Bugün fiili olarak Keşmir’in yüzde 45’i Hindistan, yüzde 35’i Pakistan ve yüzde 20’si ise Çin’in kontrolünde. Keşmir topraklarında söz sahibi olan bu üç ülke de savaş istemiyor.
Seçimlerin gölgesinde tırmanan Keşmir gerilimi
Keşmir sorunu Hindistan ile Pakistan arasında 72 yıldır çözümlenememiş ve tarihte iki ülkeyi tam üç kez sıcak savaşa sürüklemiş bir ihtilaf. Son bir aydır “acaba dördüncü savaş kapıda mı?” endişesiyle dünya yeniden Keşmir bölgesine odaklanmış, gözler bilhassa Hindistan’a çevrilmiş durumda; zira gerginliği tırmandıran taraf Hindistan. Söz konusu ülkenin terörle mücadele hakkı saklıdır. Fakat neden şimdi bu denli sert tepkilerle dikkat çekiyor? Zira Keşmir sorunu iki ülkenin zaten kronik bir meselesi ve bu bölgede irili ufaklı çatışmalar, gerginlikler, saldırılar ve terör olayları sürekli yaşanıyor.
14 Şubat’ta 50’ye yakın Hint askerinin ölümüne yol açan terör saldırısı elbette göz ardı edilemez. Fakat Pakistan neden hemen hedef tahtası yapıldı ve ardı sıra sert hamleler birbirini kovaladı? Oysa İslamabad yönetimi Hint askerlerine yönelen intihar saldırısını hemen kınamış ve Hindistan’ın suçlamalarını reddetmişti. Hindistan ise “Pakistan teröre destek veriyor ve bizim istikrarlı ilerleyişimize halel getirmeye çalışıyor” ithamlarıyla Pakistan’a var gücüyle yüklenmeye başladı. Pakistan Başbakanı İmran Han’ın diyalog çağrısı da kulak ardı edildi.
İslamabad yönetiminin “taviz vermez yapıcı tutumu” takdire şayan. Yeni Delhi yönetiminin ise zamanlama açısından muhteşem olan böyle bir fırsatı çok iyi değerlendirdiği de inkâr edilemez. Pulwama saldırısı Narendra Modi için hassas bir zamanda gerçekleşti. Seçim arifesindeki Hindistan “ulusal güvenliğimizi her türlü şekilde koruruz”, “teröre karşı mücadelemizden taviz vermeyiz”, “gerekirse en sert şekilde karşılık veririz, çünkü biz güçlü bir ülkeyiz” türünden algı oluşturmak ve Pulwama’ya misilleme olarak Balakot’u gerçekleştirmek zorundaydı. Aksi takdirde büyük bir prestij kaybı söz konusu olacaktı ve bu ihtimal elbette göze alınamazdı. Dolayısıyla ulusal güvenlik tehdidine karşı güçlü bir tepki gösterme dürtüsü, 11 Nisan-19 Mayıs tarihleri arasında gerçekleşmesi planlanan genel seçimler paralelinde okunmalıdır.
Hindistan’ın Keşmir üzerinden Pakistan’a yönelen sert tutumunu anlamlandırabilmek için, söz konusu ülkenin bugünkü iç ve dış dinamiklerini, aynı zamanda bölgesel ve küresel denklemi iyi okumak gerekiyor. Hindistan genel seçimlerine bir aydan az bir süre kaldı. 2014 genel seçimlerinde ezici bir başarı sağlamış olan Başbakan Narendra Modi bayrağı kimseye devretmek niyetinde değil. Ancak geçtiğimiz Aralık ayında kaybettiği üç eyalet Modi’nin “yenilmezlik” imajını sarstı. Aynı zamanda bugün kendisine yönelik yolsuzluk iddiaları da baş gösteriyor. Modi’nin ekonomik kalkınma açılımları küresel düzlemde ülkesinin yükselmesine katkı sağlıyor ve büyük ölçüde kendisinden memnun bir kesim meydana getiriyor. Fakat ülkesindeki işsizlik sorunu ve hitap etmediği kesimler dolayısıyla önemli ölçüde tepkilere de maruz kalıyor.
Bunların haricinde, ülkede epey revaçta olan “Hindutva” ideolojisi mercek altına alınmalı. Hindistan’da zamanla güçlenmeye başlayan Hindu milliyetçiliği Modi ile birlikte en üst seviyesine çıkmış durumda. “Sangh Parivar” olarak bilinen Ulusal Gönüllü Hareketi (RSS) ailesi bugün ülkenin en güçlü organizasyonu. Dünyada faşizmin yükselişte olduğu bir dönemde Hindistan’da kurulmuş olan RSS, fanatik Hindu milliyetçiliğinin temeli mahiyetinde. Narendra Modi’nin lideri olduğu Hindistan Halk Partisi (BJP) ise Hindutva’ya temel teşkil eden söz konusu organizasyonların siyasi kolu. Modi de hayatı boyunca RSS’ye bağlılığıyla bilinen bir lider. Yani bugün Hindistan’daki Hindutva yükselişi çok köklü bir yapıya sahip. Ayrıca ülkede ve Hint diasporasında, Hindutva inanışını taşıyanlar arasındaki elit ve zengin iş insanlarından oluşan kesimin hatırı sayılır bir ağırlığı söz konusu. Doğal olarak Modi, anılan kesimce desteklendiğinden, kendisinin de bahsi edilen kesimin taleplerine cevap verebilmesi gerek.
İşte burada, bugün halkın halen büyük çoğunluğunu Müslümanların oluşturduğu Keşmir bölgesi üzerinden, yine Müslüman bir ülke olan Pakistan’ın hedef tahtası yapılması daha anlamlı oluyor. Tarihte din temelinde bölünmüş olan Hindistan coğrafyasında, Hinduizm’den sonra ikinci büyük kesimi Müslümanlar oluşturuyor. Bu nedenle Hindutva’nın (Hint milliyetçiliği) en büyük “öteki”sini Müslümanlar teşkil ediyor. Dolayısıyla, din temelindeki ayrışmanın en önemli yankısı olan Pakistan üzerinden siyaset yapmak, Hindistan tarafından bir gelenek haline getirilmiş. Bugün Keşmir üzerinden Pakistan’a savrulan tehditlerin ve sert hamlelerin anlamı, Yeni Delhi yönetiminin çok net bir şekilde, dış dünyaya “ben güçlüyüm”, iç kamuoyuna ise “Hindistan Hindularındır” demesidir.
Bugün Amerika Birleşik Devletleri (ABD) tarafından her konuda desteklenen bir Hindistan söz konusu. Delhi hükümeti ABD’den sağladığı desteği ise çoğunlukla Çin’e borçlu. Küresel denklemdeki mevcut Washington-Pekin rekabeti, Çin karşısında “doğal dengeleyici” gözüyle bakılan Hindistan için ABD desteği demek. Bugün Çin’in “Kuşak-Yol” inisiyatifi çerçevesinde Pakistan’a verdiği desteğe karşılık, ABD yönetiminin Hindistan’a “sahip çıkıyor” oluşu, ABD’nin dengeyi kendi lehinde korumak istemesinden kaynaklanıyor.
Burada, Afganistan’da süregelen barış süreci de göz önünde tutulmalı. Taliban faktörü Beyaz Saray’ın Hindistan’ın yanında yer almasına bir etkendir. Zira Pakistan için Taliban karşıt olunması gereken bir varlık değilken, gerek ABD gerekse Yeni Delhi yönetiminin Taliban karşıtı duruşu, onları Afganistan siyasetinde de yan yana getiriyor. Son bir ay içinde Delhi’nin Keşmir üzerinden gerçekleştirdiği Pakistan hamlelerine ABD’nin verdiği destek, hem İslamabad’ı Afganistan siyasetinde ve Çin denkleminde zayıf kılmak hem de Pakistan’ı ve Keşmir topraklarını kapsayan Pekin girişimlerine ket vurmak ereğiyle anlam kazanıyor.
Hindistan için küresel denklemde ekonomi ne ise bölgesel denklemde de güvenlik odur. Yani ekonomik amaçlarını vücuda getirebilmenin yolu bölgesel güvenliğinden geçiyor ve Yeni Delhi bunun fazlasıyla bilincinde. Dolayısıyla şu aşamada Pakistan’la bir sıcak savaşı göze almaz. Bu konuda Çin de Hindistan’la ortak bir paydada yer alıyor. Zaten bu nedenle şu an Keşmir konusunda iki ülkeyi dengede tutmaya çalışan bir Pekin yönetimi söz konusu. Bu minvalde, Çin’in “savaşın patlak vermesi durumunda Pakistan’a destek çıkmayacağız, iki ülke için de taraf tutmayacağız, Yeni Delhi’nin düşmanı değiliz, arabulucu rolünü oynayacağız” şeklindeki açıklamaları da önemli. Ayrıca Hindistan’ın gerilimi olabildiğince tırmandırmasına rağmen sıcak savaşın yaşanmayacağına dair iki önemli neden daha söz konusu: İki ülkenin sahip olduğu “demokratik normlar” ve “nükleer güç. Yukarıda da ifade edildiği üzere, seçim arifesinde olan Hindistan şu an için iç meselelerine odaklanmış durumda. Zaten son bir aydır tırmanmakta olan Keşmir gerilimi de seçimlerden sonra kendiliğinden Şubat öncesi statükoya dönecektir.
Bugün fiili olarak Keşmir’in yüzde 45’i Hindistan, yüzde 35’i Pakistan ve yüzde 20’si ise Çin’in kontrolünde. Keşmir topraklarında söz sahibi olan bu üç ülke de savaş istemiyor. İslamabad yönetimi ılımlı ve yapıcı tavrıyla bunu açıkça ifade ediyor. Keza Çin de kendisine bir arabulucu rolü biçti. Gerilimi mümkün mertebe tırmandıran Hindistan’ın da amacı savaş çıkarmak değil. Delhi yönetimi seçim hesapları yapıyor. Pakistan’ın rehin aldığı Hint pilotunu iyi niyet göstergesi olarak Hindistan’a teslim etmesinin ardından pilotun ülkesinde bir kahraman olarak sunulması ve pilotun bıyık şeklini taklit etmenin Hint halkında yaygınlaşması da bu tezi oldukça destekler nitelikte.
Keşmir sorununun taraflarının tarihte üç kez bu bölge için savaşa girdiğini, bugün halen Hindistan ve Pakistan arasında Keşmir’in çözüme kavuşturulamamış bir sorun olduğunu en başta ifade etmiştik. Yani savaş bir çözüm getirecek olsaydı, Keşmir meselesi çoktan çözüme ulaşırdı. Sorunun tek çaresi “uzlaşmak”. Sorunu çözecek olan da meselenin tarafları. Hindistan da Pakistan da sağduyulu davranmak zorunda. Bugün ne Hindistan de facto Keşmir topraklarından vazgeçer ne de Pakistan. Delhi’nin (Birleşmiş Milletler kararı olan) halkoyuna başvurma yöntemine hiçbir zaman sıcak bakmayışının temelinde de kontrolü altındaki toprakları kaybetme ihtimali yer alıyor. İki ülkenin, tıpkı Pakistan Başbakanı İmran Han’ın talep ettiği gibi, diyalogla çözüm arayışı için masaya oturması gerekiyor. Her şeyden önce, iki ülke de suçlayıcı tutumdan kaçınmak zorunda. Bilhassa Hindistan Pakistan politikasını tümüyle gözden geçirmeli.
Yeni Delhi yıllar boyunca ısrarla izlemekte olduğu Pakistan’a yönelik “günah keçisi” siyasetinden vazgeçmek zorunda. Delhi’nin İslamabad tavrını değiştirmesi, zamanla kendisinin amaç ve hedeflerine de hizmet edecektir. Zira yanı başında sürekli anlaşmazlık yaşadığı bir komşusunun olması, diğer bir deyişle bölgesinde düşman bir komşuya sahip olması, onun “bölgesel lider” algısını pratikte zedeleyecektir. Dolayısıyla Pakistan’la iyileşen ilişkiler, Hindistan’ın bölgedeki manevra kabiliyetini artıracaktır. Diğer yönden, çeşitliliğin simgesi olan ülkede İslamabad’la ilişkilerin iyi olması, Hindistan Müslümanları nezdinde de olumlu yankı bulacaktır. Bünyesinde hatırı sayılır bir Müslüman nüfus barındıran Hindistan’ın, “farklılık ve bütünlük dikotomisi” bağlamında iç dinamiklerini gözeterek bir yaklaşım geliştirmesi her zaman kendi yararına olacaktır.
Bilhassa 1990’lı yıllardan itibaren Hint siyasetinde hızla yükselişe geçen Hindutva anlayışı, “dünyanın en büyük demokrasisi” olarak nitelenen ülkedeki demokratik ve laik anlayışı törpüleyecek cinsten bir anlayış. “Çeşitlilik içinde birlik” mottosuna sahip Hindistan’da Hindu milliyetçiliğinin bu denli körükleniyor oluşu, tehlike çanlarının çoktan çalmasını gerektirir.
[Karadeniz Teknik Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde doktora çalışmalarını sürdüren Duygu Çağla Bayram aynı zamanda Güney Asya Stratejik Araştırmalar Merkezi’nde (GASAM) Hindistan uzmanı olarak çalışmaktadır]
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *