Yüzyılın Anlaşması’ndan kamuoyuna sızdırılan detaylar, hakkaniyetli ölçülerde ortaya çıkacak iki devletli çözüm bir yana, “güçlünün hukuku” olarak isimlendirilebilecek bir sonuca işaret ediyor.
Yüzyılın Anlaşması ya da ‘Yahudi barışı’
Ceyhun Çiçekçi / AA
Yüzyılın Anlaşması’na dair geçtiğimiz günlerde ortaya çıkan detaylar, ABD’nin onlarca yıl bir biçimde çözüme kavuşturmaya “çalıştığı” sorunda havlu attığına ve uluslararası hukuku bir yana bırakıp güç politikasına meylettiğine işaret ediyor. Önerdikleri devlet Tukidides’e rahmet okutacak cinsten: İsrail yapabildiğini yapıyor, Filistin çekmesi gereken eziyeti çekiyor.
İki devletli çözümü esas alan temel tarihi gelişme Oslo süreci sonunda imzalanan anlaşmalardı. Bu vesileyle iki taraf da bir diğerini tanımış oluyor ve Filistin’e geçici ve kısıtlı bir yönetimi tecrübe etme imkânı sağlanarak, ilerleyen yıllarda bağımsızlığını kazanacak bir devletin temelleri atılmış oluyordu. Yıl 1993’tü. İsrail’de Siyonist sol bir hükümet işbaşındaydı. Eski bir genelkurmay başkanı olan İzak Rabin “barış güvercini” olarak anılıyordu. Hâlbuki Arap milliyetçiliğinin köküne kibrit suyu döken Altı Gün Savaşı’nda İsrail ordusunu kumanda eden oydu. Bir bakıma da barış seçeneğini aktive edebilecek bir kişisel politik sermayesi vardı, İsrail kamuoyunda. Lakin anlaşmaların imza edilmesinden kısa bir süre sonra, bir miting esnasında öldürüldü; hem de Tel Aviv gibi ülkenin kozmopolit bir şehrinde. Öldürüldüğü meydana ismi verildi. Fakat hatırası barış ihtimalinin güçlendirilmesine yetmedi. Aksine, 1977’den bu yana süregelen Likud iktidarlarına nazaran İşçi Partisi’nin kısa süren bir parantezi daha böylece kapanmış oldu.
Netanyahu’nun ilk iktidar deneyimi de söz konusu iki devletli çözüm fikrinin hayata geçirilme çabasıyla zemin buldu. Kendisi Oslo sürecinin anti-teziydi. Filistinli örgütlerin çeşitli saldırıları, Netanyahu’nun güvenlikleştirici diline meşru bir atmosfer ve uygun bir kamuoyu meydana getirdi. 1996 yılında ilk defa Knesset seçimlerinden ayrı yapılan Başbakanlık seçimlerini işte bu atmosferde kazanarak, İsrail’in bugünlerine de imza atacağı süreci başlatacaktı. Yaklaşık yirmi üç yıllık bu dönem, iki devletli çözüm fikrinin öldürülmesi için de gereken süreydi. O günlerden bugünlere (Ehud Barak’ın iki yıllık iktidar süreci haricinde) kendisi olmasa da fikirleri iktidardaydı; süreci Likud geleneği yönetmekteydi. Kısacası, Oslo süreciyle iki devletli çözüm ihtimalinin belirmesi, Filistin otoritesi adı altında otonom bir yapı tesis edilmesi ve bu yapının yönetimine kısıtlı da olsa Batı Şeria’da ve Gazze’de teritoryal bir alan tevdi edilmesi, İsrail kamuoyu tarafından bir kez daha ciddi bir şans verilmeyen bir öneriydi. Uluslararası hukuk ölçüleriyle girişilen Oslo süreci, aslında çoktan ölmüştü. Yerini tek taraflı eylemleriyle “lütfeden” bir rejim aldı. Etnokrasinin güçlendirilmesi, Likud geleneğinin iktidar yıllarında öne çıktı.
Bugünlere kadar uluslararası kurumların bağlayıcı hükümleriyle ortaya koyduğu kimi kararlar (BMGK 181, 242 vb.) ve uluslararası toplumun Filistin sorununun hakkaniyetli çözümü için ortaya attığı kimi planlar rafa kaldırılmış görünüyor. Kamuoyuna sızdırılan detaylara bakıldığında, hakkaniyetli ölçülerde ortaya çıkacak iki devletli çözüm bir yana, “güçlünün hukuku” olarak isimlendirilebilecek bir sonuca işaret ediliyor: Silahsızlandırılmış, önceki anlaşmalarla temellenmiş toprakları işgal ve ilhak edilmiş, stratejik olarak parçalanmış bir Filistin. Bu anlaşmaya da “yüzyılın anlaşmasından” ziyade, “pax Judaica” ya da “Yahudi barışı” denmesinde herhangi bir sakınca yok artık.
Neden Yahudi barışı? Sistemik ve bölgesel düzeylerde elde ettiği kazanımlar, onu hegemonik bir varlığa dönüştürüyor. Her ne kadar abartılı ve komplovari bir iddia gibi görünse de, söz konusu hegemonya İsrail’in varlığını, merkeziliğini ve idare etme kapasitesini ön plana çıkarıyor. Hem beka tehditlerinden azade bir meşrulaşma yaşıyor hem coğrafyasını ve politik pozisyonunu merkez alan bir etki dalgası Arap kalpgâhına doğru kademe kademe inşa ediliyor hem de söz konusu etkiyle şekillenen ittifak politikalarının argümanlarını üretmenin sponsorluğunu üstleniyor.
Son dönemde özellikle ABD’nin ve Trump yönetiminin sergilediği politikalar ve tutumlar (salt Trump’ın kişiliğine indirgenmeksizin) sistemik düzeydeki gelişmelerin eseri olarak okunmalı. Söz gelimi, işgal edilmiş Doğu Kudüs’ün İsrail’in başkenti olarak tanınması ya da yine işgal ve ilhak edilmiş Golan tepelerinin İsrail’in toprağı olarak kabul edilmesi, sistemik dönüşümlerden bağımsız bir patikada ilerlemiyor.
Örneğin Rusya, yakın çevresini konsolide ederken kalkıştığı birtakım eylemlerle uluslararası sistemin yapısını da dönüştürdü. 2008’deki Gürcistan müdahalesi ve ülkenin fiilen bölünmesi ve 2014’te de Ukrayna’nın aynı kaderi paylaşması ve Kırım’ın ilhakı, Birleşmiş Milletler ile zirve noktasını temsil eden, anlaşma ve teamülden oluşmuş devletler hukukunu bir kenara koymuştu. En temel sav, “silah yoluyla toprak elde edilmemesi” ilkesi dahi yok sayılmış, işgal ve ilhak rejimlerinin kurulmasıyla birlikte, sistemik düzeydeki güç mücadelesi de fütursuz bir hal almıştır.
Sistemik düzeyde yaşanan bu fütursuzluk hali, ABD’nin özellikle de İsrail politikası bağlamında belirgin yansımalara sahip. Bizleri rahatsız eden, Kudüs’ün İsrail’in başkenti kabul edilmesini veya Golan tepelerinin İsrail toprağı addedilmesini, öncelikle bu minvalde değerlendirebiliriz.
Bir diğer bağlam, kuşkusuz, artık gözümüzün içine sokulan bölgesel düzeydeki gelişmeler. İsrail’in, özellikle de pax Americana’nın bir uzantısı olarak, 1990’lı yıllardaki İsrail-Türkiye aksının yapısal alternatiflerini geliştirmesi ve bir biçimde hayata geçirmesi, bölgesel düzeydeki dönüşümün en can alıcı noktasını oluşturuyor. Söz konusu bölgesel düzeyde, Arap çeperini coğrafi olarak avucunun içine almış oluyor. Kendi sınırlarından başlayarak, yakın çevresinde kademeli güvenlik kuşakları inşa etmiş oluyor. Arap yarımadasını tescilli hinterlandına dönüştürüyor. Bütün bu süreçleri de İran “tehdidini” işlevsel bir biçimde kullanarak gerçekleştiriyor. Ortak tehdit, yapısal dönüşümün yolunu açıyor.
Bir diğer güvenlik kuşağını ise Doğu Akdeniz’de görmek mümkün. Bugün bizi de fazlasıyla meşgul eden bir başlık haline gelmiş olan Doğu Akdeniz politiği, İsrail’in hegemonik bir diğer aksına işaret ediyor. Yunanistan ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY) bu aksın yapıtaşları ve Türkiye’nin ikamesi olarak oyuna sokuldular. Mısır ise her iki kümenin kesişim noktası; bir diğer ifadeyle Pax Judaica’nın stratejik dayanağı/derinliği.
Artık farklı bir fazdayız. Söz konusu ittifakları/aksları zayıflatmak veya gevşetmek ilk hedefimiz olmalı. Bunu da ancak söz konusu devletlerle bir biçimde ilişki halinde olursak sağlayabiliriz. Aksi halde sadece Filistin’in değil, bizim de istikbalimizi yakından ilgilendiren sınırlandırmalar giderek artacak gibi görünüyor.
[“Arap Baharı Sonrası İsrail Dış Politikası: Kavram, Bağlam, Pratik ve Kuram” kitabının yazarı olan Ceyhun Çiçekçi Bandırma 17 Eylül Üniversitesi’nde öğretim görevlisidir]
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *