Kader mevzusu “bildiğimiz anlamda” İslam’ın ve Kuran’ın meselesi değildir. Geçmiş kültürlerden etkilenerek Kurani kavramların yanlış yorumlanmasından ibarettir…
Kader mi Takdir mi?
Ali Korkmaz
Her din ve ideoloji, kavramsal olarak farklı ifadeler kullansa da kendisinin temel ilkelerine “iman” edilmesi ile başlamaktadır. İman sonrasında çeşitli analizler ve uygulamaya yönelik kabuller/kurallar ile kendisini topluma kabullendirmeye ve hayat bulmaya başlar. Bu aşamada kendinden önceki kabulleri zaman zaman değiştirerek zaman zaman da dikkate alarak kendisine uydurur. Zaman içerisinde de ortaya çıktığı dönemdeki saflık ve ilkelerinden uzaklaşır, kendini yenileyemediği takdirde de ya bir sentez olarak devam eder ya da tarihte bir bilgi/uygulama olarak tozlu raflarda yerini alır. Günümüze kadar erişen ve topluma egemen olan her din/ideoloji benzer süreçten geçmektedir. Ancak bilinçli takipçiler tarafından yapılan analizlerde bu durum vurgulanmakta, statükocu/muhafazakâr takipçiler tarafından bu süreç reddedilmektedir. Zira mevcut toplumsal/dinsel yapıların oluşmasında ve gelişmesinde rant/egemenlik belirleyici faktör olduğu için bu yapının en ufak değişiminde ekonomik/otoriter/hiyerarşik kayıplar olacağı endişesi, eleştiri ve değişimi reddetmeyi gerektirmektedir. Genellikle statüko, değişime direnen çoğunluğun etkisi altındadır. Toplumsal/dinsel yapılar da eninde sonunda statükocu/muhafazakâr yapıya dönüşmek durumundadır. Aksi halde antitezin ortaya çıkması mümkün değildir.
Toplumsal/dinsel yapıların hemen hemen hepsinde teslimiyetçilik temelli gelişen yapı zamanla egemen olmaktadır. Dinsel yapılarda bu durum “kader” ile ilişkilendirilirken, ideolojik yapılarda “determinizm” kavramı ile açıklanmaktadır. Temelde ise her ikisi de “zorlayıcılık ve belirleyicilik” içeren bir kavram haline dönüşmektedir. Kitleler de buna inandırıldıktan sonra rant/egemenlik düzeni saat gibi işlemeye devam etmektedir. Bu konuyu İslam dini ve ilk muhatap olarak geldiği Arap toplumu özelinde irdelediğimizde de aynı sonuca varmaktayız. Hatta bin beş yüz yıla yaklaşan İslam tarihi sürecinde de aynı yaklaşım ve sonuçlara ulaşmaktayız.
İslam dininde bir inanç maddesi haline gelen “kader” konusu kelime olarak Kuran’da geçmekle birlikte içeriğinin ne olduğu konusunda çok farklı yaklaşımlar vardır. Kader konusu, tarihsel süreç ve İslam tarihinde yaşanmış olayların süzgecinden bakıldığında içinden çıkılması mümkün olmayan bir konu haline dönüşmüştür. Halen tüm Müslümanların bu konuda kafası ya karışık ya da tartışıp konuşmamaya endeksli bir yaklaşım söz konusudur. Müminlerin en önemli özelliği olan “gaybe iman” konusu kapsamına dahil edilerek kafa karışıklığı giderilmeye çalışılsa da hiçbir zaman “ahirete iman” gibi “gaybe iman” kapsamına tam manasıyla dahil olamamıştır.
İslam alimlerinin de çeşitli kanıtlar öne sürerek “bana göre” kapsamında öne sürdüğü açıklamalar ise mezhebi farklılıkları belirlemeye yaramaktan öte ümmetin derdine, sıkıntısına veya kafa karışıklığına çözüm üretmeye katkıda bulunamamıştır. Bu nedenle İslam alimlerinin görüşleri içerisinden bir tanesine ikna olmak da konunun halledilmesine olanak tanımamaktadır. En sonunda “bu konular tartışılmaz” denilerek üzeri kapatılmaya çalışılmakta, ancak kafadaki istifhamlar devam etmektedir.
İnsanların yanlış/hatalı/eksik iman ve uygulamalarını düzeltmek için geldiğine inanılan bir din gerçekten bu konulara çözüm üretmemiş midir? Gerçekten bu konular boşlukta ve anlaşılmaz mı bırakılmıştır? Gaybe iman edilmesini müminin temel vasfı olarak niteleyen bir din, iman edilecek gaybi bilgilerin ne olduğunu da mı net ortaya koymamıştır? Böyle bir olasılık din hakkında şüphe doğurmaz mı? Gayb nedir ki kendisi de gayb olsun… Asıl sıkıntı bu noktadan başlamakta ve devam etmektedir.
Kader başta olmak üzere İslam dininin mesajının ne olduğunu anlamanın en doğru yolu, mevcut İslam kültüründen de yararlanarak İslam’ın geldiği ilk yıllarda ve toplumda neyin nasıl anlaşıldığını bilmekten geçmektedir. Sonraki yıllarda ortaya çıkmış, İslam dışı mevcut kültürlerle sentezlenmiş dinsel düşünce ve bakış açılarından kurtularak Kuran’ın ilk vahyolduğu yılları, düşünce ve yaşantısıyla o anki toplumsal yapıyı anlamak, sorunun çözümünde odak noktasıdır.
Konuyu irdelemeden önce vurgulanması ve anlaşılması gereken en önemli nokta “kader” kavramında öne çıkan iki temel düşüncenin olduğudur. Birincisi ve en yaygın olanı, kader kavramının “senaryo” türü bir yaşamın ezelde Allah tarafından belirlendiği ve insanların da yaşamak zorunda olduğu inanıştır. Ufak farklılıklar olsa da bu düşünce pek çok Müslümanda egemen olup, mezheplerinin çetrefilli düşüncelerinden bağımsız olarak da pratikte varılan sonuç budur. Bir diğer anlayış ise bilimsel/dinsel bilgilerin gelişmesine paralel olarak evrende var olan her şeyin bir “ölçü” dahilinde yaratılmış olduğudur. Bunun için de verilebilecek en güzel örnek, evrendeki her şeyin kimyasal maddelerden, fiziksel olaylardan ve matematiksel bir oran çerçevesinde meydana geldiğidir. Bu iki düşünce tartışmanın “temel belirleyici ve ayırıcı” noktasıdır. Ancak en başta şunu da belirtmek gerekir ki “kader” hiçbir zaman Resulullah zamanında İslam’ın tartışma konusu olmamıştır. Çünkü herkes Kuran’ın mesajını net olarak algılamıştır. Hatta hiç kimse müşriklerin “Allah dileseydi ne biz ortak koşardık, ne de atalarımız ortak koşardı, hiçbir şeyi de haram kılmazdık” sözlerine karşılık bu inanış şekline kapılarak “bu zulümler bizim kaderimizdir, karşı çıkmak boşunadır” dememiştir. Aksine yeni dinsel inanış çerçevesinde, kurulu ve işletilen statükoyu temelden sarsmış ve değiştirmişlerdir. Bunun için de ellerinden geleni yapmışlardır.
Vahyin geldiği dönemde Mekke toplumuna baktığımızda, ezilen ve mevcut durumuna rıza gösteren bir kesim ile toplumu yönlendiren, rantı ve egemenliği paylaşan, uydurdukları putlar üzerinden toplumda bir din algısı oluşturarak şirke bulaşmış bir din oluşturan, Allah’ın varlığını kabul yanında, aracılar olduğunu topluma empoze eden, melekler ve cinlerin egemen olduğu, Allah’a rağmen işler çevirdiğine inanan bir dinsel anlayış egemendi. Ezilenlerin yaşadığı tüm zillet ile ezenlerin egemenliğinin ilahi planın bir parçası olduğu, Allah’ın gariplere değil egemenlere yakın ve layık olduğu gibi bir düşünce yaygındı. Gücü elinde bulunduran her türlü karar alıp verme ve uygulama hakkına sahip iken güçsüz olanların itaatten başka hiçbir haklarının olmadığı öne sürülmekte idi. Bu toplumu düzenleyen en önemli veriler; insanın elinde bir şey olmadığı, yaşayacağı hayatın önceden belirlendiği, hatta fal okları ile gelecekten ve yaşanacak hayattan bilgiler edinilerek önlem alınmaya çalışılacağı yönünde idi.
Hatta “Allah’a ortak koşanlar diyecekler ki: «Allah dileseydi ne biz ortak koşardık, ne de atalarımız ortak koşardı, hiçbir şeyi de haram kılmazdık.» Onlardan önce yalanlayanlar da böyle söylemişlerdi de sonunda azabımızı tatmışlardı. De ki: «Yanınızda bize çıkarabileceğiniz bir bilgi mi var? Siz, sadece zanna uyuyorsunuz ve siz sadece saçmalıyorsunuz.»” (6/148) ayeti ile ezilenlerin yaşadığı olumsuz olaylar yanında ezenlerin kendilerinin yaptıkları olumsuzlukların da ilahi plan, yani kader dahilinde gerçekleştiğini öne sürmekte idiler. Sonuçta Kuran mesajının gelmiş olduğu toplumda da aynı günümüzdeki gibi “senaryo türü kader” anlayışı egemendi. Kuran bu toplumu şirk bataklığından kurtarmak isterken aynı zamanda bu anlayışla da mücadele başlattı. Bu nedenle Müslüman olan sahabelerde kader konusunda o döneme ait hiçbir itiraz bulunmamaktadır. Zira mevcut şirk durumunun kader olduğu ve rıza gösterilmesine dair ön kabulleri yoktu. Toplumsal dönüşüm ve değişim, sahabelerin ilk önce düşünce dünyasında sonrasında toplumsal yaşamında başlamıştı.
Kuran’ın ilk indiği dönemde kavramlar yerli yerinde kullanılıyor, mevcut düzenin kavramsal çarpıtmasından etkilenmiyordu. Ancak İslam’ın yayılması ve egemenlik sahasının gelişmesi esnasında farklı kültürlerle tanışmış olması da muvahhid dinsel inancın zedelenmesine ve etkilenmesine neden olmuştur. Bu da doğal bir süreçtir. Zira evrende var olan her şey bozulma eğilimindedir. Bu nedenle dinlerin hepsi bağlılarına uyanık ve diri bir bilince, bunu destekleyen bilgisel birikime sahip olmalarını öğütlemektedir. Bu konudaki çarpıtma ve kavram dejenerasyonuna en güzel örnek de Kuran’da 17/23-28 ayetlerinde, haram olarak bilinen fiillerin “kerih” olduğunun vurgulanmasıdır. Ancak zaman içerisinde fıkıh biliminin konusu olan “mekruh” kavramı, harama göre oldukça yumuşatılarak kavram kargaşasının önü açılmıştır. Tıpkı “kerih” kavramı gibi “kader” kavramı da bağlamından kopartılarak günümüzdeki halini almıştır.
Kuran çerçevesinde olaya baktığımızda gerek insanın gerekse şeytanın üzerinden verilen mesajlar konuyu daha net ortaya koymaktadır. Kendi başarılarını sahiplenen insanoğlu, ölüm ve zulüm gibi kontrolü altında olmayan olayları her zaman ilahi kökenli senaryo türü yazılmış kader anlayışına havale etmektedir. Oysa Kuran’da “İblis: «Öyle ise andolsun ki, beni azdırmana karşılık ben de onları saptırmak için her halde Senin doğru yoluna oturacağım.” (7/16) ayetinde şeytan da, yaptığı isyanın gerçek suçlusunun Allah olduğunu öne sürerek kendi yaptığı isyanı temize çıkarmaya çalışmaktadır. Tıpkı insanların da çağlar boyunca yaptığı gibi… Kuran bu ayetiyle bile senaryo türü kader anlayışını reddetmekte, bunun şeytani yaklaşım olduğunu gözler önüne sermektedir. “Fakat insana bir sıkıntı dokunuverince bize yalvarır, sonra kendisine tarafımızdan bir ni’met bahşediverdiğimiz zaman da o bana bir bilgi üzerine verildi der, belki o bir fitnedir velâkin pek çokları bilmezler.” (39/49) ayetinde de belirtildiği gibi olumlu olay ve sonuçları kendinden bilmekte, olumsuzları ise hep kaderden, yani Allah’ın yazdığını yaşamak zorunda olduğundan inanıldığı gibi..
Kader konusunun Kuran’da dayandırıldığı ayetler genelde “takdir etmek ve ölçü” ile ilgili ayetlerdir. Bu ayetlerde vurgulanmak istenen, evrende var olan her şeyin bir hesaba dayalı, matematiksel bir ölçü üzerine yaratıldığını vurgulamaktır. Bu ölçü, suyun iki hidrojen ve bir oksijen atomundan oluştuğu gibi, sevinmemizi veya sinirlenmemizi sağlayan sinirlerin oluşumunda ve çalışmasında gerekli olan kimyasal maddelerin de bir ölçü çerçevesinde yaratıldığını ve gerçekleştiğini vurgulamaktır. Ancak kader ve takdir kelimelerinin kökeninin aynı olmasına karşın, kader kavramına yüklenen “senaryo” anlamı devreye girince Kuran’ın mesajı geleneksel anlayışa kurban edilmektedir. “… O’nun katında her şeyin bir ölçüsü vardır.” (13/8) ile “…Haberiniz olsun ki, biz her şeyi bir kadere göre yarattık.” (54/49) ayetleri de bu ölçüye vurgu yapmakla birlikte anlamı kaydırılarak “senaryo türü kader” olarak yorumlanmıştır.
Kaderin farklı yorumlanmasına etki eden bir diğer ayetler ise “her şeyi yapanın Allah olduğunun” vurgulandığı ayetlerdir. “Sonra onları siz öldürmediniz, lâkin Allah öldürdü. Attığın zaman da sen atmadın, lâkin Allah attı. Bu da müminlere güzel bir imtihan geçirtmek içindi. Allah işitendir, bilendir.” (8/17) ayetinde olduğu gibi. Oysa bu ayetlerin indiği Mekke toplumunu düşündüğümüzde ayetler oldukça nettir. Toplumda, Allah’ın yanında şirk koşulan putların varlığı, Allah’ın günlük hayattan dışlanmış olması ve her şeyin Mekke ileri gelenlerince belirleniyor olması karşısında gerçek gücün Allah olduğu ve O’nun izni olmadan yaprak dahi kıpırdayamayacağı, yapılan her fiilin Allah’ın izni ile yapıldığı, insanların bu evrende güçsüz ve acz içerisinde bir varlık olduğu, insanların ve başka ilahların böyle şeylere müdahil olamayacağı, örneklerle öne sürülerek, evrenin merkezinde Allah inancının ve sünnetullahın olduğu vurgulanmaktadır. Ayrıca hayatta geçerli tüm kuralların ve kanunların yapıcısı ile yarattığı maddi dünya ile gerçekleştiricisi Allah’tır. O’na rağmen bir yaşam ve düşünce olamaz, olmamalı. Mümin olmanın yegâne ölçüsü de budur. Yoksa bizim her işimizi bizzat Allah’ın yapması gibi abes bir düşünce olamaz.
Kader mevzusu gündeme geldiğinde pek çok farazi soru gündeme getirilerek konunun anlaşılmasına çalışılmaktadır. En çok öne sürülen mantık “Allah yapamaz mı!” sorusuna endekslidir. Oysa Allah’ın her şeyi yapmaya gücünün yetiyor olması, yapmasını gerektirmez ki. Böyle bir beklentiye girmek, hatta gerçekleştirmek ise dünya düzenini altüst eder. Her olumsuz olayda müdahale etmesini beklemek akla da uygun değildir. Hatta böyle bir ön kabulde bulunmak “Ortadoğu’da milyonlarca insan zulüm altında inler ve ölürken Allah neden müdahale etmiyor” gibi önemli ve cevapsız bir soruyu da gündeme getirmektedir. Bu nedenle, soru doğru sorulmazsa konu daha da karmaşıklaşmaktadır. Ve Allah, dünyada egemen olan sünnetullahı dışına çıkmaz.
Konuyu daha iyi anlamak için bir başka örnek de “katil-hakim diyalogu” olmaktadır. Hakimin “Niçin öldürdün” sorusuna karşılık katilin “Allah onun kaderine ölümü yazmış, ben sadece aracıyım. Yoksa niçin öldüreyim.” savunmasına karşılık hakimin kader çerçevesinde verebileceği makul bir cevap yoktur. Bu durumda Allah’ın yazdığı kaderi gerçekleştiren katil nasıl sorumlu tutulabilir. Yazılmamış olsaydı o da özgür bir insan olarak yaşamına devam edecek, katil olmayacaktı. Halk deyimiyle, alnına Allah tarafından yazılmış olan bir kaderi yaşamak zorunda kalmayacaktı. Ayrıca yaşam bir sınanma yeri ise insanın hür iradesi ile yaptıklarından hesap vermesi en doğru olanıdır. Yazılmış bir senaryoyu, niçin oynadın diye suçlamak ve cezalandırmak değil.
Kader konusu gündeme geldiğinde yine insanların ilgilendiği konu, ecel ve ömür, yani yaşam süresidir. Bu konu üzerinde de çok durulmuş ve tartışılmıştır. Ecelin ne olduğu, ertelenip ertelenmeyeceği gibi pek çok ayrıntı bulunmaktadır. Bu konuda Kuran’da «Günahlarınızı bağışlasın ve sizi belli bir süreye kadar ertelesin. Kuşkusuz Allah’ın takdir ettiği süre gelince ertelenmez. Eğer bilseydiniz..» (71/4) ayeti çerçevesinde ecelin ertelenmeyeceğine vurgu yapılmaktadır. Bu ve benzeri ayetleri bir arada değerlendirdiğimizde insanın yaşam süresinin belirli olduğu ve bunun değiştirilemeyeceği gibi vakti gelince de gerçekleşeceği öne sürülmektedir. Bu konuyu değerlendirirken de “takdir” çerçevesinde ele almak gereklidir. Her bireyin ömrü; genetik yapısı ve bulunduğu çevresel koşulların etkisi altındadır. Doğum ağırlığı, hava kirliliği, savaş, güneş, nemli hava, beslenme, kimyasal etkisi gibi faktörler bireyin genetik yapısı ile etkileşerek yaşam süresini kısaltabilmektedir. Ömür ise insana bahşedilmiş potansiyel yaşama süresidir. Ecel ise bu ömrü belirleyen genetik ve çevre koşullarının sınırlandırdığı yaşam süresidir ki ertelenmesi mümkün değildir. Ancak pozitif kişilik, özellikler ve uygulamaları geliştirerek ecel süresi maksimum potansiyel ömre kadar uzatılabilir, bu süreyi aşma olasılığı da yoktur. Gelenekte dua ve sadaka ile ömrün uzaması da bu kapsamdadır. Zira her ikisi de insan bedeni ve çevresine pozitif enerji yüklemekte, olumsuz koşullardan uzaklaştırmaktadır.
Kader ile bağlantılı olarak ele alınması gereken bir diğer konu ise “dua” kavramıdır. Her din/ideolojinin temel taşlarından birisi dua olup, din/ideoloji sahibinden bir şeyler isteme ve dileme ritüelidir. Şikâyet ve temennilerin bildirilme makamıdır. İslam dininde de dua vardır ve haktır. Ancak bu kavram da diğer kavramlar gibi altüst edilmiş, yapmamız gereken tüm işler Allah’a havale edilir olmuştur. Hatta şiddet ve eziyet altında can çekişen de, ev ve araba gibi dünyevi menfaat dileyen de aynı yolla dua etmektedir. Kısaca, bir anlamda kaderi yazdığına inanılan Allah’a, kaderi kendi lehine değiştirmesi için talepte bulunulmaktadır.
Kuran açısından olaya baktığımızda ise dua kavramı çok farklı şekilde öne çıkmaktadır. Kuran’daki dualar, dünyevi/maddi rant/fayda elde edilmesine yönelik olmayıp çok farklı boyuttadır. Birkaç örnekle konuyu açıklamaya çalışırsak ayetlerde öne çıkan hususlar şunlardır: “Bize doğru yolu göster. Kendilerine lütuf ve ikramda bulunduğun kimselerin yolunu; gazaba uğramışların ve sapmışların yolunu değil!” (1/7); “Ey Rabbim! Benim ilmimi artır. (20/114); “Ey Rabbimiz! Biz kendimize zulmettik. Eğer bizleri affetmezsen ve bizlere acımazsan hüsrana uğrayanlardan oluruz.” (7/123); “Ey Rabbim! Katından bana temiz bir zürriyet ver. Şüphesiz sen duaları işitensin.” (3/38); “Ey Rabbim! Bilgim olmayan şeyi senden istemekten sana sığınırım. Ve eğer beni bağışlamazsan ve beni esirgemezsen, hüsrana uğrayanlardan oluruz.” (11/47) ayetlerinde görüldüğü gibi Allah’a yapılan dualar soyut içerikli, tamamen iyi insan olmaya, imanlı olmaya, affedilmeyi talep etmeye, kısaca insanın gayreti ile yapacağı şeylerin sonucunda ettiği taleplere bağlıdır. Yoksa para, ev, araba, meslek gibi dünyevi kazançlara yönelik talepler değildir. Yan gelip yatarak başaramadığımız işleri yapması için Allah’a havale etmek değildir. Ne yazık ki “dua” kavramı da “kader” gibi bağlamından koparıldığı gibi, birbirine de yanlış şekilde bağlanmıştır. Duayı Kuran’daki şekliyle ele aldığımızda, insanın tamamen kendi çabası ile çalıştıktan sonra Allah’tan da sonucu isteme ve bekleme olduğu ortaya çıkmaktadır. Her şey de sünnetullah çerçevesinde gerçekleşmekte, hak etmeyen bu sonucu istese bile alamamaktadır. Öyle olsa idi İslam’ın ilk yılları ve Resulullah sonrası dönemde dinsel olarak önde ve karakter olarak da sağlam Müslümanların olduğu dönemde dua edilmediği, edilse de kabul edilmediği anlamı çıkar. Oysa eylemsiz dua tek başına hiçbir anlam ifade etmemekte, maddi/rant anlamında ise sonuç hiçbir zaman gerçekleşmemektedir.
Sonuç itibariyle kader mevzusu “bildiğimiz anlamda” İslam’ın ve Kuran’ın meselesi değildir. Geçmiş kültürlerden etkilenerek Kurani kavramların yanlış yorumlanmasından ibarettir. Zira insanları rahatlatmak, yaşamı kolaylaştırmak, iman ilkelerini şirk ve birtakım olumsuz unsurlardan temizlemek için gelme iddiasında olan bir dinin, böyle karmaşık ve bin beş yüz yıldır çözümsüz bir problemi ortada bırakması düşünülemez. Hatta iman esaslarının dayandırıldığı ayetlerden olan “Ey iman edenler! Allah’a, Peygamberine, Peygamberine indirdiği Kitab’a, ve daha önce indirdiği kitaba iman edin. Kim Allah’ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve ahiret gününü inkâr ederse sapıklığın en koyusuna düşmüş olur.” (4/136) ayetinde de böyle bir maddenin geçmemesi konunun nasıl ele alındığına, daha doğrusu alınmadığına, işaret etmektedir.
Kısacası Kuran’ın “takdir ve kader” kelimeleri; evrende var olan her şeyin Allah’ın koymuş olduğu kanunlar çerçevesinde ve mükemmel ölçüler dahilinde gerçekleştiğini, bu kuralların dışına hiçbir şey/kimsenin çıkamayacağını, bu kuralları kendisinde hiçbir özellik olmadığı halde varmış gibi davranan/davranılan putların dahi değiştiremeyeceğini, Allah adına hareket ettiğini zanneden/gösterenlerin de aşamayacağını vurgulamaktadır. Hatta sünnetullahın geçerli olduğu bu dünyada hiç kimse konulan ölçülerin dışında bir bilgiye sahip olamayacağı için herhangi bir üstünlük iddiasında bulunamaz, sihir ve büyü gibi sapmalarla veya doğaüstü güçleri kullanarak hiç kimseye zarar veremez denilmektedir.
Velhasıl, her bireyin Allah’ın vermiş olduğu maksimum potansiyel ömür içerisinde genetik yapısı ve çevresel koşullar altında yaşam süresini uzatma ve kısaltması da bir noktada kendi elindedir. Yaptığı her davranış ve uygulamadan, gücü ve etkisi miktarınca birinci derecede sorumludur. Sorumluluğunu kendinin dışındakilere atma ve yükleme hakkı yoktur. Her nefis, kendi elleri ile yaptıklarından sonuna kadar sorumludur.
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *