İçinde bulunduğumuz günlerde BAE’nin Yemen’de konuşlu birliklerini çekmeye başlaması, sadece Suudi Arabistan’ı Yemen krizinde yalnız bırakmamış, bilakis Yemen savaşının kazanılması imkansız bir savaş olduğunu da göstermiştir.
Suudi tahtı üzerinde Yemen kabusu
Yemen iç siyaseti ve bölgesel/küresel aktörlerle girdiği angajmanlar tarihsel olarak Suudi yönetimi tarafından büyük bir dikkatle takip edilegeldi. Yemen’in güçlenmesini veya güçlü bir bölgesel/küresel rakip tarafından himaye görmesini Suudi Arabistan’ın toprak bütünlüğü ve güvenliği açısından en büyük tehditlerden biri olarak gören kurucu kral Abdülaziz 1953 yılında ölüm döşeğindeyken çocuklarına “Yemen’i zayıf tutun” tavsiyesinde bulunmuştu.
Suudi güvenlik doktrininde Yemen
Yemen’in Suudi güvenlik doktrininde işgal ettiği bu çok önemli rolün jeopolitik, demografik, ekonomik ve kültürel sebepleri var. Kızıldeniz, Bab el-Mendeb boğazı, Güney Arabistan’da işgal ettiği jeopolitik konum ve Suudi Arabistan ile bin 500 kilometreyi aşan uzun ve istikrarsız sınır yapısı, Suudi Arabistan’ın toprak bütünlüğü ve enerji nakil hatlarının güvenliği açısından Yemen’i çok önemli kılıyor. Yemen’in dünyanın nüfusu en hızlı artan ülkesi ve Arap Yarımadası’nın nüfus bakımından en kalabalık ve en yoksul ülkesi olması ve yükselen Yemen milliyetçiliğinin Suudi Arabistan’a dönük öfkesi Yemen siyasetinin Suudi güvenlik doktrininde önemli yer bir işgal etmesine sebep oluyor.
Yemenlilerin Suudi Arabistan algısı
Yemen’e ait olan Asir, Zizan ve Necran bölgelerinin Suud kralı Abdülaziz ile İmam Yahya tarafından 1934 yılında imzalanan Taif anlaşmasıyla Suudi Arabistan’a terk edilmesini hazmedemeyen Yemen’in, yüzyıla yakın bir süredir anılan bölgeler üzerinde hak iddia etmesi iki ülke arasındaki diğer bir gerginlik konusu. İki ülke arasında imzalanan anlaşmaya rağmen, kendilerine ait olan toprakları kaybetmiş olma duyguları, Yemen iç siyasetinde ve Suudi Arabistan ile olan ilişkilerde her zaman tedirginlik meydana getiren bir rol oynamaya devam etti. Çünkü 1920’lerden bu yana Yemen ile Suudi Arabistan arasında yapılan çoğu anlaşma ya Suudi Arabistan’ın kazandığı askeri bir çatışma sonrasında ya da Yemen’in içine düştüğü ekonomik ya da siyasi bir kriz sırasında gerçekleşti. Suudi Arabistan’ın Yemen’in askeri, siyasi ve ekonomik zayıflıklarından yararlanarak Asir, Zizan ve Necran bölgelerini kendi sınırlarına katması, Yemen kamuoyunda Riyad’a yönelen öfkenin en önemli sebebini teşkil ediyor. Suudi Arabistan ile yapılan tüm anlaşmaları Yemen’in zayıf zamanlarında imzalamak zorunda kaldığı ve bir gün tekrar güçlendiğinde kaybettiği toprakları geri alacağı inancı Yemen’de yaygın bir kanaat. Riyad’a yönelen bu öfke patlamasında, yükselen Yemen milliyetçiliğinin etkisini de görmek gerekir. Bu bağlamda, Yemen’in temel ulusal düşmanının komşu bir Arap devleti (Suudi Arabistan) olduğunu söylemek hiç de yanıltıcı olmaz.
Yemen’in Suudi tahtı üzerindeki etkisi
Yakın tarihte yaşanan iki Yemen krizi Suudi Arabistan iç ve dış politikasında radikal değişikliklere sebep oldu: Birincisi 1962 yılında Yemen’de krallığa son verip cumhuriyet rejimine giden askeri darbeyle Yemen’in iç savaşa sürüklenmesi, ikincisi ise 2010 yılında başlayan Arap Baharı süreciyle Yemen’de Suudi yanlısı Ali Abdullah Salih rejiminin çökerek İran yanlısı Husilerin ülkenin önemli bir kısmını kontrol etmesi.
1950’li yıllar Ortadoğu’da, “Arap Soğuk Savaşı” olarak adlandırılan, Mısır Cumhurbaşkanı Nasır’ın liderliğini yaptığı Pan-Arabizm (Arap birliği) ile muhafazakar Arap rejimleri arasında ideolojik ve jeopolitik mücadelenin yaşandığı bir dönem olmuştu. Bu dönemde Nasır’ın sosyalist Pan-Arabizm idealini etkili bir şekilde Arap kamuoyunun gündemine taşıması, bölge genelinde siyasi dalgalanmalara neden olmuştu. Ortadoğu genelinde monarşiyle yönetilen rejimlere savaş açan Nasır, “gerici” olarak tanımladığı bu rejimlerin yıkılarak yerlerine cumhuriyet rejimleri kurulmasını ve Arap birliği idealini güçlü bir şekilde desteklemişti. Nasır’ın etkili propagandasıyla 1958’de Irak’ta, 1962’de Yemen’de ve 1969’da Libya’da gerçekleşen askeri darbelerle monarşiler yıkılmış, yerlerine cumhuriyet rejimleri kurulmuştu.
1962 yılında monarşiyi deviren askeri darbenin doğurduğu iç savaş ortamı, Nasır’ın Yemen’e müdahalesi için uygun bir zemin oluşturmuştu. Bu tarihten itibaren Nasır’ın Yemen’deki cumhuriyet yanlılarını güçlü bir şekilde desteklemesi Suudi Arabistan’da şok etkisi yaratmıştı. Yemen’de Suudi yanlısı monarşiye karşı savaşan cumhuriyet yanlılarını askeri kuvvetleriyle destekleyen Mısır, Aralık 1962’de Yemen’deki kuvvetlerinin sayısını 13 bine, Şubat 1963’te ise 20 bine çıkartmıştı. Bu süreçte Yemen’i sadece askeri alanda değil, ekonomik olarak da güçlendirmek isteyen Nasır çok sayıda doktor, öğretmen ve teknisyeni de Yemen’e göndermişti. Mısır basınında Suudi Arabistan’ın güneyindeki Asir, Zizan ve Necran bölgelerinin Yemen’e ait olduğuna yönelik tartışmaların yapılması ve Mısır hava kuvvetlerinin Suudi Arabistan’ın güneyindeki bazı bölgeleri bombalaması Suudi Arabistan yönetiminin güvenlik kaygılarını derinleştirmişti.
Yemen’de krallığa son veren darbe Faysal’ın önünü açıyor
Yemen’de yaşanan gelişmelerin meydana getirdiği tehdidin büyüklüğü Suudi Arabistan iç siyasetinde etkili adımların atılmasını zorunlu kıldı. 1962 yılı sonlarında Kral Suud bin Abdülaziz tedavi için Avrupa’ya gidince, ona vekalet eden prens Faysal devlet idaresini devralmak için, kritik kurumlara kendi adamlarını atadı. Kral Suud Nisan 1963’te ülkeye döndüğünde, kendisini devlet yönetiminden izole edilmiş halde buldu. Suud uleması ise “ülkenin karşı karşıya kaldığı tehditlerle baş etme kabiliyetinden yoksunluğu ve sağlık durumunun kötülüğünü” gerekçe göstererek Kral Suud’un görevi Faysal’a bırakması gerektiğini bildiren bir fetva yayımladı. Hanedan ve meclisin de bu fetvaya verdiği tam destekle, Suudi Arabistan tarihinde bir ilk gerçekleşti: İlk defa bir Suudi kralı hayattayken, ülkedeki politik aktörlerin oydaşmasıyla, görevini kardeşine bırakmak zorunda kaldı.
Faysal’ın tahta oturması bir kral değişiminden öte anlamlar içeriyordu. Ülke tarihinde yine bir ilk olarak Muhammed bin Abdülvehhab’ın torunlarından biri tahta oturmuştu. Çünkü Faysal anne tarafından (Muhammed bin Abdülvehhab’ın kabilesi olan) el-Şeyh’e mensuptu. Sosyalist Arap milliyetçiliği karşısında ideolojik bir üstünlük elde etmek için, Faysal ulema kökenli bir aileden gelmenin verdiği özgüvenle, Suudi siyasetini İslami temelli bir yöne doğru çevirdi. Bu süreçte büyük bütçeler harcayarak Müslüman Kardeşler’in entelektüel mensuplarını Suudi gençlerinin eğitimi için görevlendiren Faysal (Dünya Müslüman Birliği [Râbıtatü’l-âlemi’l-İslâmî] ve İslam Konferansı Teşkilatı gibi) İslami organizasyonlar kurdu ve yardım organizasyonları oluşturdu. Kısa sürede Suudi üniversitelerinin akademik kadrolarına çok sayıda Müslüman Kardeşler mensubu yerleştirildi, Suudi eğitim müfredatı da Müslüman Kardeşler düşüncesinden etkilenerek düzenlenmeye başlandı.
Faysal bu süreçte bir taraftan ülke siyasetini İslami temellere dayandırırken diğer taraftan da ABD ile ilişkileri sıkılaştırma yönünde çalışmalar yürüttü; 1962 yılında Zizan’da bir ABD hava üssü kurulması için ABD yönetimi nezdinde girişimlerde bulundu. Üs talebini kabul eden Kennedy 1962 yılının sonlarında Faysal’a bir mektup göndererek ABD’nin Suudi Arabistan’ı korumak için gereken her şeyi yapacağını bildirdi. 1969 yılına gelindiğinde ise (ABD Başkanı Nixon’ın “Çift Sütun” (Twin Pillar) doktrini gereğince) çok büyük miktarda ABD silahı ve mühimmatı satın alarak Suudi Arabistan askeri kabiliyetlerini güçlendirmeye çalıştı.
Husilerin yükselişi Muhammed bin Selman’ın önünü açıyor
Arap Baharı sürecinde Yemen’de yaşananlar bir kez daha Suudi iç siyasetinde dalgalanmalara yol açtı. İran destekli Husilerin ülkede Suudi yanlısı Ali Abdullah Salih rejimini devirerek Yemen’in önemli bir kısmını kontrol etmeye başlaması, özellikle de Husilerin devrik lider Salih’in güvenlik kuvvetleri içindeki eski bağlantılarının da yardımıyla 2014 yılında başkent Sana’yı ele geçirmeleri, Riyad’da tehdidin hissedilirliğini artırdı. Husilerin başta başkent Sana olmak üzere Yemen’in önemli bir kısmını ele geçirmesi, İran’ın Hürmüz’deki doğrudan kontrolüne ek olarak, Bab el-Mendeb üzerinde dolaylı bir kontrol sağlayarak uluslararası petrol piyasasındaki etkisini artırması ve Levant bölgesindeki taraftarlarıyla deniz bağlantısı kurması için yeni imkanlar oluşturabilirdi. Yemen’i bu şekilde kendi nüfuzuna almak İran’a, Ortadoğu’da statükoyu değiştirebilecek ve bölgesel hegemonya kurabilecek bir güç sağlayabilirdi. Bütün bunlara ilaveten el-Kaide gibi yapılanmaların Yemen’deki iç savaştan da yararlanarak alan kazanması, Suudi güvenliği açısından diğer bir risk faktörüydü.
Suudi Arabistan’ın Arap Baharı sürecinde karşı karşıya kaldığı en önemli tehditlerden biri olan Yemen’deki bu istikrarsızlık, ülkenin iç siyasetinde hızlı bir değişime sebep oldu. Bu süreçte, nüfusunun yaklaşık üçte ikisinin gençlerden oluştuğu ülkede, karşı karşıya kalınan sorunlarla genç ve enerjik bir liderin baş edebileceği kanaati güçlendi. Henüz otuz yaşına girmemiş olan Muhammed bin Selman (MbS), yeni dönemde üstlendiği liderlik konumuyla, ülkeyi maruz kaldığı bu tehditlerden kurtarabilecek bir kahraman olarak öne çıktı.
MbS bu süreçte ülke siyasetinde öyle hızlı yükseldi ki henüz ikinci veliaht prensken bile, ülke tarihinde (amcası Faysal dahil) hiçbir prensin sahip olamadığı (Ekonomik İşler Konseyi Başkanlığı, Savunma Bakanlığı ve Kraliyet Mahkemesi Başkanlığı gibi) yetkilerle donatıldı. Taht mücadelesindeki muhtemel rakiplerini tasfiye etmekle işe başlayan genç veliaht, tıpkı amcası Faysal gibi, ülkenin politik kültüründe radikal değişimler hedefledi. “Ilımlı İslam”ı getrime adına, Suudi Arabistan’da geçmişte yaşanmayan hızlı bir değişim süreci başlattı. Eğlence Otoritesi adıyla kurduğu yapı eliyle sinema salonları açıp konserler ve dans gösterileri düzenledi.
Rüyanın sonu
29 yaşında, dünyanın en genç savunma bakanı unvanına sahip olan MbS’nin, kendisine yüklenen bu misyonu yerine getirmek ve gelecekte oturacağı Suudi tahtını garantilemek için aldığı en riskli karar, hiç şüphesiz Yemen’e dönük askeri müdahale kararıydı. Üstelik MbS bu kararı, Suudi devletinin önemli kurumlarını karar alma süreçlerinden dışlayarak almıştı. Yemen savaşının MbS’nin inisiyatifiyle başladığının en açık kanıtı, Suudi güvenlik kuvvetlerinin belkemiği olan Ulusal Muhafızların bu karar sürecinden dışlanmasıydı. Çünkü bu karar alınıldığı dönemde, Ulusal Muhafızların komutanı olan (Kral Abdullah’ın oğlu) Mit’ab Bin Abdullah yurt dışındaydı. MbS Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) Şeyhi Muhammed bin Zayed ve ABD başkanın başdanışmanı ve damadı Kushner ile var olan yakınlığının kendisini ve ülkesini Yemen krizinde altı ay içinde zafere götüreceğine öyle güçlü bir şekilde inanmıştı ki Yemen savaşının başlamandan üç ay sonra (2015’in Ramazan bayramında), önceden planlanmış Maldivler tatiline çıktı. Bu tatil sırasında ABD Savunma Bakanı Ashton Carter bile MbS’ye günlerce ulaşmamıştı.
İçinde bulunduğumuz günlerde BAE’nin Yemen’de konuşlu birliklerini çekmeye başlaması, sadece Suudi Arabistan’ı Yemen krizinde yalnız bırakmamış, bilakis Yemen savaşının kazanılması imkansız bir savaş olduğunu da göstermiştir. Aynı günlerde 500 ABD askerinin Riyad’daki Prens Sultan hava üssünde konuşlanmasına Kral Selman’ın onay vermesi, Suudi Arabistan’ın bu yalnızlığından kurtulmak için (geçmişte olduğu gibi) sırtını ABD’ye yaslamasından başka bir şey değildir.
[Fethi Özbey Orta Doğu’da bölgesel güvenlik ve dış politika konularında analizler kaleme almaktadır]
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *