Washington-Tahran hattındaki kriz, Asya’daki güçler arasında da yeni bir kutuplaşmaya yol açıyor ve bu da aktörleri küresel sistemin geleceğine ilişkin tercih yapmaya itiyor.
ABD-İran krizinde ezber bozmak: Basra-Hint-Pasifik ekseni
Prof. Dr. Mehmet Seyfettin Erol / AA
ABD ile İran arasındaki kriz gündemdeki yerini korumaya devam ediyor. Krizin seyri hakkında kafalar epey karışık. Zira aktörler arasındaki güven sorunu, bu krizle bir kez daha zirveye ulaşmış durumda. En kötü senaryonun gerçekleşmesi halinde ortaya çıkacak “öngörülebilir sonuç”, hiç kuşkusuz bu tabloda oldukça önemli bir yere sahip. Yeni uluslararası sistemin inşa sürecindeki zeminin fazlasıyla kaygan oluşu ve aktörlerin güç-çıkarlar ekseni üzerine inşa ettiği kaypak tutum her ne kadar tüm dünyayı bu olası sonuca sürükler gibi görünse de, diğer taraftan krizin yeni eksenlerin inşasını gündeme getirdiği de görülüyor.
Nitekim düne kadar birer ezber niteliğinde olan bir takım ilişkiler-ittifaklar yaz-boz tahtasının birer parçası haline dönüşmüş durumda. Özellikle Asya-Pasifik’teki iç ve dış kenar hilali oluşturan aktörlerdeki hareketlilik burada önemli bir yere sahip. Asya-Pasifik bölgesinin değişen jeopolitiği, Avrasya merkezli meydan okumanın da geleceğini büyük ölçüde etkileyeceğe benziyor. Aktörlerin tutumundaki belirsizlikten kaynaklanan krizle ilgili farklı yorum ve görüşlerdeki enflasyon da bunun somut göstergesi olarak kabul edilebilir. Son dönemde artan “faili meçhul saldırılar” da bu bulanıklıkta kendine düşen rolü fazlasıyla oynuyor.
Bu bağlamda, 12 Mayıs 2019 tarihinde Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) sınırlarında bulunan Füceyra limanı açıklarında ve 13 Haziran 2019 tarihinde Umman körfezinde iki gemiye yönelik saldırılar gündemdeki yerini koruyor. Her ne kadar bu saldırılar İran’a fatura edilmeye çalışılsa da, bu konuda uluslararası kamuoyu (İngiltere dışında) pek ikna edilebilmiş görünmüyor. İşin trajikomik tarafı, saldırıya uğrayan Japon bandıralı geminin sahibi, kaptanı ve mürettebatı bile ABD’yi yalanlıyor. Nitekim Japon hükümetinden de İran’ı hedef alan bir beyan söz konusu değil.
O zaman ortada başka bir oyun var. Bunun ne olduğunu anlamak için 2009’da Brookings Enstitüsü tarafından yayımlanan “Hangi Yol İran’a Gider?: İran’a Yönelik Yeni Amerikan Stratejisi için Seçenekler” başlıklı rapora bakmak gerekiyor.
ABD’deki derin kafa karışıklığı
Söz konusu çalışmada, ABD’nin İran’a yönelik askeri müdahalesini gerekçelendirmek için, bu ülkenin provoke edilmesi gerektiğinin belirtilmesi ve “İran provokasyonu” olmadan yapılacak bir saldırının maliyetinin ağır olacağının tartışılması fazlasıyla dikkat çekici. Raporu hazırlayanlara göre, ABD provokasyonları hava saldırıları için bir bahane olarak kullanmalı, bu provokasyonlar kışkırtıcı ve ölümcül olmalıdır.
Bu kapsamda, ABD’nin Kapsamlı Ortak Eylem Planı’ndan (KOEP) çekilme kararının, uzun zamandır beklenen “İran savaşını” haklı çıkarmanın bir aracı olarak düşünüldüğü ifade edilebilir. Ancak raporun hazırlanmasının üzerinden geçen 10 yıllık süre içinde İran’ın askeri kapasitesi tamamen değişmiş bulunuyor. Zira Irak’ın işgalinden sonra Orta Doğu’da oluşan güç boşluğunu değerlendiren İran, askerî anlamda tarihinin en üst seviyesine ulaştı. Böyle bir durumda İran’la savaşmak ABD açısından büyük maliyetlere ve kayıplara yol açabilir. Vaziyetin farkında olan Trump askeri müdahale yerine, daha çok ekonomik baskıyı tercih ediyor.
Nitekim iktidarının ilk günlerinde Pompeo ve Bolton gibi İran karşıtı şahinleri yanına alarak İran konusunda onlarla uyumlu bir politika izleyen Trump, son zamanlarda bahsi geçen isimlerden farklı bir çizgide konumlanıyor ve aldığı kararlarla Beyaz Saray’daki görüş ayrılığını ortaya koyuyor. Örneğin, Bolton 2019 Mayısında bölgeye 120 bin asker gönderileceğini açıklarken, Trump bu sayıyı bin 500 olarak ifade etti. Asker sayısındaki bu farklılık bile Beyaz Saray’daki görüş ayrılığının bir göstergesi olarak değerlendiriliyor. Bu farklılık, haliyle yöntemler konusunda da ciddi bir görüş ayrılığına ve derin bir mücadeleye işaret ediyor. Dolayısıyla 13 Haziran 2019’da, Japonya Başbakanı Şinzo Abe’nin Tahran’da bulunduğu sırada iki gemiye gerçekleştirilen saldırı, akıllara farklı olasılıkları getiriyor.
İlk olasılık, bu saldırıların İran’la savaşılması gerektiğini düşünen aktörler tarafından gerçekleştirilmiş olması. Zira İran’la savaşın önceden hazırlanan bir plan olması durumunda, böylesi bir provokasyona ihtiyaç vardır. Trump’ın askeri müdahale yerine ekonomik baskı yöntemlerini tercih ettiği düşünüldüğünde, İran’la savaş yanlısı olan Pompeo ve Bolton gibi şahinler, provokasyonun sorumlusu olarak ön plana çıkıyorlar. Ancak İran’a karşı savaşı destekleyen İsrail, Suudi Arabistan ve BAE gibi ülkelerin de bu provokasyonları düzenleme ihtimali var. Dolayısıyla bu saldırıların birden fazla aktörün işine yaradığı görülüyor.
Bu da akıllara ikinci bir olasılığı, İran’ı getiriyor. Saldırıya uğrayan petrol tankerlerinden birinin Japonya’ya ait olması, saldırının arkasında İran Devrim Muhafızları Ordusu’nun (DMO) olabileceğine işaret ediyor. DMO saldırıyı Japonya başbakanının İran’da bulunduğu sırada gerçekleştirmek suretiyle, suçu başkasının üzerine daha rahat yıkmayı ve ülkesini mağdur göstermeyi planlamış olabilir. Böyle bir planın yapılma ihtimalini güçlendiren bir diğer husus ise DMO tarafından ülkede ABD’ye duyulan güvenin ve ABD’nin yürüttüğü psikolojik operasyonun etkisinin azaltılmasıdır. Yani DMO bu saldırıyla, ABD ile müzakereler yapılmasına ılımlı bakan reformistler ile savaş yanlısı muhafazakârlar arasındaki anlaşmazlıklara son vermeyi hedeflemiş olabilir.
Saldırının Abe’nin Tahran ziyareti sırasında düzenlenmesi, sabotaj ihtimalini üçüncü bir olasılık olarak ortaya çıkarıyor. Her ne kadar bu ziyaretin ABD ile İran arasındaki krizin çözülmesinde etkili olacağı vurgulansa da, Japonya’nın kendi jeopolitik çıkarlarının bulunduğu da göz ardı edilmemeli. Görüşmeler sırasında Japonya’nın Çabahar limanı projesinde yer almasıyla ilgili müzakereler yapılması, İran üzerinden Afganistan ve Orta Asya’ya ulaşmak isteğini gösteriyor. Bu şekilde Japonya geleneksel rakibi olan Çin’i çevrelemeye çalışıyor.
Diğer taraftan Japonya’nın bu tarz girişimlerde bulunması, ekonomik çıkarlar açısından Çin’i ve bağımsız dış politika yürütmeye çalışması bakımından da ABD’yi (kısa vadede olmasa bile) uzun vadede rahatsız etmeye aday. Dolayısıyla Abe’nin Tahran ziyareti sırasında bu saldırının gerçekleşmesi, yukarıdaki devletlerin herhangi biri tarafından düzenlenen bir sabotaj olma ihtimalini gündeme getiriyor.
Yeni dengelere doğru
Görüldüğü üzere, ABD ile İran arasındaki krizi tetikleyen herhangi bir olay, aynı zamanda küresel ve bölgesel aktörlerin çıkarlarını da etkiliyor. Bu nedenle Japonya Başbakanı Abe’nin İran ziyaretinin Hindistan boyutundan da bahsetmek gerekiyor. Kuşkusuz Japonya, Çabahar limanına yatırım yaparak Hindistan’la ortak haline gelecektir. Çabahar limanı projesine 500 milyon dolarlık yatırım yapan Yeni Delhi limanın büyük bir kısmını yönetme hakkını da elde etmiş oldu. Japonya ve Hindistan’ı bir araya getiren diğer bir faktör de Çin tehdidi. Söz konusu ülkelerin İran’ın en büyük petrol ithalatçıları arasında yer alması ise ABD-İran krizindeki önemli aktörler olarak değerlendirilmelerine yol açıyor.
Bilindiği üzere, ABD’nin ilk aşamada sekiz ülkeye tanıdığı yaptırım muafiyetini kaldırmasından sonra, Japonya ve Hindistan petrol alımlarını durdurdu. Buna karşılık Çin İran’dan petrol ithal etmeye devam ediyor. Hindistan ve Japonya İran’dan petrol ithal etmek isteseler de henüz ABD’ye karşı bir adım atmadılar. Dolayısıyla Tahran, uluslararası pazarlara açılabilmek ve ABD’nin ekonomik baskı kampanyasını aşabilmek için Çin’i kilit ülke olarak görüyor. Pekin yönetiminin İran petrolünü satın almaya devam etmesinin sebebi ise ABD ile Çin arasındaki ticaret savaşları. Pekin, petrol satın almaya devam ederek İran’ı bir koz olarak kullanıyor. İran bu sebepten dolayı Çin’e karşı epey temkinli duruyor.
Diğer taraftan, ABD ile İran arasındaki krizde Japonya ve Hindistan, Çin’e karşı aynı cephede yer alan iki ülke. Söz konusu ülkelerin hem ABD hem de İran’la iyi ilişkilerini sürdürmeye çalıştığı görülüyor. Washington ile Pekin arasındaki ticaret savaşı da dikkate alındığında, Çin’e karşı ABD-Japonya-Hindistan üçgeninin oluştuğu ifade edilebilir.
İran AB, Rusya ve Çin’e ne kadar güveniyor?
İran Cumhurbaşkanı Ruhani’nin en çok güvendiği Avrupa ülkelerinin ABD karşısında ses çıkaramadıkları ortada. Avrupa -amiyane tabirle- İran’ı satmıştır. Çin’in durumu ise İran açısından muğlak bir görüntü arz ediyor. İran Çin’in kendisini ABD ile olan ticaret savaşlarında bir koz olarak kullanmaya çalıştığını düşünüyor ve tepkisini buna göre belirliyor. Örneğin, 26 Nisan’da Pekin’de düzenlenen 2. Kuşak Yol Zirvesi’ne Ruhani katılmadı. Dışişleri Bakanı Zarif’in İran’a destek turunda önce Hindistan, sonra Japonya ve son olarak Çin’i ziyaret etmesi de Pekin’e bir uyarı mahiyetinde. Tahran Pekin’e adeta “Eğer bizi desteklemezsen, biz de senin bölgedeki rakiplerin olan Hindistan ve Japonya’yla işbirliği kurarız” mesajını veriyor. 14 Haziran Şanghay İşbirliği Örgütü Bişkek zirvesi basın bildirisinde İran’ın (Hindistan ve Afganistan’la beraber) Pekin’in Kuşak Yol girişimini destekleyen ülkeler arasında bulunmaması da bu açıdan manidar.
Şu aşamada İran’ın yanında duran ülke Rusya. Ortadoğu politikasını Suriye iç savaşıyla birlikte, özellikle de 2015 sonrasında etkinleştiren Rusya açısından İran önemli bir ortak. Fakat Moskova’nın sonuna kadar Tahran’ın yanında duracağını söylemek de çok doğru olmaz. ABD’den alacağı önemli bir taviz karşılığında Rusya her an İran’a verdiği desteği kesebilir ve açıkçası bu da sürpriz olmaz. Zira İran bu konuda fazlasıyla tecrübeye sahip. Dolayısıyla Rusya’nın nereye ve ne zamana kadar İran’ı destekleyeceği hususu büyük bir önem arz ediyor.
Tahran’dan Rusya ve Çin’e sarı kart
Bu durumda İran için ABD ile müzakere kapısını açık tutmak daha bir önem kazanıyor. Nitekim Zarif’in Japonya ziyaretinin akabinde, Şinzo Abe’nin ABD ile İran arasında arabulucu olması gündeme geldi. Çabahar limanı üzerinden gündeme gelen işbirliği arayışları, bu noktada her ne kadar “Japonya-Hindistan-İran-Afganistan” hattında Çin’i kuşatma planı olarak değerlendirilse de, diğer taraftan Trump’ın 2017’nin Aralık ayında yayımladığı Ulusal Güvenlik Strateji Belgesi’ndeki “Hint-Pasifik” kavramını akıllara getiriyor.
Çin’in Gwadar limanına ve bu kapsamda Çin-Pakistan Ekonomik Koridoru’na Hindistan’ın bir tepkisi olarak ortaya çıkan Çabahar, görünen o ki Japonya’nın da dâhil edilmesiyle bir “Basra-Hint-Pasifik Koridoruna/Eksenine” dönüşüyor. Açıkçası İran Trump’ın Japonya kartı üzerinden Çin ve Rusya’ya oldukça etkili bir mesaj veriyor. Tahran bu iki ülkeden yeterli desteği bulamadığı takdirde, “Kenar Kuşak Ekseni’nin” bir parçası olacağını ortaya koyuyor. Dolayısıyla Pekin ve Moskova’nın bundan sonra atacağı adımlar, söz konusu eksenin geleceğini ve ABD-İran gerginliğini büyük ölçüde şekillendireceğe benziyor.
Sonuç olarak, Washington-Tahran hattındaki kriz, Asya’daki güçler arasında da yeni bir kutuplaşmaya yol açıyor ve bu da aktörleri küresel sistemin geleceğine ilişkin tercih yapmaya itiyor. Kısa ve orta vadede bölge ülkelerinin bir savaş senaryosu beklemediği de anlaşılıyor. Zira halihazırda sürece hâkim görünen de diplomasi. Bu bağlamda, Japonya ve Hindistan İran’la işbirliğine devam ederken Çin’e karşı yeni bir cephe oluşturuyor; Rusya ve Çin ise ABD’ye karşı kendi kurdukları cepheyi sağlamlaştırmaya çalışıyorlar. İran burada kilit ülke konumunda ve tercihleri konusunda farklı mesajlar veriyor. Kendisine yönelik muğlak tutuma aynı şekilde cevap veren İran, üstü örtülü bir şekilde Stephen Kinzer’in Ezber Bozmak: İran, Türkiye ve Amerika’nın Geleceği adlı kitabını Rus ve Çinli muhataplarına hatırlatıyor. ABD de sanki bu hususu görüyor ve oyunu bunun üzerine kurguluyormuş gibi görünüyor.
[Ankara Hacı Bayram Veli Üniversitesi öğretim üyesi olan Prof. Dr. Mehmet Seyfettin Erol aynı zamanda Ankara Kriz ve Siyaset Araştırmaları Merkezi (ANKASAM) başkanıdır]
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *