AK Parti’nin mevcut siyasi çizgisini ve stratejisini değiştirecek adımlar atmasını beklemek pek muhtemel değildir.
AK Parti’de yenilenme
Dr. Ali Aslan / İbn Haldun Üniversitesi / Star-Açık Görüş
Siyasi partilerde yenilenme birkaç şekilde yaşanır. Bunları kişisel, ideolojik ve stratejik düzey olmak üzere üç genel başlık altında toplamak mümkündür. Kişisel düzeyde partiler duyulan ihtiyaca göre parti vitrinindeki isimleri değiştirebilir. Partinin genel başkanından (şayet parti iktidardaysa) kabinede revizyona, parti yönetiminden teşkilatlara uzanan değişiklikler bu noktada zikredilebilir.
Yapısal kırılmalar
Partiler değişen siyasi şartlara göre ideolojilerini ve genel siyasi söylemlerini de yenileyebilirler. Siyasi şartlar büyük yapısal kırılmalar veyahut da yeni siyasi rakiplerin ortaya çıkışına bağlı olarak şekil alır. 1960’ların ortalarında CHP’nin Soğuk Savaş ortamının yarattığı sol-sağ çatışmasına ve sosyalist rakiplerin ortaya çıkışına bağlı olarak ‘ortanın solu’ siyasetini benimsemesi buna bir örnektir.
İktidar ve dil
Son olarak, partiler iktidar ilişkileri açısından değişen pozisyonlarına bağlı olarak stratejilerini yenileyebilirler. İktidardan hiç ya da aslan payını alamadığı noktada muhalif bir dil kullanan bir siyasi parti, iktidardan aldığı payı arttırdıkça muktedir bir dil kullanan, yani devlet adına konuşan bir dile ve siyasete geçiş yapar. Siyasi partiler muhalefetteyken rakipleri devlet iktidarından ayırmaya, iktidardayken ise devlet iktidarıyla kendini özdeşleştirmeye çalışır. Siyasi partilerin kullandıkları dil genellikle iktidar ilişkilerindeki pozisyonlarıyla uyumludur. Bir partinin hem iktidarda olup hem de muhalif bir dil kullanması ancak bir noktaya kadar sürdürülebilir bir durumdur.
Tutarlılık ve devamlılık
Bu değişiklikler çoğu zaman birbiriyle etkileşim halindedir. Örneğin, parti genel başkanının değişimi aynı zamanda bir ideoloji ve strateji değişimi anlamına da gelebilir. 1972’de İsmet İnönü’nün yerine Bülent Ecevit’in CHP genel sekreterlik koltuğuna oturması aynı zamanda bir ideoloji ve strateji değişimini de içeriyordu. CHP Atatürk devrimlerini ve bürokratik vesayeti koruyan bir parti olmaktan ortanın solu siyasetiyle halka açılmaya ve kendisini görece devlet iktidarından daha uzağa konumlandırmaya çalışan muhalif bir partiye dönüşüyordu. Yine, 2010’da Deniz Baykal’ın yerine Kemal Kılıçdaroğlu’nun CHP genel başkanlığına gelmesi ideolojik ve stratejik değişimleri de kapsamaktaydı. Kılıçdaroğlu liderliğinde laik-milliyetçi söyleme sahip ve devlet iktidarının uzantısı konumundaki CHP’nin yerini sol-liberal söylem ile devlet iktidarını yıpratmaya girişen bir parti alıyordu.
CHP gibi görece durağan bir parti örneğinde dahi gözlemlenen bu dinamizmden yola çıkarak, siyasi partilerin değişen şartlara göre kendilerini yenileyerek varlıklarını sürdürmeye çabaladıklarını söyleyebiliriz. Bu yenilenme çabası bazen öyle bir hal alır ki siyasi partiler kendileriyle 180 derece çelişebilir. Ancak burada bir çelişkiden ziyade tutarlılık ve devamlılık durumu görmek gerekir. Örneğin CHP, kısa dönemli sapmalar bir kenara koyulacak olursa, Türkiye’de yaklaşık 200 yıla varan modern sivil ve askeri bürokratik aktörlerin iktidarını korumak için pozisyon alan bir siyasi oluşumdur. Bu amacı yerine getirirken görünürde geçmiş dönemlerle tamamıyla çelişen bir söylem ve strateji takip ettiği olmuştur.
1970’lerde Ecevit’in CHP’si halka açılırken amacı milleti devlet karşısında güçlendirmek, sivil ve askeri bürokrasiyi zayıflatmak değildi. Tam tersine bürokrasiye kafa tutmaya çalışan ancak henüz rüşdünü ispatlamaktan uzak ticari burjuva ve yerel eşrafa karşı önlem almaktı. Bunun için devletçi bir ekonomik modele ve milliyetçi popülist bir söyleme yaslanan bir siyasete ihtiyaç vardı. Kılıçdaroğlu’nun CHP’sinin devlet iktidarını yıpratma siyaseti de benzer bir nitelik taşımaktadır. Kemalist bürokrasinin zayıflaması karşısında CHP’ye düşen görev, devlet iktidarı üzerinde kontrolünü artıran siyaset kurumunu zayıflatmak ve oluşacak bir iktidar boşluğunda yeniden Kemalist bürokrasinin devlet iktidarı içerisindeki klasik rolünü oynayabileceği bir ortam yaratmaktır. Yani ‘siyasetin devleti’nin yerini ‘bürokrasinin devleti’nin almasıdır. Bu sebeple, iş adamından aydınına ve bürokratına laik orta sınıfların günümüzde devlet iktidarını eleştiren ‘demokratik ve özgürlükçü’ siyaset diline pek itibar etmemek gerekir.
AK Parti’nin dinamik yapısı
Güncel olarak yenilenme tartışmalarının odağındaki AK Parti’ye bakacak olursak, önümüzdeki süreçte yenilenmenin kapsamının en fazla kişisel düzeyde olacağını tahmin etmek zor değildir. Yenilenmenin kısa vadede parti yönetiminde, teşkilatlarda ya da kabinede bir revizyon şeklinde gerçekleşmesi mümkündür. Burada kritik nokta, kişisel düzeydeki yenilenmenin ideolojik ve stratejik bir değişime ne ölçüde yansıyacağıdır. Bu soruya cevap vermek için AK Parti özelinde ideoloji ve strateji boyutlarını biraz açmak gerekir.
İdeolojik olarak AK Parti üçüncü dönemini yaşamaktadır. AK Parti 2002-2008 yılları arasında muhafazakâr bir içeriğe sahip olmasına rağmen form olarak liberal-demokratik bir söylemle siyaset yaptı. Bürokratik vesayetin geriletilmesi için çoğulculuğu, insan haklarını ve hukukun üstünlüğünü liberal bir perspektiften savundu. 2008-2013 dönemini ise medeniyetçi bir siyaset belirledi. Toplumun bir siyasi topluluğa dönüşebilmesi için yerinden edilen laik-milliyetçi kimliğin yerine daha kuşatıcı bir kimlik konulması gerekmekteydi. AK Parti laik-dindar ve Türk-Kürt ayrışmaları başta olmak üzere toplumun belli başlı fay hatlarını yatıştıracak ve görünmez kılacak bir kimlik olarak “ortak” medeniyet vurgusuna başvurdu.
2013’te Gezi’yle laik-dindar ve 2015’te hendeklerin kazılmasıyla Türk-Kürt fay hatları yeniden aktive edildi. Laik kesim ve PKK-HDP güdümündeki Kürt cenahındaki başkaldırılar neticesinde AK Parti yerli-milli siyasete geçiş yaptı. Her ne kadar FETÖ’yle mücadele yerli-milli siyasetin genel çerçevesini belirler gözükse de laik kesim ve PKK-HDP güdümündeki Kürtlerin başkaldırısına karşı AK Parti’nin yeni bir siyasete geçiş yapması kaçınılmazdı. İktidarını toplumun geneline yayamadığı bir ortamda kendisini ve iktidarını koruma altına almasından daha doğal bir durum söz konusu değildi.
Yerli-milli siyaset aynı zamanda AK Parti’nin yeni bir stratejiye geçiş yaptığını da ortaya koymaktadır. Uzun süre muhalefet konumunda kaldıktan sonra AK Parti nihayet iktidar konumuna yerleşti. İlk dönemde (2002-2008) Kemalist bürokrasi, ikinci dönemde (2008-2016) ise Gülenist bürokrasi bunun önünde engeldi. İki iktidar odağının da zayıflamasıyla AK Parti ve genel olarak da siyaset kurumu iktidardan aslan payını almaya başladı. Elbette AK Parti iktidarı sadece siyaset kurumunun hakimiyetinden oluşmamaktadır. AK Parti ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan etrafında şekillenen iktidar bloğunun içerisinde yerli-milli siyaseti benimseyen milliyetçi bürokratlar, aydınlar ve iş dünyası da yerini almaktadır.
AK Parti dönemi Türkiye siyaseti tarihinde büyük bir kırılmayı teşkil etmektedir. 19. Yüzyılda Tanzimat (1839)’tan itibaren sivil bürokrasi iktidarı ele almış (1876-1909 yılları arasını kapsayan II. Abdülhamid döneminin önemli bölümü istisna tutulmak şartıyla), 20. Yüzyılın başından itibaren ise askeri bürokrasi ön plana çıkmıştır. Önce İttihatçılar, daha sonra Kemalist askeri elitler ülke yönetimine damga vurmuşlardır. 1930’larda sivil bürokrasiye format atılarak Batıcı bir ulus-devlet bürokrasisi niteliği kazandırılmıştır. Böylece bürokrasi içerisindeki çıkar ve ideoloji birliği tekrardan sağlanmıştır. Sivil bürokrasi, askeri bürokrasiyle birlikte, tekrardan devlet iktidarındaki merkezi yerini almıştır. Ancak bu noktada askeri ve sivil bürokrasi ve Batıcı aydınlardan müteşekkil Kemalist iktidar bloğu palazlanan ticari burjuva ve yerel eşrafla bir iktidar mücadelesine girişmiştir. 1940’lardan 2000’li yıllara kadar Türk siyaseti bürokrasi ile burjuva arasındaki bu mücadele tarafından belirlenmiştir.
2002’de başlayan AK Parti dönemi, toplumun ekonomik ve kültürel olarak dezavantajlı konumda bulunan geniş kesimlerinin bir siyasi aktöre dönüşerek ülkedeki iktidar mücadelesindeki yerini almasına şahitlik etmiştir. Millet bir iktidar odağı konumuna gelmiştir. AK Parti döneminin demokrasi kavramı ile birlikte anılmasının en temel sebebi bu gelişmedir. Milli irade ve milli egemenlik kavramları ilk defa lafta kalmanın ötesine geçerek siyasi hayatımızda somut bir gerçeklik kazanmıştır. İmparatorluk döneminde ‘yönetilen’ konumunda bulunan, Cumhuriyet döneminde ise ‘vesayet edilen’ bir kitle olma hali son bulmuştur. AK Parti’nin yukarıda zikredilen üç farklı dönemi arasındaki devamlılık bu noktadadır: Milli iradenin hâkim kılınması.
AK Partili muhalifler
Bu veriler ışığında AK Parti’nin mevcut siyasi çizgisini ve stratejisini değiştirecek adımlar atmasını pek muhtemel değildir. CHP, İYİ Parti ve HDP’nin (buraya SP de eklenebilir) güçlerini birleştirerek Millet İttifakı çatısı altında tek bir siyasi aktöre dönüşüp AK Parti’ye yeni bir rakiple karşı karşıya kalma durumu yaşattığı açıktır. 31 Mart ve 23 Haziran seçimlerinde bu yeni rakibin başarısı da ortadadır. Lakin bulunduğumuz noktada, AK Parti’nin yerli-milli siyaseti ve iktidar pozisyonunu bir kenara bırakıp yeni bir siyaset ve ittifak ortağı arayışına girmesini gerektirecek şartların oluştuğunu söylemek zordur. Daha da ötesi, muhalefetteki bu birleşme durumu AK Parti’yi mevcut yerli-milli siyasetine daha fazla sahip çıkmaya zorlamaktadır.
Yukarıda işaret edildiği gibi yerli-milli siyasetin ortaya çıkışında laik kesimlerin ve PKK-HDP güdümündeki Kürtlerin başkaldırısının rolü büyüktür. AK Parti’nin muhalefetin toplamının oluşturduğu bu yeni siyasi aktörün iç çelişkileri sonucu dağılmasını ya da zamanla momentumunu kaybederek zayıflamasını bekleyecektir. Muhalefet ise AK Parti’nin halkçı siyasi çizgiden saparak elitleşmesini ve parti tabanını daraltmasını umacaktır. Muhalefetin beklentisi AK Parti’nin iktidar zemini olan milli iradeyle bağının zayıflayarak mevcut ittifak ortaklarının, özellikle milliyetçi bürokrasinin ağırlığının daha da artmasıdır. AK Parti ile geniş toplum kesimleri arasında artan yabancılaşmanın kendilerine zaferi getireceğine inanmaktadırlar. Bu karşılıklı yıpratma mücadelesi muhalefetin yenilgisiyle sonuçlanırsa, ancak o zaman AK Parti’nin siyasi çizgisine yönelik ikinci dönemine benzer bir değişim hamlesi yapmasını bekleyebiliriz.
AK Partili muhaliflere baktığımızda ise, muhalefetin başarılarının ve AK Parti’nin hatalarının partiyi ve daha da önemli olarak Erdoğan’ın liderliğini yıpratmasıyla oluşacak durumu değerlendirmeye odaklandıklarını görmekteyiz. Bu arada Erdoğan ve partisinin yıpranmasını sağlayacak ya da hızlandıracak çekingen adımlar attıkları da gözlemlenmektedir. Abdullah Gül-Ali Babacan grubunun bu konuda daha temkinli hareket ettiği görülmektedir. Yeni oluşumların hareket tarzına bakıldığında, AK Parti’yi yıpratma konusunda ön planda olursalar sonrasındaki süreçte kurucu aktör olma şanslarını kaybedeceklerini ya da riske edeceklerini düşündüklerini söylemek mümkündür. Gül-Babacan ekibi ekonomik burjuva merkezli, Ahmet Davutoğlu liderliğindeki oluşum ise kültürel-muhafazakâr orta sınıf temelli bir siyaset odağına sahip. Orta sınıfa odaklanan bu her iki oluşumun da iktidar olmak için gerekli şartlara sahip olduklarını şu noktada söylemek oldukça zor. Her iki oluşumun da direkt iktidara oynadıkları, yani muhalefette kalıp mücadele verecek bir perspektifle siyaset yapmadıkları ve gerekli maddi kaynaklara sahip olmadıkları bilinmelidir. Bu durumda, mutlaka geniş halk kitlelerinin desteğini almaları gerekmektedir. Parti kurma çalışmalarının bir türlü somutluk kazanmamasının temel sebebinin AK Parti’yi destekleyen geniş halk kitlelerini ürkütmemek olduğu anlaşılmaktadır. Dolayısıyla, AK Partili muhaliflerin de mevcut yıpratma mücadelesine dahil olarak doğru zaman için beklemede kalacaklarını söylemek gerekir.
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *