Hayatta ciddi bir eser bırakmak isteyenler, iman edip, dinini hayata taşıyanlardır. İman hayatın en büyük kuvvetidir. Bunun en önemli örneği Resulullah (as) efendimizdir. Dünyada en büyük inkılapları gerçekleştirenler iman ehli olanlardır.
Dinli Bir Hayat, Hayatlı Bir Din
Yakup Döğer
Bu yazımızda II. Meşrutiyet dönemi İslami basından olan “İslam Mecmuası”nın 6. sayısında yer alan, Abdüllatif Nevzat’ın “Dinli Bir Hayat, Hayatlı Bir Din” adlı seri makalesinin birinci bölümünü kritik etmeye çalışacağız.
İslam Ansiklopedisinde dergi hakkında şöyle denilmektedir: “II. Meşrutiyet’in ilânından sonra belirgin bir şekilde ortaya çıkan fikir akımlarından Türkçü düşünce ile İslâmiyet’i bağdaştırma amacı güden İslâm Mecmuası, İttihat ve Terakkî Cemiyeti’nin finanse ettiği bir yayın organıdır. Onu dönemin diğer İslâmcı dergilerinden ayıran özellik, millet kavramı ile İslâmî düşünceyi birlikte ele alması ve İslâmiyet’in sosyal yönü ve fonksiyonuyla ilgili meselelerde yoğunlaşmasıdır.
Kazanlı Halim Sabit’in (Şibay) idaresinde on beş günlük olarak 30 Kânunusâni 1329 – 30 Teşrînievvel 1334 (12 Şubat 1914 – 30 Ekim 1918) tarihleri arasında yayımını sürdüren dergi altmış üç sayı çıkmıştır. Başlangıçta otuz iki sayfa iken savaş yıllarının maddî sıkıntıları dolayısıyla daha sonra hacmi on altı, bazen da sekiz sayfaya inmiştir.
Abdüllatif Nevzat 1889 doğumlu olduğu bilinmekle birlikte, hayatı hakkında çok fazla bilgi bulunmamaktadır. Bazı bilgilere göre 1930’lu yıllarda CHP’den Bursa milletvekili olduğu belirtilmektedir. Eğer bilgiler doğru ise, böyle bir makale yazıp da sonrada nasıl bir dönüşüm yaşar da CHP’den vekil olur üzerinde düşünülmesi gerekiyor. Tabi bunun benzeri örnekleri yaşadığımız dönem itibarıyla çok daha fazlaca görülmektedir. Biz Abdüllatif Beyin yazmış olduğu dikkat çekici makalenin ifadelerine bakalım.
Abdüllatif Bey makalesinde din ve dünya işlerinin bütünlüğüne işaret etmekte, dinin hayattan, hayatı dinden koparmanın Müslümanlar için mümkün olmadığını dile getirmektedir. Abdüllatif Nevzat’ın makalesini kaleme aldığı yıllar, Osmanlı’da devlet ve toplum açısından modernleşmenin hız kazandığı ve dinin ilerlemeye mani olduğu görüşünün çok yaygın olarak ifade edildiği yıllardır. Meşrutiyetin ilanıyla birlikte kuvvetler ayrılığı prensibi ağır aksakta olsa işletilmeye, dönemin bütün kesimleri tarafından neredeyse kutsiyetine inanılan Kanun-i Esasi değiştirilmeye başlamıştır. Makaleden anlaşıldığı kadar Abdüllatif bey bu gelişmelerden rahatsızdır ve dinin hayatın dışına taşınmasının Müslümanlar açısından mümkün olmadığı kanaatindedir.
Yaşanılan dönem itibarıyla (bugünde öyle olduğu gibi) Müslümanlık kısmen köşe bucak unutulmuş, değerine akıl erdirilememiş, Allah’tan korkmadan bütün değerler yabancılara satılmış, dinden uzak bir hayat hâkimiyet sürmektedir. Mümin kul asırlardan beri Allah’ın en büyük saffet ve nimeti olan “Hak” tan, “hayat” tan uzak düşmüştür. Hâlbuki imanın, İslam’ın esası hayattan ibarettir. İslam dini kendisine iman edenlere sadece dünyada yaşamayı yeterli görmemekte, birde ahiret hayatı vaad etmektedir. Bu ise ebedi hayattır. Bugünkü hayatın anlamına varamayan, yarınki ebedi hayatın anlamını hiç kavrayamayacaktır. Hayatının merkezine ahireti koymayanlar, elbette bu dünyadaki hayatlarının sonucunda ahiretteki nimetlere kavuşamayacaktır.
Varlık hayattan, dinde hayatın kendisinden ayrılmaz bir bütün iken, din ve hayat olarak bu iki unsur birbirinden nasıl uzaklaştırılabilir? Uzaklaştırılamaz, uzaklaştırılmamalıdır. Abdüllatif Bey makalesinde tevhid akidesine vurgu yapmakta, dini dünyadan ve hayattan ayrılmaz, bir bütün olarak ifade etmektedir. Dinin müdahil olmadığı hiçbir alan yoktur. Lakin insan her zaman kendisi için iyi olanı kavrayıp anlayamıyor. Hele Müslümanların bu tavrı çok acı olmuştur. İman ehli “dini” hayattan” ayırdıktan sonra, dünyadan da ayrılmıştır. Hatta sadece dünyadan değil, Kur’an’dan ve imandan da ayrıldı. Abdüllatif Efendi kalem erbabı birçok Müslümanın bugün söylemekten çekindiği, söyleyemediği, yanlış anlaşılırım korkusuyla dile getiremediği ifadeleri çok açık bir şekilde ve cesaretle yazıp konuşmaktadır. “Din işi ayrı dünya işi ayrı” diyenler için, dini hayatın dışına taşıyan, dinsiz bir yaşam tarzı tasavvur edenler için, hem dünyalarını kaybettiklerini, hem de imanlarını kaybettiklerini söylemekte bir beis görmemektedir. Esasa tekabül eden ifadeleri yüz yıl önce, hem de çok sıkıntılı bir dönemde yazıp konuşabilmekte elbet başka bir beceri ve cesaret işidir.
İlginç bir durumdayız ki, günümüzde Abdüllatif Beyin bu ifadeleri bir hedef göstermeden sadece durum tespiti için dahi sarf edilecek olunsa, kimi cenah tarafından aşırı giden, kimi cenah tarafından ise tekfir ehli olarak vasıflanmak içten bile değildir. Daha da ilginç olan taraf, İslam olmak, Müslüman olmak öyle bir hale getirildi ki, yeryüzünde hiç kâfir yok, zalim yok, fasık yok, münafık yok. Sabah akşam Allah’a hasımlık yapanlar, Allah’ın dinini hayatın dışına atanlar, atmaktan daha beter yapanlar, yasaması, yürütmesi, yargısıyla birlikte bütün Hududullah’ı çiğneyenler dahi Müslümandır! Mustafa Sabri Efendi’nin tabiriyle, “gayba iman edenlerle etmeyenleri birbirinden ayıran kesin sözden” çok uzaktayız.
Abdüllatif Efendi, dinin hayattan ayrılmasını, fıtri kanunlara karşıda en büyük günah olarak değerlendirir. İnsan fıtratı bizatihi dinin kendisidir. Dinin hayatın dışında bırakılması, insanın kendisine, fıtratına yapabileceği en büyük kötülüktür. İman kurtarıcı bir güçtür. Lakin inanmak sadece inanmak için değildir. Hayatta ciddi bir eser bırakmak isteyenler, iman edip, dinini hayata taşıyanlardır. İman hayatın en büyük kuvvetidir. Bunun en önemli örneği Resulullah (as) efendimizdir. Dünyada en büyük inkılapları gerçekleştirenler iman ehli olanlardır. Eğer bir şeyler başarmak isteniyorsa, dinin hayatla olan bağı güçlendirilmelidir.
Abdüllatif Efendi’nin dini dünyaya karıştırmayalım diyenlere de bir çift sözü varır. “Dini dünyaya karıştırmayalım din, bir emri vicdanidir” diyenler, evvela dini saniyen Müslümanlığı, salisen kendilerini anlamamış demektir. Akide hayatın manivelasıdır. En samimi iman, hayat, amelidir.” Dini dünyaya, hayata karıştırmayalım diyenler ne dini anlamış ne Müslümanlığı ne de kendilerini anlamıştır. Zira yaşamayan, ortalarda görülmeyen, bir eseri olmayan, dünyaya karışmayan akideler iman değildir. Abdüllatif Efendi dini dünyaya karıştırmayıp da Müslüman diyenlere bir de soru sorar: “Niçin inandıklarımızı yapmayalım, inanmıyorsak niçin inandığımızı söylüyoruz?”
Abdüllatif Efendi kelami tartışmalardan eski bir derdimiz dediği iman-amel ilişkisine de değinir. “Bu suali, yalnız vicdan değil, kanun-u umumi fıtratta irad ediyor ve fıtratı idare eden bir imandır. Bu sözlerimle eski bir derdimize, iman amelden bir cüz müdür, değil midir? mevzusuna parmak koymak istemiyorum. Çünkü zihnim, imanın parçalanmasına ve binaenaleyh böyle bir davanın mevzu-u münakaşa olmasını kabul etmiyor. İman amelden, amel imandan cüz değil, iman mahza amel (hayat) diyor. Sağlam imanlar, hayattan kaçmayanlardır. Hayatı sevmeyen, anlamayan Müslümanlık imani değildir.” Abdüllatif Efendi çok ciddi bir konuda çok ciddi ve önemli izahlarda bulunur. Amelsiz imanın mümkün olmayacağını, imanın parçalanamayacağını beyan etmektedir.
Siyasetten ekonomiye, eğitimden hukuka, devletten sivil topluma, bireyden ulusa, askerden sivile, bilgiden amaca, hemen hemen her şeyin dinden ayrıldığı 21. yüzyıl Müslümanlarının ve yaşadığımız ülkenin durumu Abdüllatif Beyin ifadeleri ışığında değerlendirilirse nasıl bir sonuç çıkacaktır? Kâl diliyle “Müslümanım” demenin, hal diliyle inkar edildiği modern dönem Müslümanlığı, bu beyanların altında utanır ezilir mi? Yoksa hiç oralı olmadan hayata nefsinin istediği gibi devam eder mi? İslamsız bir devlet, İslamsız bir siyaset, İslamsız bir ekonomi, İslamsız bir eğitim, İslamsız bir hukuk, İslamsız bir medya, İslamsız bir ticaret… Lakin bütün bunları İslamsız yapıp da Müslüman olarak hayata devam etmek? Daha da ilerisi ve kötüsü İslam’ın laik/seküler düzen için herkes tarafından kullanışlı hale getirilmesi. Siyasetçisinden tüccarına, eğitimcisinden hukukçusuna, askerinden siviline, bütün kesimlerin dini kendi çıkarları için dillerinden düşürmemesi, ama buna rağmen dinin buyurduğu hiçbir şeyi yapmamaları nasıl bir sapmadır?
Abdüllatif Efendi, din-dünya dengesine de değinir. “Hayat eşittir iman” dengesini fıtrat teşkil eder. Bu iki kuvvet birbiriyle uyumlu olmalıdır. İmanın varlığı hayattaki karşılığıyla ortaya çıkar, hayatı idare edense imandır. Kadir olan Allah ise iki tarafın kurallarını koymuş ve dengeyi kurmuştur. Bu dengeyi bozmak, bozmaya kalkışmak ise imansızlıktır. Allah’ın taktirine karşı gelmek, isyan etmektir.
Abdüllatif Efendi’nin değindiği diğer bir husus kadercilik anlayışıdır. “Aleyhimizde dünyanın dilen doladığı “kaderperest” lik akidesinin menşe-i imanı hayattan uzak tutmak oldu.” der. Dünyanın Müslümanlar için kaderine teslim olmuş, siz ne yaparsanız onlar boyun eğer dediği kitleler olmanın sebebi ise yine imanı hayattan uzak tutmaktan kaynaklanmıştır. Müslümanım diyenler nandıklarını yaşamadılar. Hâlbuki inandıklarını yapsalardı netice böyle çıkmayacaktı. Demek ki hayata karışmayan, hayatı idare etmeyen iman olamıyor. Dinde zorlama yoktur demek, dinin gereklerini yerine getirmemek demek değildir. Eğer dinde zorlama yoksa neden iman ediyorsunuz? Eğer iman etmişseniz neden imanınız hayatınızda karşılık bulmuyor? Hasılı görülüyor ki iman eşittir hayat düsturuna muhalefet ettikçe fesat başlıyor, nizam-ı alem bozuluyor, enfüsi ve afaki birbirine giriyor.
Abdüllatif Nevzat Efendi’nin makalesi, yüzyıl öncesinden bugünleri görmüş yazmış gibi bir his uyandırıyor okuyucusunun zihninde. Kaldı ki bu makalenin yazıldığı dönemlerde toplum ne bu kadar ahlaksızlaşmış, ne de günümüzdeki kadar Allah’a, dini İslam’a, peygamberine, kitabına bu kadar pervasızca davranmaktaydı. Hiçbir değere, kutsala, inanca, insana saygısı olmayan toplumsal yapı, insaf ve izan sahiplerini ciddi anlamda endişelendirmektedir.
(İslam Mecmuası sayı 6, sayfa 178 Tarih: 23 Nisan 1914)
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *