İlhan Uzgel’e göre, Batı, İslam’ı da, Müslüman ülke ve topluluklarını da hiçbir zaman stratejik bir tehdit, bir güvenlik sorunu olarak görmedi.
Gazete Duvar yazarlarından İlhan Uzgel, İslamofobi ve Batı’da İslam karşıtı bir yükseliş olmasına karşın, söylendiği gibi bir düşmanlık olmadığını iddia ediyor. Buna karşılık, İslamofobi söyleminin, İslamcılar için yeni bir küresel mağduriyet hissine hizmet ettiğini, hatta giderek sekülerleşen genç kuşakları yeniden İslamcılık içinde tutmanın yollarından biri olarak göründüğünü savunuyor.
Yazısında şu değerlendirmeyi yapıyor Uzgel:
İslamcılara göre İslamofobi
2000’lerde ABD ve Avrupa coğrafyasında yükselişe geçen sağ popülizm ve ırkçılık kendisini İslamofobi olarak ortaya koymaya başladı. Bu yazıda Batı’da kendisini giderek daha güçlü bir şekilde hissettiren ötekileştirici, aşağılayıcı ve zaman zaman şiddete başvuran bir siyasal ve toplumsal eğilim olan İslamofobi üzerinde duracağım ve bunun Türkiye’deki İslamcılar tarafından nasıl algılandığını ve kendi siyasal kullanımlarına uygun hale getirilmeye çalışıldığını tartışacağım.
BİR BATI HASTALIĞI OLARAK IRKÇILIK
Irkçılık her toplumda görülebilir ve görülmektedir de. Fakat tarihsel ve siyasal olarak Batı tipi ırkçılık kendisine özgü nitelikler taşır. Tarihsel açıdan emperyalist yayılmayla birlikte ırkçılık felsefi, entelektüel, bilimsel (sosyal Darwinizm) hukuksal ve kurumsal bir süreç olarak Batı siyasal sisteminin en önemli dayanaklarından biri olmuştur. Örneğin, kölelik, kolonileştirme, toplama kampları gibi modern hakimiyet, baskı, yok etme ve sömürü teknikleri ırkçılık ideolojisi aracılığıyla meşrulaştırılmıştır. Örneğin, ABD Yüksek Mahkemesi 1896’da aldığı bir kararla, Bağımsızlık Bildirisindeki “bütün insanlar eşit yaratılmıştır” ifadesine dayanarak savunma yapan siyahi bir vatandaşına “eşit ama ayrısın” diye cevap vererek beyazlarla aynı araçları kullanamayacağını hükme bağlamıştır. Batı’da ırkçılık bazen siyahların köleleştirilmesi ve ırk ayrımcılığı (ABD’de segregation), bazen Yahudilerin baskı altına alınması ve nihayetinde soykırım, bazen de son dönemde görüldüğü gibi İslamofobi şeklinde dışa vurmaktadır. Dünyanın hiçbir coğrafyasında ırkçılık hem siyasal, hem hukuksal, hem ekonomik, hem dış politika hem de kültürel bir üstünlük ideolojisi olacak şekilde bu ölçüde kapsamlı olarak geliştirilip uygulanmamıştır.
BİR IRKÇILIK TÜRÜ OLARAK İSLAMOFOBİ
Batı’da bir yandan yeni ırkçılık türü olarak İslamofobi yükselişteyken genel olarak çözülemeyen bir Müslümanlarla nasıl birlikte yaşanacak, toplumsal hayata nasıl entegre olacaklar tartışması sürüyor. Şu anda Batı Avrupa’da 20 milyon kadar Müslüman yaşıyor. Bunlar içinde nüfusa oran olarak yüzde 9 ile en çok Müslüman nüfus Fransa’da, onu Hollanda yüzde 7, Almanya ve İngiltere yüzde 4 ile izliyor.
Sorun yalnızca şu anki sayılar da değil. Aynı zamanda Müslüman nüfusun artış hızının yüzde 2,6 ile yüksek bir düzeyde seyretmesi, ayrıca yaş ortalamasının çok genç olması da bir sorun olarak görülüyor. Buna devam eden göç baskısı da eklenince projeksiyonlar Müslüman nüfusta büyük bir artışa işaret ediyor. 2010-2016 arasında Avrupa’ya 2,5 milyon Müslümanın göç ettiği tahmin ediliyor. Bu büyüyen nüfusa bir de İslam’ın giderek daha çok görselleşmesi, minareler, helal satış yapan dükkanlar, Cuma namazlarında yollara taşarak trafiğin kesilmesi gibi görüntüler, peçe kullanımı, tabii IŞİD saldırıları eklenince ırkçı hareketlerin İslami simgeler üzerinden siyaset yapması kolaylaştı. Bütün veriler camilere yapılan saldırıların, Müslümanlara ama özellikle kadınlara yönelik taciz ve baskıların arttığını gösteriyor. Avrupa Azınlıklar ve Ayrımcılık Araştırması üç Müslümandan birinin ayrımcı ya da önyargıya dayalı muameleye maruz kaldığını gösteriyor.
Sorun sıkça değinildiği gibi yalnızca ekonomik koşullara indirgenemeyecek kadar karmaşık. Örneğin, ırkçı Pegida hareketinin yükselişe geçtiği Almanya’da işsizlik oranı yüzde 4 civarında. Kaldı ki, yeni göçmenlerin ve Müslümanların yaptığı işler Almanların özellikle sahip olmak isteyecekleri çalışma alanları değil. Tersinden bir örnek olarak, işsizliğin çok daha yüksek olduğu ve tarihsel olarak Endülüs deneyimini yaşamış olan İspanya’da İslamfobi çok daha düşük düzeyde. Sorun daha çok kimlik siyaseti çerçevesinde gelişiyor ve ekonomik etkenler bunun olarak kullanılıyor.
İSLAMOFOBİ KARŞITI DİRENÇ
Avrupa’da ırkçı sağ yükselişteyse de çok kültürcülük hâlâ gücünü ve hakimiyetini büyük ölçüde koruyor. İslamofobi yükseldikçe buna direnç gösteren, kritik dönemeçlerde tepkisini ortaya koyan özgürlükçü, çok kültürcülüğü savunan kesimler harekete geçebiliyor. Bunun yanında bütün eleştirilere rağmen özellikle Avrupa coğrafyasında ve ABD’de Müslümanların örgütlenme, dini ibadetlerini yerine getirme, siyaseten temsil konusunda mükemmel olmasa da bir özgürlük alanını kullanabildiklerini belirtmek gerek. Örneğin, Avrupa’da yaklaşık 10 bin, 5 milyon civarında Müslümanın yaşadığı ABD’de 1,800 kadar cami bulunuyor. Rotterdam 2009’da bir Faslı’yı, Londra 2016’da otobüs şoförünün oğlu olan Pakistan kökenli Sadık Khan’ı belediye başkanı seçebildi. Şimdiye kadar Londra ilçe belediyelerinde de dört Müslüman başkanlığı üstlendi. Müslümanlar, nüfus oranına göre hala düşük olsa da siyasette temsil ediliyorlar. Örneğin, İngiliz parlamentosunda 13 Müslüman milletvekili bulunuyor.
Şu anda Avrupa’da bu konuya kafa yoranlar arasındaki tartışma Müslümanların “Avrupalı Müslümanlar mı, yoksa Avrupa’daki Müslümanlar mı” olacakları üzerinden yürütülüyor.
İSLAMCILARIN İSLAMOFOBİ’Yİ KEŞFİ
İslamofobi ciddi bir sorun ve buna aynı ciddiyetle yaklaşmak gerekiyor. Ne var ki, böylesine karmaşık bir meseleye Türkiye’deki İslamcıların yaklaşımı, iç siyasetin her noktasında gördüğümüz aşırı öznellik, abartılı bir mağduriyet söylemi, özeleştiriden yoksun, kendini her koşulda, her sorunda mutlak haklı gören yorumlarla kendisini gösterdi. Belki haklı olarak İslamcılar, her şiddet eyleminin İslamcı terör olarak tanımlanmasından rahatsız olabilirler. Ama buna karşılık ilk refleks olarak, örneğin Hıristiyan ya da Haçlı terörizmi kavramını yerleştirmeye çalışıp, durumu en azından eşitlemeye çalışıyorlar. Oysa, arada derin bir fark olduğu açık. Şu anda Batı dünyasında Hıristiyanlık inancını hayata geçirmek ya da Müslüman dünyası karşısında ezik bir Hıristiyan dünyasının intikamını almak amacıyla terör eylemine başvuran yok. Dolayısıyla, İslamcıların bu etiketleme çabası kendi camiasını bile ikna edemiyor.
Daha kapsamlı değerlendirmelerde İslamcılar Batı’nın Müslüman dünyasını bir tehdit olarak gördüğünü, Batı üstünlüğüne meydan okuduğu, diğer medeniyetlerden farklı olarak ona boyun eğmediği için İslamafobi’nin politik olarak geliştirildiğini iddia ediyorlar. İslamcıların geneli tarafından paylaşılan bu görüşün Türkiye’deki en önde gelen temsilcisi Yeni Şafak gazetesi yazarları. Örneğin, Paris’te 2015’te 132 kişinin öldüğü IŞİD saldırısından sonra bu gazetenin yazarı Yusuf Kaplan İslamcıların bakışını özetleyen fantastik bir tahlille saldırının “Müslüman dünyanın yükselişe geçmesini önlemek için” yapıldığını ileri sürüp, onu “İslam’la postmodern savaş sürecinin bir uzantısı” olarak tanımlıyordu. Ona göre İslamofobi, İslam’a karşı yürütülen sinsi bir Haçlı savaşıdır ve Paris’te vurulan Avrupa değil, İslamdır! İslamcı kesimden Ayşe Böhürler de aynı saldırıdan sonra, neden IŞİD’in bu türden saldırılar yaptığını, nasıl olup da bu insanların din adına böyle bir kör şiddete savrulduklarını, eğer arka planda bir istihbarat operasyonu varsa (ki olabilir) bunun neden hep Batılı istihbarat örgütlerinin arkada ve İslamcıların önde olduğu süreçler şeklinde işlediğini sorgulamak yerine saldırı sonrası asıl tehlikenin İslamofibi’nin yükselmesi olduğu öngörüsünde bulunmayı tercih etti. Böhürler ayrıca Breivik’in Norveç’teki eyleminin de İslamcılaşmaya karşı olduğunu tespit etmiş.
Yusuf Kaplan geçen ay gerçekleşen Yeni Zelanda’daki katliam sonrasında ise, bunun İslam’la büyük bir hesaplaşma olduğunu, terörizmle savaş stratejisinde asıl sorunun İslam olduğunu tekrarladıktan sonra bu kez Batı’da İslam’a duyulan ilginin arttığını, kimlik krizi yaşayan Batı’nın Müslümanlaşmayı durdurmaya çalıştığını söylüyordu.
İslamofobi üzerine çalışan Profesör Mehmet Kirman da İslamofobi’nin, Hıristiyanlığın erime sürecine girdiği Batı dünyasında, bu süreci durdurabilmek için bir proje olarak geliştirildiğini iddia ederek akademik dünyadan Yusuf Kaplan’la ortaklaşan bir yorum yapıyordu. Diyanet İşleri ise İslamofobi’yi karanlık odakların projesi olarak görüyor, kendi kanalında “İslamofobi Endüstrisi” adında genellikle aynı fikirde olanların bir araya geldiği kendini doğrulama seansları düzenliyor.
Bu durumda öncelikle şöyle bir formül geliştirmek mümkün oluyor. Batı/Hıristiyan kökenli biri diğer Hıristiyanları, Batı/Hıristiyan kökenli biri Müslümanları, Müslüman biri Hıristiyanları katlettiğinde hedef hep Müslümanlar oluyor. Dahası bütün bunlar Batı’nın Müslümanları tehdit olarak görmesi üzerine gerçekleşiyor.
Oysa, Batı’da İslam ya da Müslümanlar bir bütün olarak stratejik bir tehdit olarak değil, sosyolojik ve demografik bir sorun, bazen bir kaygı olarak görülüyor. İslamcılar sosyolojik (ve tabii siyasallaşmış ve kısmen güvenlikleştirilmiş) bir meseleyi stratejik, küresel bir çekişme, bir medeniyet çatışması düzlemine yükselterek, hem Batı karşısındaki ekonomik, siyasal, stratejik, kültürel zayıflıklarını telafi etmiş oluyorlar, hem de Batı’nın kendilerini tehdit olarak gördüğü illüzyonuyla kendi çevrelerine güçlüymüş hissini vermeye çalışıyorlar. Sonuçta güçlü olan tehdit olur. Oysa, 57 üyesi olan İslam İşbirliği Teşkilatı’nın neredeyse İran dışındaki bütün üyeleri Batı müttefiki. Müslümanlar Fas’tan Afganistan’a kadar yayılan bir coğrafyada kendilerinin ve çocuklarının hayatlarını tehlikeye atarak Avrupa’ya ulaşmaya, daha güvenli bir ortam ve yüksek yaşam düzeyine sahip olmaya çalışıyorlar.
Batı, İslam’ı da, Müslüman ülke ve topluluklarını da hiçbir zaman stratejik bir tehdit, bir güvenlik sorunu olarak görmedi. Tam tersine İslamcılık Batı’nın en kolay manipüle edebildiği, Soğuk Savaş döneminde komünizm karşıtlığı için stratejik amaçlarla kullanabildiği, daha küçük ölçekte mesela Suudi Arabistan’da toplumu pasifize etmeye yaradığı için dışarıdan desteklediği bir ideoloji oldu.
Günümüz Avrupa siyaseti ve toplumu, kendisini bir öteki karşısında yeniden tanımlamak, kimlik sorununu aşmak, bir Avrupalılık kimliğini geliştirmek için İslam’ı ve Müslümanları ötekileştirmek isteyebilir. Ama bu siyasal bir korkudan değil, Avrupa toplumlarındaki abartılı bir kaygıyı manipüle etmekten kaynaklanıyor.
İslamcılar içinse İslamofobi yeni bir küresel mağduriyet hissine hizmet ediyor, hatta giderek sekülerleşen genç kuşakları yeniden İslamcılık içinde tutmanın yollarından biri olarak görünüyor.
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *