KÜRESELLEŞMENİN SONU MU?

KÜRESELLEŞMENİN SONU MU?

Öncelikle Trump’ın niçin diğer Amerikan başkanlarından farklı bir siyaset izlediğini anlamak, daha sonra da dünya siyasetindeki son gelişmelerin ardındaki dinamikleri iyi analiz etmek gerekiyor…

ABD başkanı Trump’ın BM Genel Kurulu’nda yaptığı konuşmanın ardından başlayan küreselleşme tartışması, bazı soruları sormayı ve bunlar üzerinde ciddiyetle durmayı gerektiriyor. Daha önceki başkanların aksine, söz ve icraatlarıyla farklı bir siyasetçi profili çizen Trump’ın bu konuşması, izlediği siyasetten bir zamandır endişe duyan kimi kesimleri dünyanın geleceği konusunda daha da endişelendirmiş gözüküyor. Trump’ı dünyanın başına bela kesilebilecek bir kişi olarak gören bu kesimler, ABD siyasetinin yapılan açıklamalar doğrultusunda şekillenmesi durumunda bir ‘dünya savaşı’nın bile çıkabileceği tahmininde bulunuyorlar. Acaba bu doğru mu? Küresel siyasetin en önemli aktörü olarak kabul edilen ABD’nin ‘yurtseverlik’ temelli bir siyaset izlemesi durumunda dünya siyasetinde ne gibi değişiklikler olur? Ya da dünyanın birçok bakımdan ‘küreselleştiği’ bir vasatta ABD’nin bu tarz bir siyaset izlemesi mümkün müdür? Bu sorulara cevap verebilmek için öncelikle Trump’ın niçin diğer Amerikan başkanlarından farklı bir siyaset izlediğini anlamak, daha sonra da dünya siyasetindeki son gelişmelerin ardındaki dinamikleri iyi analiz etmek gerekiyor. 

Öncelikle şu hususun iyi bilinmesi gerekiyor ki, Donald Trump tipik manada bir ‘siyasetçi’dir. Yani bazılarının iddia ettiği gibi, ‘radikal’ Hıristiyan grupların siyaset arenasındaki temsilcisi değildir. Bilinen manada ‘siyasetçi’ ise, oy kaygısının (yahut Weberyan deyişle, ‘iktidar istenci’nin) yönlendirdiği insan tipidir. Siyasetçi (ya da bizdeki olumsuz kullanımı ile ‘politikacı’) oy geleceğini düşündüğü her yerden oy almaya çalışır. Dolayısıyla, ‘politikacı’nın (bir anlamda) ‘kutsal’ı oydur. Trump da Amerika da bunu yapmaya çalışmakta ve daha önceki başkanlardan farklı olarak, bazı toplum kesimlerinin hassasiyetlerine daha fazla hitap etmeye çalışmakta, bunu yaparken de üslubunu dönemin şartlarına göre ayarlamaktadır. Trump’ın yapmaya çalıştığı şey, basitçe, budur. İşte burada şu soru anlamlı olmaktadır: daha önceki başkanların ihtiyaç duymadığı bir şeyi, Trump niçin yapıyor? Yani acaba ‘altyapı’ şartlarında bir değişim mi olmuştur da, Trump bunu görerek yeni bir siyaset dili yahut yeni bir siyaset tarzı inşa etmeye çalışıyor? Bu soruya bazı açılardan olumlu cevap vermek mümkündür. Örneğin, Amerika artık eski Amerika değildir. Nitekim Trump’ın kendisi de, 2 yıl önceki seçim kampanyasında “Amerika’yı yeniden büyük yapalım” cümlesini ana sloganı olarak kullanmıştır. Bu, dış şartlar açısından böyle olduğu gibi, iç şartlar açısından da böyledir. Öncelikle ‘iç kamuoyu’na hitap etmenin seçim kazanma açısından önemi aşikar olduğu için, son tahlilde bir ‘politikacı’ olan Trump, söyleminin ana esaslarını iç şartlardaki değişiklikler üzerine oturtmuştur. Onun basit amacı, her politikacı gibi, seçimleri kazanmaktır! 

Amerika’nın II. Dünya Savaşı’ndan sonra kurmuş olduğu düzenin, geçen 50-60 yıllık dönemde Amerika’ya elbette bir maliyeti ve bunun da Amerikan halkına bir yansıması olmuştur. Gelir dengesindeki değişiklikler (özellikle de orta ve alt gelir düzeyindeki) insanların tepkilerinin de değişmesine neden olur. Sağlık sigortası noktasında Obama döneminde yaşanan sıkıntılar bunun iyi bir göstergesidir. Hakeza ülke dışındaki Amerikan üslerinin maliyetinin artmasının da iç politikaya yansımaları olmaktadır. Bunu basitçe şöyle ifade etmek mümkündür: Amerika küresel bir güçtür, yükü de küreseldir. Zaman geçtikte bu yükün cüsseye bindirdiği ağırlık da görece artmaktadır. Yeni kaynaklar bulunmadığı sürece, bu süreç bünyeyi olumsuz yönde etkiler. Bu tıpkı, yüz yıl yahut iki yüz yıl boyunca ayakta kalmaya çalışan bir binanın ‘yıkılma’ yönünde maruz kaldığı doğal etkinin artmasına benzer. Bu bina, dünyanın en sağlam binası da olsa, zamanın yıkıcı etkilerine dayanamaz ve gerekli tedbirler alınmadığında da, kendiliğinden yıkılır. Amerikan ekonomisini de böyle bir binaya benzetmek mümkündür.

Bağımsızlıktan sonra dünyanın en ‘gelişmiş’ ekonomisi olmak için 1 asrı geçkin bir süre çalışan Amerikalılar, II. Dünya Savaşı’nın hemen öncesinde bu güce ulaşmışlardı ve savaş sonrasında da bu durumlarını pekiştirdiler. Fakat geçen zaman içerisinde (küreselleşmenin getirdiği ağır maliyetler yüzünden) yükleri arttı ve ona mukabil yeni gelir kaynakları bulmak noktasında da eskisi kadar mahir olamadılar. OECD rakamları, Amerikan ekonomisini, hala dünyanın en gelişmiş ekonomisi olarak gösteriyor, fakat karşılaştırmalı bir değerlendirme yapıldığında, 1970’li yıllara göre, bu gücün yarı yarıya azaldığı görülüyor. Bu, Amerika’nın ekonomi kriterleri açısından ‘görece’ zayıfladığı anlamına gelir. Peki, bu durumun ‘siyaset’e bir yansıması olmayacak mıdır? Elbette ki olacaktır. Amerika’daki son gelişmeleri, Trump’ın ‘izolasyonist’ ve ‘yurtseverlik’ eğilimlerini vs. bu trende bağlamak mümkündür. Hatırlanacağı üzere, Trump, 2016 seçim kampanyası sırasında, daha çok orta ve alt gelir grubuna hitap ederek, “yollarımız eskidi, köprüler yıkılmak üzere; bunları yenilemek, yeni kaynaklar bulmamız lazım” tarzı bir dil kullanmıştı. O bunu boşuna yapmıyordu, zira çizmiş olduğu tablo bir gerçekliği yansıtıyordu. Trump’ın Meksika sınırına duvar örmek istemesinin, göçmenler aleyhine uygulamalarda bulunmasının, ticaret savaşları başlatarak ülkelere yeni vergiler getirmesinin vs. ardındaki gerekçe budur. Bir başka ifadeyle, hitap ettiği kitlenin kendisinden beklentisi de budur. Bu yüzden Trump, anti-küreselleşmeci ve ‘yurtseverlik’ taraftarı bir politika izlemektedir. Çünkü Amerika’da böyle bir seçmen kitlesi vardır, o da bir ‘politikacı’ olarak bu kitlenin oyuna taliptir! Bu ülkede siyaset alanında son 2 yıldır yaşanan gelişmeleri basitçe böyle okumak mümkündür. 

Bu tarz siyaset, Amerika’da kalıcı olabilir mi? Eğer bahsetmiş olduğumuz trend devam ederse, Trump’tan sonra da bu siyaset biçiminin temsilcilerinin çıkabileceği söylenebilir. Fakat bu, ‘küreselleşme’ olgusunun tümüyle sona ermesi mi demektir? Bu soruya olumlu cevap vermek ise mümkün değildir. Özellikle de teknolojik altyapı şartlarının köklü biçimde değişmiş olması nedeniyle, küreselleşmenin birçok alanda devam edeceği rahatlıkla söylenebilir. İnsanlık, ateşli silahları keşfettikten sonra oka, motorlu araçları keşfettikten sonra da ata/deveye dönmemiştir! Bu, istense de olabilecek bir şey değildir. Hakeza ‘digital devrim’in yaşandığı bir dünyada ‘sanayi devrimi’ döneminin şartlarına dönmek de mümkün değildir. Einstein’in dediği gibi, ancak bir Üçüncü Dünya Savaşı çıkar da, nükleer silahlar yaygın biçimde kullanılırsa vs. böyle bir ihtimalden bahsedilebilir ki, o da zordur. Zira keşfedilmiş bir buluş, bir süre sonra yine kendisine bir ‘uygulama alanı’ bulur. Bunu ‘zorlama’ yöntemlerle engellemek mümkün değildir. Dolayısıyla, Trump’ın açıklamalarını, yeniden ‘ulus-devletler’ dönemine dönüş çağrısı olarak görmemek gerekir. Bu, tipik manada bir ‘politikacı’ söylemidir ve o nedenle, bu türden açıklamalar bir yönüyle Kasım 2018 seçimleriyle bağlantılı görmek gerekir. Dünyanın her yerinde olduğu gibi, seçim süreçlerinde politikacılar ‘duygular’a daha çok hitap ederler; süreç bittiğinde de, ‘reel politika’nın gereklerine (yani ‘devletin icapları’na) uyarlar! Fakat şurasını da eklemek gerekir ki, Trump’ın siyaset tarzı, tümüyle de Kasım seçimleriyle irtibatlı değildir. Yani seçimlerden sonra Trump, bambaşka bir siyasetçi olup çıkmayacaktır. Benzer söylemleri tekrarlamaya devam edecektir. Evet, BM’de yapmış olduğu konuşmada görece daha ‘sert’ bir dil kullanması seçim süreciyle ilişkilendirilebilir ama dünya siyasetine bakış noktasında Trump’ın (ve benzeri ABD politikacılarının) öncekilerden farklı bir yaklaşıma sahip olduklarının altının da çizilmesi gerekmektedir. Bunun basit nedeni, dünyada ve Amerika’da şartların değişmesidir. 

Peki, gerçekten dünyada ne değişmiştir? II. Dünya Savaşı’ndan sonra, dünya siyasetinde birkaç önemli gelişme olmuştur ve bunların elbette nedenleri vardır. SSCB’nin dağılması, İran Devrimi, 11 Eylül Olayları ve nihayet Trump’ın izlediği farklı siyaset, bu dönemde önemli kırılma noktaları olarak görülebilir. Ekonomik açıdan, başta ABD olmak üzere, batı ülkeleri hala ‘merkez’ olma özelliklerini korumaktadırlar. Ama özellikle de Uzakdoğu coğrafyasında (Japonya ve Çin gibi) bazı ülkeler, bu tablonun değişebileceği sinyalini şimdiden vermektedirler. SSCB dağılmıştır ama bu, (Fukuyama gibileri tarafından iddia edildiği gibi) dünyada siyasal mücadelenin bittiği, liberalizmin kesin zaferini ilan ettiği vs. anlamına gelmemiştir. Siyasal (ve ideolojik) mücadele devam etmektedir ve bunun sonuçları dünyanın farklı yerlerinde (örneğin Ortadoğu’da) somut olarak görülmektedir. Müslüman Dünyası ise, hala ‘dolaylı sömürü’ düzeninin pasif partneri olmaya devam etmektedir fakat bir 50 yıl öncesi kadar güçsüz de değildir. Özellikle de İran ve Türkiye’nin 50 yıl öncesiyle kıyaslandığında bölgede görece daha etkin aktörler haline gelmesi, Malezya’nın gerçekleştirdiği ekonomik atılım, hatta Ortadoğu siyasetinin karışması dahi bunun göstergesi olarak kabul edilebilir. 11 Eylül Olayları’ndan sonra bütün projeksiyonların Müslüman Dünyası’na yönelmesi de boşuna değildir. Elbette ki halihazırdaki şartlarda Müslüman Dünyası, Batı ile ‘dişe diş’ bir rekabete girişebilecek güçte değildir. Elindeki levazımat buna yetmez. Fakat şurası da bir gerçektir ki, bu dünya, ‘doğrudan sömürgecilik’ dönemindeki kadar da zayıf değildir. Yine sömürülmektedir ama bunun derecesi değişmiştir. Burada bu değişimi sağlayan şeyin ne olduğu elbette önem arz etmektedir. Müslüman Dünyası’nda ‘çalışma katsayısı’ görünür düzeyde artmamıştır; o nedenle, ekonomik bakımdan ciddi bir sıçrama görülmemektedir. Fakat doğrudan sömürgecilik döneminde olduğu gibi, hammadde kaynakları artık sömürgecilerin tam tasarrufunda da değildir. Görece farklılaşmayı izah eden bir unsur budur. İkinci olarak, Batı ülkeleri, eskisi kadar çalışmamaktadır. Batı, refah toplumudur ve bu türden toplumlarda, ‘çalışma katsayısı’ görece düşer. Bu da dünyanın geri kalanının Batı’ya karşı görece güçlenmesinde etkili olan faktörlerden biridir. Teknolojinin küreselleşmesi de bu noktada dolaylı bir etkide bulunmaktadır. Zira hızlı teknoloji transferi, rekabet şartlarını diğer ülkeler lehine nispeten kolaylaştırmaktadır. Bütün bunların dışında, bir de ‘ideolojik’ yahut ‘siyasal’ faktör vardır ki, Batı, bu noktada ciddi manada tıkanıklık yaşamaktadır. Batı insanı artık bir ideal uğruna mücadele vermemekte, tabiri caizse, gününü gün ederek yaşamaktadır. Disiplinli toplumlar oldukları için henüz bu faktörün etkisini ekonomi alanında çok fazla hissetmemektedirler fakat Batı toplumlarının durumu, hörgüçten yiyen deve örneğine benzemektedir. Eğer yeni su kaynakları bulunmazsa, hörgüçteki suyun bir süre sonra biteceği kesindir. Bu, ancak ideolojik açıdan yeni bir kaynak bulmakla mümkün olabilir. Postmodernizm tecrübesini yaşamış Batı için, artık bu ihtimal de çok zordur! Bu durumu, uzun vadede Batı için çanların çalmaya başladığı şeklinde yorumlamak mümkündür. İşte Müslüman Dünyası’nın büyük şansı da buradadır. Halihazırda dünyada yeni bir ‘ideoloji’ üretme ihtimali olan tek coğrafya Müslüman Dünyası’dır. Fukuyama’nın yapmış olduğu tespit Batı dünyası için doğrudur. Burada artık insanlar “tatsız tuzsuz bir dünya”da yaşamaktadırlar. Böylesi durumlarda insanların performansı da düşer. Çünkü bedenin hazları, aklın ihtiyaçlarının önüne geçer. Ama ‘açlık’, malum olduğu üzere (ve bazı tarihçilerin de işaret ettiği gibi), dinamizmin sebeplerinden biridir. Aç olan ‘çalışır.’ Ta ki açlık hissini giderene kadar! Müslüman Dünyası, bu açıdan da gelecek vaat etmektedir. Ayrıca İslamcılığın yaklaşık bir buçuk asırlık bir ‘düşünsel gelişim’ süreci vardır. Bu eğilimin devam etmesi halinde, Müslüman Dünyası’ndan ‘geleceğin ideolojisi’ de çıkabilir. Bu ise, bu dünyayı ekonomik ve siyasi açıdan da başka bir yere taşıyabilecek bir gelişme olur. Çünkü insanlar, potansiyellerini, en çok, bir şeye ‘inandıkları’ zaman ortaya çıkarırlar. Yani “inanan, üstündür.” Bu ilke, bugün Batı toplumları tarafından dahi kabul edilmektedir. Hatta bazı Batılı söylemlerde, insanlara “batıl bile olsa, bir şeye inanmaları” tavsiye edilmektedir. Çünkü inanç aktivite doğurur. Bu ise, ‘çalışma katsayısı’nı otomatikman etkiler. Bugün siyasal karmaşanın en çok olduğu coğrafyanın Müslüman Dünyası olması da bu açıdan manidardır. Bu, Müslüman Dünyası’nda daha önce olmayan bir şeyin olduğunu göstermektedir. Bu nedenle, bu karmaşayı olumsuz değerlendirmek yerine, bir şeylerin muştucusu olarak görmek daha doğrudur. Elbetteki bu da şarta bağlıdır. Yani Müslümanlar gereğince çalışır ve üzerlerine düşeni yerine getirirlerse, ancak o zaman, küresel siyasette etkili bir aktör olabilirler.

İşte dünyanın farklı coğrafyalarındaki bütün bu değişimlere bakıldığında, Batı hegemonyasının niçin eskisi kadar ‘ezici’ olmadığını ve buradan hareketle de, Batı dünyasındaki yeni gelişmeleri anlamak mümkün olmaktadır. Batı dünyası, gerçekten ‘sıkıntı’ içerisindedir. Tabiri caizse, medeniyetinin zirvesini görmüş ve iniş trendine girmiştir. Böylesi durumlarda, alınan ilk tedbir, doğal olarak, ‘korumacılık’ olur. Batı’nın bugün yapmaya çalıştığı şey, genel olarak, budur. Ama tarihten biliyoruz ki, medeniyetlerin zirve noktasından sonraki akıbetleri hep aynı olmuştur! Bu kaderden Batı kaçabilir mi? Cevabı siz kendiniz verin!

İKTİBAS

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *