Ümit Aktaş’tan ‘Cevapsız Sorular’

Ümit Aktaş’tan ‘Cevapsız Sorular’

Ömer basit bir evde yaşadığı, sıradan bir kıyafet giydiği ve ekmeğine sadece zeytini katık yaptığı halde, neden saraylarda oturmayanların ve sofrası zengin olmayanların muktedir olamayacağına dair bir duyguya sahibiz?

Cevapsız Sorular

Ümit Aktaş / Haber Duruş

Egemenlik “günlerinin aramızda dönüp dolaşacağını” ve hiçbir iktidarın ebedi olamayacağını bilmemize rağmen, neden türlü tezviratlarla da olsa iktidarımızı payidar kılmanın hakka muvafık olduğuna dair bir duyguya sahibiz? Oysa hakka muvafık olan asla zulme bulaşmamamız değil mi?

Ve hatta gerek istişarenin (günümüzdeki anlamıyla biçimsel de olsa demokratik seçimlerin ve temsilî süreçlerin) topluma yaygınlaştırılarak siyasetin çoğullaştırılması, gerekse “zenginliklerin belli bir zümre arasında dönüp dolaşan bir ‘devlet’ haline getirilmemesi” gerekirken, neden ısrarla siyaseti ve zenginlikleri, ister istemez zorbalaşmaya ve sömürücüleşmeye yol açacak biçimde belli bir kesimin inisiyatifine vermekte ısrarcıyız?

Neden İslam dünyası otoriter yönetim biçimlerini aşarak, siyaseti ve zenginlikleri paylaşmanın insanca bir yolunu bulamamakta? Sözgelimi Raşid Gannuşi gibi iktidarı paylaşabilme firaseti gösterebilmekten neden oldukça uzaktayız? Oysa siyasetin temel amacı toplumu selamete ulaştırmak değil midir? Sözümüzü, siyasetimizi ve zenginliğimizi paylaşmak, arınmanın ve barışmanın en asil ve asli yolu değil mi?

Neden Hz. Osman’dan beri yöneticiler (Aliya hariç elbette) vakti geldiğinde iktidarını başkasına bırakmak yerine, “Allah’ın giydirdiğini ben çıkaramam” diyerek, ölümüne dek egemenliği elinde tutma yoluna yönelmekte?

Oysa Allah’ın bizden giyinmemizi istediği yegâne giysi, takva (ölçülü ve hakkaniyetli davranma) giysisi değil mi?

Oldukça biçimselleştirilmiş ve zayıflatılmış da olsa, bir tür istişare sayılabilecek olan seçimlerin çıkarlarımıza araçsallaştırılması, sonuçta bir tek kişinin bile beyatı ile halifenin seçilmesi gibi bir akılsızlığı, siyasal bir düstur haline getirmedi mi? Öyle ki siyaset, giderek birlikte yaşamanın sözleşmeye dayanan bir usûlü olmaktan çıkıp, bir kurtarıcı aramanın kolaycılığı haline gelebildi. Bu sonuç ise toplumu, egemen’in “söz”ünü yankılayan bir boşluk haline getirmedi mi? Daha doğrusu istişareye açık olan “söz”, bu yolla bir “emir” haline gelmedi mi?

İstişareden, yani toplumsal katılımdan giderek uzaklaşmamız sonucunda, olumlu davranışların tekil örnekler olarak kalması ve adaletsizlik duygusunun yaygınlaşması, Müslüman toplumların giderek siyasetten uzaklaşarak amaçsızlaşmalarının temel nedeni değil midir?

Ömer basit bir evde yaşadığı, sıradan bir kıyafet giydiği ve ekmeğine sadece zeytini katık yaptığı halde, neden saraylarda oturmayanların ve sofrası zengin olmayanların muktedir olamayacağına dair bir duyguya sahibiz?

Neden cami ile adaletin yıkılması seçeneğiyle karşılaştığımızda, Ömer’in uygulamasının rağmına, yıkılan hep adalet oldu?

Neden Ali’leri sevdiğimiz halde iktidarda kalanlar hep Muaviyeler olmakta? Neden Harun gibi iktidara gelenler hep Karunlaşmakta? Bunlar sadece kişisel zaaflara mı dayanmakta, yoksa oldukça açık olan bir toplumsal ve siyasal düsturu unutarak ya da gözden çıkararak, istişare, şura, denetleme ve hesap sorma gibi temel toplumsal inisiyatife dair sorumluluklarımızı egemene devretme sorunuyla mı malûlüz?

Kuşkusuz ki siyasetnamelerde yapılageldiği gibi, tartışılması gereken liderlerin şahsi niteliklerinden öte, siyasetin temel ilkeleri. İlkeleri ayakta tutacak ise kişilerden ziyade, toplumsal aklın ve deneyimin tecessüm ettiği kurumlar. Bu temel hakikati görmezlikten geldiğimiz için değil midir ki iyilik ve kötülüğün bizim tercihlerimizle veya zaaflarımızla yaygınlaşabildiğini, dolayısıyla da tedbirlerimizi bu evrensel düsturu göz önünde tutarak almamız gerektiğini her defasında unutabilmekteyiz.

Ve işte bu nedenle de hakkın hukuktan, ahlakın ise haktan daha öncelikli oluşunu, sonuçları canımızı yaksa da umursamamaktayız.

Bunca deneyimden sonra artık en temel değerlerimizin ayakta tutulamamasının gerekçesini unutkanlıklarımıza, ihmalkârlığımıza, zaaflarımıza vererek geçiştiremeyiz. Kısacası artık kişileri bırakıp ilkeleri ve kurumları tartışmamızın vakti gelmedi mi?

İktidarın toplumsal özerklikleri ortadan kaldırma pahasına girdiği bir kısır döngünün kadersi niteliği İbn Haldun’dan beri neden hiç değişmedi? İktidar süresini zorlama yollarla uzatma ve iktidarı paylaşmama çabasının maliyetinin giderek telafi edilemez bir yük haline gelişine dair deneyim, neden bir toplumsal akla ve uygulamaya dönüşemedi?

Neden İslam dünyasında olumsuzluklar ve güvensizlikler üzerine oluşan bir bakışın önselliği, genel geçer bir eğilim olarak hayatımıza ve aklımıza çöreklenmiş durumda?

Aklın ve hukukun araçsallaştırıldığı bir siyasetin kötülükleri daha da çoğalttığını bilmemize rağmen, neden sadece ve sadece bir seçimi kaybetmemek için hep aynı tekrarların girdabında boğulmak zorundan kalmaktayız?

Gerçekten toplumunu düşünen bir iktidar açısından öne alınması gereken, bir seçim kaybedilecek olsa bile, bunca deneyime rağmen bir türlü hayata geçiremediğimiz evrensel bir ilkenin kazanılmasıdır: Paylaşma ve Barışma.

Neden iktidar krizleri ancak zorla (gücün hukukuyla) çözülebilmekte ve neden siyasetin ancak bu tür döngülerden bizi kurtaracak bir akılla (hukukun gücüyle) mümkün olabileceğine dair bir duyarlılığı ve bilinci geliştirebilmiş değiliz?

Neden ümmet(toplum)’e dair sorunlar üzerinde dururken, sadece kendi cemaat(parti)’imizin çıkarlarını düşünmekteyiz? Sadece bizim kurtuluşumuzun toplumsal bir kurtuluşu sağlayamadığını neden idrak edebilmiş değiliz?

Neden asıl korunması ve gözetlenmesi gerekenin devlet değil, o devleti de ortaya çıkaran toplum olduğunun farkında ve bilincinde değiliz?

Güce ya da entrikalara dayanarak iktidarı elimizde tutsak da neden bu gibi durumlarda ister istemez toplumun vicdanında hep, “hukuk”un adaleti sağlayamadığına dair bir duygu çöreklenmekte? Öyle ki vicdanlarda tortulanan bu tatsız hissiyat, adalete dair bir boşunalık duygusunu pekiştirdikçe ve ahlakla iktidar arasındaki mesafe açıldıkça, içtenliğini yitirmiş söylemler, şehirlerimizin çoraklaşması kadar yüreklerimizin duyarsızlaşmasını da önleyememekte. Giderek içi boş sözcüklere dönüşen siyasal söylemler, sadece sözcüklerin değil, tüm değerlerimizin de içini boşaltmakta. Yoksulluk artmakta, hayat yavanlaşmakta, bakışlarımız dalgınlaşmakta ve toprak verimsizleşmekte.

Siyasetin olağanlaştığı toplumlarda iktidar sıradan hayatları belirlemekte başat bir etken değilken, neden “bizim” gibi ülkelerde siyasalın aşırılaştırılması, yani iktidar merkezli bir siyaset anlayışı toplumsal inisiyatifleri neredeyse büsbütün belirleyebilme gücü kazanabilmekte? Öyle ki bu güç, kutsallıkla beslenerek ve adeta tanrısal bir egemenlik yetkisini iktidara atfederek, iktidara nesnel değil tanrısal ve dolayısıyla da Eş’arîci bakış açısıyla keyfi bir biçimde hayata müdahil olma hakkı ve yetkisi bahşedebilmekte. Temelinde ise bu tip aşırılaştırılmış ve akıldışı bir yetke, dinin değil, tarihsel süreç içerisinde dini de araçsallaştıran iktidar merkezli bir bakışın ürünü değil midir? Doğal olarak da bu, toplumun mecalsizleştirilmesiyle sonuçlanmakta veya mecalsizleşmiş bir toplum sayesinde gerçekleştirilebilmekte değil midir?

Neden güçlendirilmesi ve özerkleştirilmesi gerekenin, iktidar değil toplum olduğu gerçekliğinin bir türlü farkına varabilmiş ve ilkelerimiz kadar uygulamalarımızı bu yönde biçimlendirebilmiş değiliz?

Kim bilir? Belki de bu mevzuları sahici anlamda hiç tartış-a-madığımız, tarihle olduğu kadar toplumsal teamüllerimizle de yeterince hesaplaşamadığımız içindir!..

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *