirinde ne akademinin ne de entelektüel üstatların esamesinin okunabildiğini görememek oldukça ürkütücü. Bir tartışma memleketin bir yerlerinde patlak veriyor, bir volkan gibi hızla etrafa yayılıyor, sonra kimilerine onu behemehâl söndürmek, kimilerine de üzerine benzinle gitmek gibi bir sorumluluk düşüyor. Bu kasıp kavuran, önüne geleni yakıp yıkan gelgitlerden maalesef bir yorgunluk kaldı. Akademi kendi yağında kavrulmayı seçti, derin ama kesinlikle gündelik olana rağbet etmeyen bir hassasiyet içinde geçmişte bir yerlerde dolaşmayı yeğledi.

Entelektüeller günceli küçümsediler, arada lütfedip müdahil olmak zorunda kaldıklarında bile, özenle seçilmiş kelime ve kavramlarıyla bu köylü pazarına pek de rağbet etmediklerini hemen her fırsatta göstermeyi bir marifet bildiler. Hiçbir şeyden geri kalmak istemediler ama uğradıkları hiçbir yerin de onlarda ne bir izi ne de bir tozu kaldı. Memleketin dört bir yanında dinî, kültürel ve etnik çeşitliliğin açığa çıkardığı artistik çıkışlar milleti birbirine düşüren enerjik tartışmaları iyice ateşlemekten geri durmadı. Millet neler konuşmadı neler, ortalıkta yarım kalmış mevzular öyle salkım saçak arzı endam etti.

Kendi namıma ben, karşılaştığım ilk tartışmadan çoğunda kendimi de içinde bulduğum büyük ölçekli polemiklere kadar bütün bunların bizdeki hissesi hakkında oturup kafa yormamız gerektiğini düşünüyorum. Düşünsenize, milletin peşine takıldığı o kadar çok hikâye var ki? Bunların kaçı bir karara bağlandı, kaçında durum nedir? Mesela Erzurum’dan, Kayseri’den, Malatya’dan, Trabzon ve Konya’dan düşünce hayatımıza karışan şeyler küçümsenecek kadar az mıdır? Hele İstanbul’u ve Ankara’yı hiç saymıyorum bile. Oralar zaten işporta dâhil hemen her türden üretimin piyasaya arz edildiği yerlerdi, hâlâ da öyledirler. Aslında her yerde bir cevelan her yerde bir feveran, peki ya sonuç?

Kendi kavramlarımızı kullanma çabamıza ne oldu?

Küçük ayrıntılarda kaybolmak istemem ama kimi başlıkları da hatırlatmak isterim. Mesela “daru’l-harp-daru’l-islam” tartışmalarından başlayalım, her durumda ve şartta kendi kavramlarımızı kullanma çabamızı hatırlayalım. Ah, bilmem aklında tutan var mıdır? Mesela ben bazen eski zaman vaizlerinden duyabiliyorum, “Halkı Müslüman olan ülkeler” ifadesini. Kavramların kimlik kurmada, aidiyet oluşturmada, sınır çizmedeki yerini bilmiyor değilim. Hemen her tartışmanın sağda ve solda olduğu gibi bu camiada da yeni paftalar, yeni sokaklar ürettiğini bilmem mi? Tabii ki bilirim.

Peki “telfik-i mezahip”e ne oldu? Ya şu “içtihad ve müçtehid” meselesi? Aklıma hemencecik faiz mevzuu da geldi. Dışarıda başlayıp içeride devam eden bir tartışma. Sonunda hiç kimsenin muaf olmadığı-olamayacağı bir para politikasında karar kılan fonksiyonel fetva akışları. Hem ne güzel de işleyen fıkhî meselelerimiz vardı. Düşünsenize, mesela ne astronominin ne de fıkhî inceliklerin bilgisine sahip olduğumuz bir ortamda “rüyet-i hilal” mevzuunu nasıl da bir çırpıda halletmiştik? Dağlara tepelere çıkıvermiş, akşam akşam güneşin batışını seyretmiştik.

Ya Cuma namazları, ya helal et meselesi. Ben normal kasabın kestiklerinden yemeyi caiz bulmayıp bazen etten bazen de oradan alışveriş yapanlardan adamakıllı kopan pek çok arkadaş bilirim. Bazı şehirlerde neredeyse “etyemezler” diye bilinen dinî bütün klikler bile çıkmıştı. Hiç küçümsemem, asla dalgaya almam, ama bu enerji kaçağının bir faturası yok muydu? Varsa kime kesilecektir, yoksa bunun bilinçaltımıza kadar nüfuz eden etkileriyle nasıl başa çıkacaktık? Hassasiyet dendiğinde orda durmalı ama bütün yükleri bir kasap mı sırtlanacaktı?

Hermeneutik tartışmalarından geriye ne kaldı?

90’ların başında bir kasırga gibi hemen her yere ulaşan şu hermeneutikten geriye ne kaldı? Birbirini bu nedenle kıran o kadar insan tanıdım ki. Belki de hâlâ konuşmuyorlardır aralarında, belki de birbirlerini zinhar tekfir etmişlerdir. Tekfir deyince hizbullah nasıl atlanır? Hizbullah memleketin dinî ve İslamî lisanına neler katmıştır? Artık belli başlı isimlerden, belli başlı temsillerden söz etmek istemem ama sahi nasıl unutulur, mesela “ehli kitap cennetlik miydi?” Edison’un durumu ne olacaktı? Peteğe Allah yazan arıyı bizimkilerin ciddiye aldığı söylenemezdi, ama duvarlarda asılı, üzerine kelime-i tevhidin nakşedildiği silahlı resimleri hangi arada atlayabilirdik?

Parti caiz miydi, oy vermenin dindeki hükmü, memur olmak nasıl bir şeydi? İmam kimdi, peki bu camiler de “Mescid-i Dırar” mıydı? Kim Firavun’du, kim Nemrut? İstiklal Marşı nasıl bir mukaveleydi? Başörtülüler bacımızdı amenna ya peruklular? Şeyhimiz olmadan şeytan mı olacaktık? Bize uyan bir tarikat var mıydı? Hilafet mi, saltanat mı değerliydi? Kravat taksak şirke mi düşerdik? Oldukça coşkulu ve karşı çıkanı yoldan atmayı kesin kafasına koymuş bir dil akışından nasıl kendimize müstakil bir yol tutturacaktık? Çocukluktan yeni sıyrıldığımız günlerde başlayıp hâlâ daha aynı şiddette devam eden şu Mehdi meselesi. Ya Deccal? Deccal kimdi ve alnında yazılı olan o zehir zemberek ibareyi aramızdan kim okuyabilir kim sökebilirdi?

‌Konuları istersem çoğaltabilirim. İyi de kime ne faydası var? Benim derdim hemen her yıl ortalığı fena hâlde kasıp kavuran bu tartışmalardan nasıl bir sonuca vardığımız değil. Herkes kadar ben de bunlardan, bu tür tartışmalardan bir yere varılmadığını biliyorum. Peki, bunlardan bize kalan neydi? Tartışmaları nasıl yapıyorduk? Bir sonuca nasıl varıyorduk? Herhangi bir konuyu ele alırken bize yol gösterici olacak perspektifimizin dayandığı ilkeler nelerdi? Usul nasıl işliyordu, metodoloji kimden sorulurdu?

Kendi söküğümüzü kendimiz dikmeliyiz!

Bu tartışmaları ve sonuçlarını yılmadan, usanmadan derinlemesine ve olabilecek her şeyi göze alarak konuşmak gerek. Ortada heba edilmiş bir birikim ve boşa kürek çekmiş bir emek var.  İşin arkeolojisine kafa yoranlar kazmayı her vuruşlarında kesin birkaç çanak çömlek bulacaklar. “Burada neler oluyor?” sorusunun peşine düşen antropologlar de eğlenceli anekdotları kaydedecekler, siyaset bilimciler artık iyice rehin alabilecekleri utangaç bir kitlenin belli başlı kodlarından haberdar olacaklar.

Peki, bize düşen ne olacak? Bu bakiye bildiriminin bir analizi yapılmayacak mı? Burada gereksiz tartışmalarda hemen herkese ikram edilmiş şu güçlü yaratıcılığın esaslı bir şekilde dumura uğratıldığını görmek için bir çaba gerekmeyecek mi? Hem görenlere ne düşer, hâlâ farketmeyenler nerde duracak?

Olsun, biz kendi söküğümüzü kendimiz dikeceğiz. İlk düğmeyi doğru ilikledikten sonra gerisi kolay. Biraz gecikme var doğru, belki yüklerin çoğunu atmak zorundayız; ama işin içinden tutarlı bir yol, fitne fücura pirim vermeyen bir hikmet, kurda kuşa yem olmayacak bir basiretle çıkmak gibi bir tarafı da var bu ameliyenin. Kim istemez?

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *