Bütün bu olup bitenler Ercümend’i yıldırmak yerine onu daha çok düşünmeye, daha çok mücadeleye sevk ediyordu. Okuyor, yazıyor, insanlar ile görüşmeye, onları Kur’an ile aydınlatmaya daha bir şevkle devam ediyordu…
14.Bölüm
Ercümend’in Bizim Sivas muhabirine anlattıklarını sizlere onun ifadesiyle vermek en doğrusu olur; böylece İktibas’ın çıkışı ile yaşanan sorunlar da birinci ağızdan belgelenmiş olur:
“1981’in başında korkmanın, sinmenin sonucu ortalıkta kimseyi bırakmamıştı. Biz Allah’a sığınarak ortaya bir yayın organı ile çıktık o ortamda. Başımıza neler getirebileceklerini de hesap ederek. Fakat hep yaptığımız gibi düşündük ki, Rabbimiz Allah bizim için neyi takdir etmişse bize yalnızca O’nun takdir ettiği kadarı isabet edecektir. Öyle ise yani korkulması gerekiyorsa bir müslüman olarak ne yapmalı idik? Elbetteki Allah korkulmaya daha layık idi ve biz hep yaptığımız gibi yalnızca ondan korkmaya çalıştık.
Ve düşündüklerimizi, bildiklerimizi yazmaya başladık. Birikimimiz artık çıkmalı, söylemeli idik ve söylemeye başladık. Hem o yılların ortalıkta hiçbir okunacak şeyin bulunmaması, hem daha ilk günden bazı çevrelerin harekete geçmemiş olması nedeniyle İktibas tabii en azından daha geniş çevrelerce okunuyordu. Ne var ki iddiamız belirginleşmeye, ağzı yüzü belirmeye başlayınca bazı çevreler, bunların başında gelenekçi çevreler gelmekle birlikte, siyasi polis de İktibas’ın hala kendilerince ıslah olmamış bir Ercümend Özkan’ı karşısına çıkardığını görünce tedbirlerini almaya, insanlara bizim hakkımızda olur olmaz şeyler söylemeye başladılar. Ve hatta 4’üncü sayısı ile dağıtıma verdiğimiz İktibas’ın gittikçe artan satışı onları düşündürmüş olmalı ki, dağıtım şirketine verdikleri talimatla Türkiye çapındaki dağıtımını durdurdular. Böyle olunca, yani ipoteklenmemiş insanlara ulaşma imkanımız kesilince ipotekli çevrelerin insafına ağabey, efendi, şeyh ve büyüklerinin himmetine kalmış olduk. Onbeş günde bir yayınladığımız İktibas’ın her sayısı 9 bin beş yüz satıyorken yine o zamanlar dağıtımı aynı şirket tarafından yapılan Türkiye Gazetesi 4.200 satıyor, Milli Gazete ise 4.500 adet satabiliyordu. Yine o yıllarda Süleymancıların elinde bulunan Babıali’de Sabah gazetesi 5 bin satışı ancak gerçekleştirebiliyordu. Zira her hesap görmeye gittiğimizde, bize ilgi gösteren dağıtım şirketinin yetkilisinden bunların listeleri getirerek inceliyor ve öğreniyorduk.
Ağabeylere, şeyhlere, liderlere, karargâh komutanlarına(!) ve büyüklere soruldukça dergimizin abonesi azalıyor, abone olanlar da paralarını göndermez oluyorlardı. Örneğin “Burası karargâhtır. Bu karargâha dahil olmayanlar mason oyuncağı, Yahudi uşağıdır.” cevahirini yumurtlayan bir lidere, Konya’da bir toplantıda “İktibas dergisini okuyalım mı, İslami bir dergi ne dersiniz?” diye soranlara bu cevahirin yumurtlayıcısı aynen “O dergiyi çıkaran karargâha dahil değildir” cevabını kurnazca veriyor ve arkasını kendini dinleyenlerin getireceğini gayet iyi biliyordu. ‘Zira arkası karargâha dahil olmayanların’ mason oyuncağı, Yahudi uşağı olduklarıydı.
Göz göre göre bunu yapanların Almanya’daki uzantıları ve o yıllardaki Almanya Milli Görüş Teşkilatı’nın başkanı Hasan Damar’ın 1982’lerde Frankfurt’ta yapılan bir toplantıda, 3 bin kişi huzurunda sorulan aynı türden bir soruya “Ben o dergiyi çıkaranı tanıyorum. Ankara’da iki tane bar çalıştırıyor.” dediğini ve bu sözün üzerine 876’lara ulaşan Almanya abonelerimizin hemen yalnızca 75’e düştüğünü bilmenizi istiyorum. Tabii hiçbiri de parasını ödemedi bu abonesini kesenler. Nerede ise kendilerine 2 yıla yakındır istekleri üzerine İktibas gönderiliyordu. Velhasıl çevremizdeki deniz, aletler çalıştırılarak donduruluyordu ve gemimiz yüzmez, yüzemez hale getiriliyordu. Türkiye’de de bir vilayette dergiyi satmaya başlayan ve küçücük bir vilayet olmasına rağmen bu satışını 200’lere çıkaran birisinin nihayet Ankara’daki aynı büyüklerine sorması sonucu dergimizi satmayı durdurduğunu bize mektupla bildiriyordu. Hem de yalan söyleyerek. Diyordu ki bu şahıs bize yazdığı mektupta, “Ben Almanya’ya gidiyorum. Artık derginizi göndermeyiniz.” Bunda bir kurt yeniği görünüyordu. Nihayet aradan fazla zaman geçmeden bir Antalya gezimizde misafir olduğumuz evde akşam yemeğine henüz oturmuştuk ki sofraya oturanlardan biri, henüz tanışmamıştık ve beni tanımıyordu. Hangi münasebetle bilmiyorum, İktibas adı geçmesi üzerine hemen lafa karışarak “O dergiyi çıkaranın Ankara’da genelev çalıştırdığını duydum” demesi üzerine hemen elimi kendisine uzatarak “O kerhaneci benim, tanışmak istemez misiniz” dedim ve mosmor olduğunu gördüm o mezkur sakallı mühendisin. Ki bu şahıs, o ilde dergimizin satışını iki yüze çıkaran şahsın damadı imiş ve bu haberi, sorumuz üzerine kayınpederinden öğrendiğini, kayınpederinin de dahil olduğu teşkilatın Ankara’daki merkezine sorması üzerine onlar tarafından kendisine söylendiğini, bilahare kendisi ile yaptığım görüşmede öğrendim…”
Daha nice gayret sarf edenler oldu bu uğurda. Kimileri abone oldu özellikle para ödemedi. Amaç zarar vermekti. Bunu da ne yazık ki Allah’ın rızasını kazanabilmek adına yapıyorlardı. Ercümend her şeye rağmen onlara hakkını helal ettiğini söylüyordu tüm bu anlattıklarından sonra.
Bütün bu olup bitenler Ercümend’i yıldırmak yerine onu daha çok düşünmeye, daha çok mücadeleye sevk ediyordu. Okuyor, yazıyor, insanlar ile görüşmeye, onları Kur’an ile aydınlatmaya daha bir şevkle devam ediyordu.
ÇOCUKLAR BÜYÜYOR
Artık bizim dışımızda gelişen olumlu ya da olumsuz olayları sanki kanıksamıştık. Ben en çok ailemin içindeki huzuru önemser olmuştum. Evim, çocuklarım, ailem benim dünyam olmuştu. Akşamları aynı sofrayı paylaşmak bütün günün yorgunluğunu alıyordu sanki üzerimden. En çok da Ercümend’in “Ellerine sağlık, Allah senden razı olsun bizi böyle bir sofranın etrafında topladığın için.” sözleri olurdu beni rahatlatan, memnun eden.
Hiçbir zaman “ne yapıyorsun bütün gün” demedi, hiçbir zaman. Evde yapılmış olan her şey için “Allah razı olsun” demeyi, teşekkür etmeyi hiç ihmal etmezdi.
Şimdi duyuyorum da şaşırıp kalıyorum gençlerin haline. Üstelik bu gençlerin aralarında İslam’ı içselleştirdiklerini sanıp bu konuda kimseye fırsat tanımayanlar da var. Yani İslam anlatırken mangalda kül bırakmayanları kastediyorum. Bütün gün bomboş oturuyorsun. Ev işi dediğin nedir ki gibi küçümseyici sorularla eşlerini bunaltıp bir teşekkürü onlara çok görüyorlarmış. Eşleri de bizim için çalışıp yoruluyorsun, bizi kimseye muhtaç etmiyorsun diyecek yerde ev araba ne zaman geliyor iması ile karşılayınca onlar, ipler kopuyor. Halbuki gençler inatlaşmak yerine ufacık şeyler için teşekkür etmeyi birbirlerine saygı göstermeyi deneseler neler kazanacaklarını görüp şaşıracaklar.
Yaşam yoğun telaşlar içinde akıp gidedursun, bu arada çocuklarımız büyüyor sorunlar da onlar ile birlikte büyüyordu. Amacımız sağlıklı, düzgün bir İslami hayatı önce ailemiz içinde yaşamaktı. Ne yazık ki bu sandığımız kadar kolay ve kısa sürede olmayacaktı. Bir biz vardık aile olarak, bir de bizim dışımızda tamamen bizim ile ters düşen bir toplum. Bu işi nasıl başaracak idik! Hem istiyorduk çocuklarımızın dış dünya ile ilişkileri kesilmesin, yaşıtları ile birlikte okul hayatları sürsün, hem de Allah’ın rızası dahilinde yaşasınlar. Sahih bir İslami bilinç ile hayatlarına yön versinler. Dış dünya, arkadaş çevresi çocukluktan gençliğe geçiş yaştaki taze beyinleri fazlaca etkiliyor. Aile içinde verilmek istenen bilinç, bu yaşlarda genellikle ileriki dönemlere erteleniyor. Bu çağlarda doğrulardan yana olan tavsiyeler, kafaların bir yerlerine yerleşse de ortalıkta dolaşan yaşam tarzı daha cazip gelebiliyor bazılarına. Bizim için de bu zorlu dönem başlamıştı artık. Ercümend’in mapushane öncekiler dediği Ayşe ile Ömer, artık kendilerini ve akıllarını beğenmeye başlamışlardı. Ayşe okuldan alınma korkusuyla evden çıkarken başını örtüyor, az ötede de açıp eşarbı çantaya tepiyormuş. Sağdan soldan bunu bana duyuranlar oluyor, benim de buna çok canım sıkılıyordu. Kendi kendime sorduğumda suçun bizde olduğunu zor da olsa kabulleniyordum. İlkokulu henüz bitirmiş bir çocuğa, “Başını örtersen orta okula gidebilirsin yoksa gidemezsin.” şartını koşarsanız başka ne beklersiniz ki ondan!.. Zaten ev ile okul arasında örtse bile, okulun bahçe kapısından girdiği andan itibaren açacaktı eşerbını. Çünkü başörtüsü ile okul yakınında, sınıfta dolaşmak yasaktı.
Bir çocuk veya yetişkin öncelikle bir şeyi kabullenmeyi, daha sonra da kabullendiği o şeyi savunmayı öğrenmeli değil mi? Birdenbire dayatılan hiçbir kuralın doğruluğu karşı tarafta kabul görmez.
O zaman, şu muhakemeyi yapmayı akledebilseydik bazı şeylerle daha kolay baş edebilirdik. Allah cahili bir topluma bir hayat tarzı önerirken, kurallarını yavaş yavaş sunmuştu. İnsanoğlunun bazı şeyleri anlaması ve yaşaması için zaman gerektiğini bilmek, sünetullahı kabullenip, onun öğrettiği gibi davranmakla olumlu sonuca ulaşılabilineceğini anlamalı idik.
Bu konuda da Ercümend, her konuda olduğu gibi, radikal çözümden yanaydı. Ben ise hep ılımlı olmaktan yana tavrımı koyduğum için hem aramızda sorunlar oluyor, hem de çocuklar bundan etkileniyor, onlar için ortaya koyduğumuz çözümler ters tepki alıyordu.
Bunun böyle olduğunu denemeler sonunda anlayıp, kabullenen Ercümend bir de fıkra anlatırdı gülerek, konuyla ilgili. Karısı namaz kılmayan bir Müslüman, ısrarla namaz kılması için zorlarmış eşini. O da kılmamakta direnir dururmuş. İşin sonu nereye kadar geldiyse -dilim söylemeye varmıyor- kadın namaza durmuş. ‘Kılacam ama okumayacam’ diyerek.
Sonunda Ercümend, aile içi sorumluluklarımızı sessiz sedasız bana devretti. İnanın bu çok daha iyi sonuçlar verdi. Ben iki küçük kızımla tesettür işini çok daha kolay hallettim. Büyüğün bu işi kabullenmesi babasının acil tedbirlerine rağmen zaman aldı. Ergenliklerinde, gençliklerinde sorunlar yaşadık. Ama bunların hiç birisi aşılamayacak, üstesinden gelinemeyecek şeyler değildi. Allah’a şükür, şimdi çocuklarımın her birisi ile ayrı ayrı gurur duyuyorum.
Sonunda şunu gördük ki, sevgi ve doğru davranışın, anlayışlı yaklaşımın çözemeyeceği sorun yok. Hele bir de bunu Allah’ın gösterdiği yoldan giderek, onun elçisinin örnekliğini göz önüne alarak yaparsanız.
Bir heykeltıraşın, bir ağaç oymacısının ellerine aldıkları malzeme, ilk anda olduğu kaba saba hali ile kalır mı hiç! Her keski darbesi, her çekiç darbesi sanatçının eserini şekillendirirken sevgisi ile birlikte o esere biçim verir. Sonunda biz o malzemenin ilk hali ile son hali arasındaki farka inanamayız. İşte insanın dünyaya geldiği zamanki ham hali de buna benzer. Elinizdeki gelişmekte olan insan ruhuna sevgi ve ilgi darbeleri ile yavaş yavaş şekil verebilirsiniz. Dikkatli olmazsanız, taş ve ağaç gibi malzemelere vurulan yanlış ve hesapsız darbelerin, malzemeyi çatlattığı gibi siz de elinizdeki kişinin iç alemini paramparça edebilirsiniz. Şiddet ve baskı insan ruhuna inen, yaralayıcı darbelerdir. Çoğunlukla da istenilenin tam tersi etkiler yapar. Biz toplum olarak, kaba kuvvetin sorunları, işleri çözeceğini zannettik hep.
Geleneklerimizde de bu çözüm en geçerli çözüm olarak yer aldı. Dayak cennetten çıkmadır sözünün ne cennetle ne de dinimizle bir ilgisi olmadığını, İslam’ı tanıdıkça öğrendik. Dinimizin insanın fıtri özelliklerine ne kadar olumlu yaklaştığını gördükçe de, gelenek haline gelmiş bazı saçmalıkların insanı eğitmek yerine delirtmek için ortaya atıldığını düşünmeden edemiyor insan. Mesela “Kadının karnından sıpayı, sırtından sopayı eksik edersen şımarır” sözü gibi! Ne yazık ki insanımızın bu tür iddiaları gelenek haline getirmesinin faturası da İslam’a çıkıyor. Sanki, kadını küçük görmek Allah’ın dininde varmış gibi.
Ben şimdiye kadar anlattıklarımı bir tarih sırasına koymaya çalıştım. Bundan sonra yaşadıklarımızın sadece bizi ilgilendirdiğini düşünürken, yaşadıklarımızın yanlışları ve doğrularıyla anlatılması gerektiği konusunda beni ikna edenler oldu. Ben de aklıma gelenleri, öncelik sırası gözetmeden anlatacağım bundan sonrasında.
Bu, tek başıma benim hayatım, benim anılarım değil. Bu olayları ortaya koymaktaki maksadım, kendini ve hayatını İslam’a adamış olan biriyle geçirdiğim otuz iki yılın tecrübelerini, yanılgılarını, doğrularını sizlerle paylaşmak.
Yukarıdan beri tekrarlayıp duruyorum. Ercümend Özkan ve ben, bu toplumun içinde, hem geleneklere bağlı hem de dindar iki ailenin çocuklarıydık. O zamanlar hemen hemen herkesin dindar olmaktan anladığı; abdest namaz oruç ile yarım da olsa bir başörtüsü idi. Ama gelenek bilhassa kadın erkek ilişkilerini, insan ilişkilerini, ebeveyn çocuk ilişkilerini belli kalıplara koymuş, doğru yanlış demeden dayatıyordu. Yine de yalanın dolanın, iftiranın, kul hakkını gözardı etmenin, büyüklerine saygı göstermemenin düzgün insana yakışmayacağını, bunlara riayet etmeyenlerin toplumda saygı göremeyeceğini geleneklerden öğreniyorduk.
Ercümend ile ben birbirimizi tanıdığımızda hayat hakkında bildiklerimiz aşağı yukarı bundan ibaretti. Bir farkımız vardı, Ercümend bildikleri ile yetinmiyor, hep daha iyi daha doğruyu arıyor, bir türlü kabına sığamıyordu. Ben ise hayatı bizzat yaşayarak öğreniyordum.
Daha sonraları, yukarıda da anlattığım gibi Ercümend okuyarak, her çeşit ortama girerek kendini geliştiriyordu. Buna rağmen içinde doğup büyüdüğümüz toplumdan soyutlanmanın kolay olmadığını, daha sonraları olgunlaştıkça fark ediyorduk.
Ben İslam ile kendine yol çizen, onu içselleştiren bir insanın hamlıktan olgunluğa, yabanlıktan ehliliğe nasıl geçtiğini, geçebildiğini Ercümend ile gördüm.
MADDİ SORUNLAR
Hayatımızda artık bir de İktibas vardı. Altıncı çocuğumuz gibi olmuştu. Ailemizin vazgeçilmeziydi artık. Ama maddi açıdan bizi zorlamaya başlamıştı. Bu masrafların altından kalkabilmenin yollarını aramaya başlamıştı Ercümend. Sonunda, bir dizgi makinası alırsam hem derginin işlerini bedavaya getirir hem de dışarı dizgi işi yaparak İktibas’ın masraflarına katkıda bulunabiliriz diyerek scan-tekst marka dizgi makinasını satın aldı. Fakat evdeki hesap çarşıya uymadı. Alınan dizgi makinası, ilacıyla kağıdıyla yaptığı işleri pahalıya getiren bir aletti. Yani bizim işlere göre fazla lükstü hem de pahalıydı. Sonunda Ercümend onu satmaya karar verdi. Ama bu makinanın taliplisi yok denecek kadar azdı. Hem onun taksitleri, hem de diğer harcamalar bunaltmaya başlamıştı ailece hepimizi. Tek çare olarak o güne kadar yaptığımız ufak tefek birikimleri tüketmeye, elde avuçta ne varsa satmaya çalışıyorduk. Arsadan halıya kadar. Halılardan biri satılmış diğerleri geri gelmişti. Ankara ile Eskişehir yolu üzerindeki otuz üçüncü kilometrede bir tarla almştık taksitle, yatırım amaçlı. O zamanlar çok da revaçta yerler değilmiş oralar demek ki, çok zor sattık orayı da. Babamın ölümüyle aileye kalmış bir evi vardı Bursa’da, onu satmaya karar vermiştik o sıralar. Oradan bana düşen az bir para da ilaç gibi gelmişti işin doğrusu.
Bir yandan derginin maddi manevi yükü diğer yandan makinanın ödenemeyen taksitleri Ercümend’i bunalımın eşiğine getirmişti. Sonunda olan oldu. Bir sabah uyandığında sol tarafında bir uyuşukluk hissettiğini, adımını atarken zorlandığını söyledi ama ne kendisi ne de ben çok üstünde durmadık. Ben endişelenirdim fakat kendinin umursamazlığı beni de etkilemişti. O gün bir Pazar günüydü. Evdeydik, öğleden sonra misafirlerimiz vardı.Yukarıda bahsettiğim Musa (saatçi Musa) Beyler bizi ziyarete gelmişlerdi. Musa Bey “Arkadaş, sen iyi görünmüyorsun. Bizim Murat, Gülhane’de askerlik yapıyor, ona gidelim de sana bir baksın” diye ısrar edince, birlikte çıkıp çok yakınımızdaki Gülhane askeri hastanesine gittiler. Döndüklerinde Ercümend’in hafif bir felç halinde olduğunu öğrendik. Felç önceleri hafifti ama gittikçe ağırlaşmaya onu zorlamaya başladı. Yazı yazarken sıkıntılanıyor, sık sık dinlenmek için ara veriyordu.
Bir gün birkaç arkadaşı ziyaretine geldiklerinde, “Ercümend Bey, bir süre derginin çıkmasına ara verseniz, çok yorgunsunuz, dinlenmek iyi gelecektir” gibi bir öneride bulunmuşlardı. Bu öneri onu celallendirmiş odadan hızla dışarı çıkmasına neden olmuştu. Ben de ne oluyor diye telaşlandım.
“Dergiyi çıkarmaya ara vermemi teklif ediyorlar” dedi burnundan soluyarak.
“Neden bu kadar sinirlendin ki? Doğru söylemişler. Biz insanız. Bazen tükeniriz, dinlenmeye ihtiyacımız olur. Senin buna ne kadar ihtiyacın olduğunu da arkadaşların fark edip sana yardımcı olmaya çalışıyorlar. Kötü mü olur, bir müddet dinlenip sağlığına kavuştuktan sonra yepyeni bir enerjiyle taptaze bir başlangıç yapsan?”
Son iki cümlenin onu etkileyeceğini biliyordum, öyle de oldu. Sakinleşti ve içeri gitti. O teklifi kabul ettiğini söylemiş. Böylece İktibas’ın yayınına iki yıl kadar bir süre ara verildi.
TEDAVİ SÜRECİ
Bu arada tedavisini ve ilaçlarını da ihmal etmiyordu. Tedavi sürecinde durumu da ağırlaşıyordu. Ağırlaşan felç değildi aslında, ruhsal tükenmişlik idi bunun adı. Hayat ile mücadelesine adeta yenik düşmüş gibiydi. Artık hiçbir şey ilgisini çekmiyordu sanki.
Tedavisine Gazi hastanesinde önce bir Profesör başlamış sonra, Doçent olan yardımcısına devretmişti hastasını. Her kontrole gidişte de bu arkadaş aynı ilaçlara devam etmesini öneriyordu. Uzun bir süre bu böyle devam etti. Ercümend, “Tek kurtuluşun artık ölüm olabileceğini bile düşünmeye başlamıştım” diye anlatmıştı o günlerdeki haleti ruhiyesini. En son kontrole gittiğinde, onu ilk muayene eden hoca ile karşılaşmıştı. Hoca elindeki reçeteleri görünce “Sen bunları hala mı kullanıyorsun?” diye şaşkınlığını belli edince, “Beni ellerine teslim ettiğiniz arkadaşınız böyle yapmamı, her gelişimde bu ilaçları almaya devam etmemi söylüyordu deyince hocanın ne diyeceğini şaşırdığını görmeliydin.” diye anlatmıştı Ercümend bana.
İlaçları bıraktıktan kısa bir süre sonra eski haline dönmeye başladı. O olaydan sonra kendini o hale getiren doktoru soruşturdu ama izine bile rastlayamadı ne yazık ki. O doktor oradan ayrılmıştı. Nereye gittiği de belli değildi.
Sağlığı düzelmeye başlamıştı ilaçlarına yeni bir düzenleme yapılmasından sonra. Kendini iyi hissetmeye başladıkça boş duramaz hale gelmişti. Dergi artık yeniden çıkmalıydı. Etraftan bu konuda istekler gelmeye başlamıştı. Yaklaşık iki yıllık bir sürenin sonunda, 1989 Kasım’ında, İktibas yayın hayatına tekrar merhaba dedi. Evvel Allah’ın, sonra da bu fikri benimseyenlerin maddi ve manevi katkıları, destekleri sayesinde oldu bu yeniden yola çıkış.
Derginin tekrar çıkması ise gene maddi sorunları ortaya çıkarmıştı. Ercümend ne olursa olsun artık yola kararlı bir biçimde çıkmıştı. Pes etme gibi bir niyeti yoktu. Derginin bütün işlerini kendi yapmaya çalışıyor, yazıları yazıyor, eskiden olduğu gibi tashihlerini, mizanpajını yapıyordu. Ara ara gönüllü yardımcılarının olduğunu biliyorum. Ama işin bütün yükünü omuzlamaktan şikayetçi olmuyordu hiç. Bazen matbaaya beraber giderdik. Ben arabada beklerken o basılmış dergileri alır arabaya yüklerdi. Postalamasına kadar her işine severek koştururdu. Dergi, kendisinin bizzat ulaşamadığı, düşüncelerini duyuramadığı yerlere, mesajının iletilmesinde en büyük yardımcısı ve desteğiydi. Bu fikre açık kişilerle iletişimini sağlıyordu.
Bu arada tasavvuf ve ehline de yükleniyor, tuttukları yolun yanlış olduğunu sık sık hatırlatmaya uğraşıyordu. Onlardan gelen cevap ise ilginçti. Tarikat büyüklerine dil uzattıkça başının dertten kurtulmayacağını, felcin ilk uyarı olduğunu, mübarekler tarafından çarpıldığının haberlerini yolluyorlardı ha bire. O da bütün bunlara gülerek “Benden ne istiyorsunuz, çarpacak gücünüz varsa Amerika’nın, Rusya’nın başındakileri müslümanların başına bela olanları çarpın da herkes kurtulsun” diyordu.
İLK KALP KRİZİ
Bu hız ve stresli koşuşturma 1990’ın 23 Eylül’üne kadar sürdü. O gün evde masasının başında yazı yazarken midesinde bir sıkıntı hissettiğini söyleyip banyoya koştu. Mide ile ilgili ne içtiyse fayda vermedi. Göğsünün sıkıştığını ağrının sol koluna yayıldığını söyleyince hemen bir taksi ile yakındaki Gülhane askeri hastanesine gittiğimizde kalp krizi geçirdiğini öğrendik. Onu hemen içeri aldılar. “Acil ulaşabileceğimiz bir telefon numarası verin siz de gidin artık” diye ben de uyarıldım. Çaresiz oradan ayrılıp eve geldim.
Bizim bu gidişimizden kısa bir süre önce, Gülhane hastanesinin önünde düşerek kafasını yere çarpan bir lise talebesini, fenalaşmış olarak hastaneye götüren arkadaşları, sivil olduğu için onu içeri kabul ettirememişlerdi. Çocuk da beyin kanamasından hayatını kaybettiği için çok tepki alan hastane yönetimi, acil durumlardaki hastaları kabule razı gelmişti. Hastaneye kolayca girebilmemizin nedeni de buydu.
Çocuklar da eve yeni gelmişlerdi. Olan biteni duyunca ne yapacaklarını şaşırdılar. “Yapacak bir şey yok, orası askeri bir hastahane. İçerde durdurmuyorlar. Evde beklememizi söylediler” dedim. Sabaha kadar salonda kimimiz koltukta kimimiz kanepede sabahladık. Ertesi gün, olayı atlattığına dair bir haber alabildik fakat yanına girmek gibi bir şansımız olmadı. Heyecanlanmaması gerektiğini söylüyorlardı. Meğerse krizi çok ağır atlatmış. Ona şok uygulayan doktor, “gittin geri geldin” demiş daha sonra. Bunu duyunca kendi de gülerek “gittim ama azığın az diye geri gönderdiler” derdi.
On gün kadar hastanede yattı. Kendine gelmeye başlar başlamaz da yanına gelen herkese Kur’an ve İslam demekten, kurtuluşun yolunun bu olduğunu anlatmaktan geri durmadı. Kendisiyle ilgilenen genç bir asistanla tanışması da ilginç olmuştu. Asistan doktor İktibas’a abone olduğunu ama abone parasını ödemeye fırsatı olmadığını söyleyince karşılıklı gülüşmüşler, ‘artık elimden kurtulamazsın’ diye takılmıştı ona. Askeri bir genç hekimin dergiyi okuması onu çok etkilemişti.
Dinlenmesi ve kendine iyi bakması tavsiyesiyle hastaneden eve dönmüştü artık. İlk krizi çok şiddetli geçirdiği için kalbinin alt tarafı çok zarar görmüştü. Daha rölantide bir hayat sürmesi gerekirken “ben iyiyim hem de çok iyiyim” diyerek kısa süren bir istirahat döneminden sonra bıraktığı yerden işleri aldı ve aynı tempoyla devam etmeye başladı. Ara ara ritim bozuklukları ile hastanelere gitmek zorunda kalıyordu.
Bu arada, Almanya ve Hollanda’da kamplar düzenleniyor, oralarda İslam’ı tanımak isteyenlere en gerçek biçimiyle tanıtmaya uğraşıyordu Allah’ın dinini, emirlerini.
Rahatsızlığını iyiden iyiye hissetmeye başlamıştı artık. Belli etmemeye çalışsa da kendisi farkındaydı her şeyin. Sanırım bu yüzden, her gittiği yerde yanında olmam için beni ikna etmeye çalışıyordu. Ben de elimden geldiğince kırmamaya gayret ediyordum. Son zamanlarda hemen hemen hep yanındaydım.
Hollanda’daki kampta güzel ilişkiler kurulduğunu, müslümana yakışan davranışlar sergilendiğini görmüştüm. Bu arada kamp yerini kiraya veren çiftlik sahibi hanımın olaya bakışını anlatmadan da geçemeyeceğim. Bu hanım, biz kamptan ayrılmak üzereyken etrafı kontrole gelmişti. Şaşkınlıkla civara göz gezdiriyor, her şeyin yerli yerinde, etrafın tertemiz olmasına hayretle bakıyordu. Kamp yeri bize teslim ettiğinden de daha düzenliydi. Kendi dilince bir şeyler söylüyordu bize orayı ayarlayan hanıma. O da bize tercüme etti dediklerini: “Şimdiye kadar kampımı kiralayanlardan hiçbiri böyle bırakmadı burayı, siz niye bu kadar farklısınız!.. Bir de şu başınızdaki örtüler olmasa!..”
“İşte bu” dedik. “Ne yaparsak yapalım başımızda bu örtüler olduğu sürece biz bunlara bir şey anlatamayacağız. Eh bu kadarı da onu düşündürür belki.” dedik ve oradan ayrıldık. Ercümend hep güzel örnek olmaktan yanaydı. Yaşayarak doğruları göstermenin öneminin göz ardı edilmemesi gerektiğini söylerdi.
93’ün Mart ayında ikinci krizini de geçirdi. Bu sefer Yüksek İhtisas hastanesinde yattı. Yattığı sürenin ilk haftası çok sıkıntılı geçmişti. Bu sıkıntılı süre içinde gece anjiyoya almak zorunda kalmıştı doktorları. Sonuçta ortaya tıkalı damarlar, by-pass ameliyatına dayanamayacak kadar hasarlı bir kalp raporu gelmişti önümüze. İlaçla sürecek bir yaşam vardı artık önünde. Yapacak bir şey yok, gittiği yere kadar böyle gidecek demişlerdi.
Ercümend hastaneden çıktıktan kısa bir süre sonra tekrar kaldığı yerden başladı çalışmalarına. Acele yetiştirmesi gereken işler varmışçasına daha da bir hızlanmıştı.
Aradan bir yıl geçti geçmedi, 94’ün Ocak ayında tekrar fenalaştı. Ramazan’dı. Kız kardeşine iftara davetliydik. Neye uğradığımızı anlamadan Yüksek İhtisas hastanesinde bulduk kendimizi. “Kardiyoloji dolu, yatak yok. Hastayı alamayız” dediler. Hastalar sedyelerde kapının girişinde yatıyorlar. Orada bir genç de vardı ki, jandarmaların yere koyduğu sedyede yatan, hiç mi hiç unutamadığım; yaralı bacağından yayılan çürümüş et kokusu sarmıştı etrafı. Yüzü kireç gibi ifadesiz. Dağda yaralanmış, bir mağarada bulup alıp hastaneye getirmişler. DHKP-C’li imiş. “Bunları bu yollara düşürenlerin Allah cezasını versin” dedim kendi kendime. Ben gördüklerim karşısında donup kalmışken, Ercümend, kendi sıkıntılı haline bakmadan onun yanına gidip “Ah be delikanlı -jandarmaları göstererek- sen bunların canına kastediyorsun onlar senin hayatını kurtarmak için buralara sırtlarında taşıyorlar. Niye yaparsınız bunları!” diyordu. Fazla kalamadan oradan çıktık, aceleyle Gülhane hastanesine geldik. Orası da dolu, yatak yok. Bu doluluğun sebebi Ramazan’ın ortalarına yaklaşmış olmamızmış meğerse. Kalp hastaları oruç tutma konusunda inat edince on gün anca dayanabildikleri için hastanelerin kardiyoloji bölümlerinde yataklar tükeniyormuş. Böylece bunu da öğrenmiş olduk. Gülhane hastanesindeki doktorlar Yüksek İhtisas’a neden yatırılmadığı konusunda şaşkınlıklarını belirttiler. Dosyası orada olan bu durumdaki bir hastayı nasıl kabul etmezler diyerek hemen bir ambulans hazırlatıp iki doktorun refakatinde Yüksek İhtisas’a geri yolladılar. Yer olmadığı için orada yine beklemeye başladık.
Devam edecek…
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *