DOLAR KRİZİ VE ABD-TÜRKİYE İLİŞKİLERİ

DOLAR KRİZİ VE ABD-TÜRKİYE İLİŞKİLERİ

Türkiye’de 17-25 Aralık operasyonlarından beri, farklı bir ‘siyasal süreç’ işlemektedir ve bugünkü gelişmeleri dahi bu zaviyeden okumak mümkündür. İktibas dergisi Eylül ayı yorumu…

Temmuz ayının sonunda Rahip Brunson krizinin patlak vermesinden sonra, gelişmeleri daha çok ‘siyasi’ boyutu üzerinden yorumlamaya çalışmış ve Türkiye ile ABD arasındaki ilişkilerde ‘güç dengesi’nin Amerika’nın lehine olması nedeniyle, sürecin Türkiye açısından olumlu gelişmesinin zor olduğu değerlendirmesinde bulunmuştuk. Çok kısa bir süre sonra, yani Ağustos ayının hemen başında, ‘dolar krizi’ patlak verdi ve 16 yıllık AKP iktidarı, ekonomik açıdan görülmemiş bir sıkıntı yaşadı. Acil finansal önlemler alan iktidar, meseleyi ‘dış güçlerin saldırısı’ olarak niteleyip iç konsolidasyonu sağlamaya çalışsa da, bilhassa ekonomik çevreler, ‘dolar krizi’ olarak başlayan sürecin bir ‘ekonomik kriz’e evrilme ihtimalini yüksek görüyorlar. Peki, bu önemli gelişmeyi nasıl yorumlamak gerekiyor? Hükümetin süreçten doğrudan sorumlu tuttuğu ABD ile Türkiye arasındaki ilişkiler kopuyor mu? Acaba Türkiye ‘Batı ligi’nden çıkacak mı, yoksa Brunson bir süre sonra salıverilecek ve kriz de sona mı erecek? ‘Dolar krizi’ olarak başlayan süreç bir ‘ekonomik kriz’e evrilebilir mi, yoksa Erdoğan bu badireyi de ufak tefek sıyrıklarla atlatabilecek mi? 

Bu sorulara cevap verebilmek için, öncelikle, bu krizin nedenleri üzerinde durmak gerekiyor. Geçtiğimiz sayıda Brunson olayı ile ilgili olarak yaptığımız yorumda da değindiğimiz gibi, meselenin Trump yönetimi açısından iç ve dış siyaset ile ilgili boyutları olduğu gibi, aktüel siyaseti aşan boyutları da vardır. Türkiye’de 17-25 Aralık operasyonlarından beri, farklı bir ‘siyasal süreç’ işlemektedir ve bugünkü gelişmeleri dahi bu zaviyeden okumak mümkündür. Batı liginin üyeleri, başta ABD olmak üzere, Erdoğan’ın ‘sınırı aştığını’ düşünmekte ve onu iktidardan almak için bir ‘operasyon’ yürütmektedirler. Erdoğan da buna karşı direnmeye çalışmaktadır. Siyasi sürecin özeti bu şekilde ifade edilebilir. Tabiatıyla bu süreçte ‘taraflar’ vardır ve bunlar birbirlerine karşı (‘ittifak’ ilişkileri çerçevesinde) mücadele etmektedirler. Erdoğan’ın muhalifi olan çevrelerin yapmak istediği, mümkünse seçim süreçlerini kullanarak, ama o olmuyorsa da ‘başka’ yöntemler deneyerek Erdoğan’ı iktidarından etmek iken, Erdoğan çevresinde öbeklenen ‘ittifak’ın buna cevabı ise, ‘tepkisellik’ içerisinde kendisini korumaya çalışmaktır. 17-25 Aralık operasyonundan beri gözlemlenen budur. İlk hamleyi Erdoğan karşıtları yapmakta, Erdoğan da buna karşı cevap vermeye çabalamaktadır. Son ‘dolar krizi’nde de olan, bundan başkası değildir. Süreç, bizzat ABD başkan yardımcısı Pence ve ardından başkan Trump tarafından başlatılmış, Erdoğan da buna karşı kendini korumak amaçlı tedbirler almaya çalışmıştır. Malum olduğu üzere, bu tür süreçlerde ‘aksiyoner’ olan tarafın eli daha güçlüdür! ‘Reaksiyonerlik’ bazen işe yarayabilir, ama çoğunlukla çare olmaz. 

Ağustos ayı başında patlayan ‘dolar krizi’nde kimin elinin güçlü olduğunu sormaya bile gerek yoktur, zira ABD ekonomisinin küresel ölçekteki durumu bellidir, Türkiye ekonomisinin durumu da bellidir. Birçok ekonomistin de ifade ettiği gibi, Türkiye ekonomisinin son 2-3 yıllık gidişatı iyi değildir ve bu durum geçen yılın sonundan beri hissedilmektedir. Sıcak para ve tüketime dayalı ekonomik gelişme modeli tıkanmıştır. Zira ABD Merkez Bankası’nın faiz artırımı yönünde uyguladığı politika, sıcak paranın gelişmekte olan ülkelerden kaçmasına neden olmakta, bu da finansal piyasaları sıkıntıya sokmaktadır. Sürecin devam etmesi ise, gelişmekte olan ülkeler üzerindeki baskıyı artırmaktadır. Türkiye ekonomisinin AKP iktidarı boyunca ‘üretim’e değil, ‘finans’a dayalı olması da bu ‘kırılganlığı’ artırmaktadır. İşte bu temel nedenlerle, ekonomistler, ‘dolar krizi’nin hasarsız atlatılamayacağı tahmininde bulunmaktadırlar. Para politikalarına dayalı bir ekonomiyi, kısa sürede ‘üretim’e dayalı bir ekonomi haline getirmek zor olduğundan, geriye tek çare kalmaktadır: yeni sıcak para kaynakları bulmak! Bu da gelişmekte olan ülkeler için eskisi kadar kolay olmayacaktır. 

Ağustos ayında yaşanan krizde Katar’dan geleceği söylenen 15 milyar dolarlık desteğin ekonomiye katkısı ise doları ancak 6 TL civarında tutmak olmuştur. Yani bu desteğe rağmen, TL 4 ayda yine de % 50 değer kaybetmiş olmaktadır (Erken seçim kararının alındığı Nisan 2018 başında dolar 4 TL idi). Hükümet çok kısa vadede bu artışın ekonomiye zarar vermemesi için bazı tedbirler almışsa da (örneğin doğrudan dolara endeksli olan petrol ürünlerinin fiyatlarında ÖTV indirimi yapıldı ve artış tüketiciye bir süre yansıtılmadı, daha sonra da görece hafif yansıtıldı) orta ve uzun vadede bu politikayı sürdürmek mümkün değildir. Bunun halk dilindeki adı ‘zam’dır. Türkiye’nin ekonomi geçmişinde, bir trend sonunda belirli bir seviyeyi gören doların, bir süre gerilese bile, zaman içerisinde tekrar o seviyeyi zorladığı bilinen bir durum olduğuna göre, 13 Ağustos tarihi itibarıyla serbest piyasada 7.22 TL’yi, bankaların internet sitelerinde ise 7.60 TL’yi görmüş olması da dikkate alındığında (Brunson krizinin ‘kolay’ çözüleceğine dair güçlü işaretler de olmadığı için), önümüzdeki dönemde ekonomik göstergelerin ‘iyileşme’ ihtimali zayıf görünmektedir. 

Peki, bu durumda ne olacaktır? Türkiye, yaşanan gelişmelerden doğrudan sorumlu tuttuğu Amerika ile ipleri koparacak mıdır? Aslında Erdoğan, 17-25 Aralık’tan beri yaşananlardan da Amerika’yı sorumlu tutmuş olmasına rağmen, bu ülke ile ilişkileri tümden koparma yönünde o dönemde de bir atım atmamıştır. Örneğin, ‘muhalefet’in sıklıkla dile getirdiği gibi, NATO’dan çıkmak gibi bir teşebbüste yahut serbest piyasa ekonomisinden vazgeçeceğine dair bir niyet beyanında da bulunmamıştır. Bu ve benzeri tutumlar, Erdoğan’ın (açıkça süreçten Batı’yı sorumlu tutmasına rağmen) Batı ile ilişkileri koparmayı istemediğini göstermektedir. Çünkü Türkiye gibi, kuruluşundan beri, Batı ligi içerisinde yer almayı istemiş ve 1948’ten sonra da fiilen yer almış bir ülke için böyle bir ‘tercih’te bulunmak, siyasetin ‘eksen’ini değiştirmek anlamına gelir ki, mevcut siyasi konumlarını bu ‘eksen’e borçlu olanların böyle bir şey istemesi mümkün değildir. Niyetli olmadıkları halde, kazara ‘sınırı’ geçtikleri zaman da, onlara “sınırları hatırlatılmaktadır.” Erdoğan’ın şu anda maruz kaldığı durumun izahı bu şekilde yapılabilir. Dolayısıyla, siyaset tarzları, çıkan krizlerin ‘teğet’ geçmesi için çalışmaktan başka bir şey olmayanlardan, ‘radikal’ kararlar alması beklenmez. Bu nedenle, Erdoğan’ın bu krizin de ‘teğet geçmesi’ için çalışacağını, buna odaklanacağını beklemek daha doğru olur. Rusya ve İran ile ilişkilerin geliştirilmesi, BRICS gibi yeni oluşumlara üyelik başvurusunda bulunulması ve Rusya’dan S-400 füzeleri alınması gibi girişimler, hep krizin ‘teğet geçmesi’ için yapılan atraksiyonlardan ibarettir. Yani bunlar belirli çevrelere ‘mesaj’ vermek kabilinden manevralardır, yoksa köklü bir siyaset değişiminin göstergeleri değildirler. Erdoğan, partisinin iktidar olduğu 2002 yılından itibaren, en az 10 yıl Batı ligi ülkeleri ile ‘içli-dışlı’ bir politika gütmüştür. O ülkeler Erdoğan’ı, Erdoğan da o ülkeleri iyi tanır! Dolayısıyla, yaşanan son gelişmelerden, mevcut krizin Türkiye’nin tümden Batı’dan kopmasıyla neticeleneceği gibi bir sonuç çıkarmak doğru değildir.

‘Dolar krizi’, gerekçeleri ve muhtemel gelişmelerle ilgili olarak ise şunlar söylenebilir: Öncelikle şunu ifade etmek gerekir ki, Amerika, Türkiye’de ekonomik göstergeler çok iyi iken (yani durduk yerde) böyle bir kriz çıkarmaya çalışmamaktadır. Bilakis ekonomik göstergelerin bozulduğu bir dönemde Brunson olayı, ‘dolar krizi’ne yol açmıştır. Bu iki yaklaşım arasında şu fark vardır: ilki, “biz iyiyiz, düşmanlarımız ekonomimizi bozuyor” anlamına gelir ki, doğru değildir, hamasi bir yaklaşımdır. İkincisi ise sorumluluğun büyüğünü ülke yöneticilerine yükler, ki her ülkede her zaman geçerli ve doğru olan da budur! Fakat Batı ülkelerinin (ve tabii ki ABD’nin) Türkiye’de ekonomik durumun kötüleşmesi yönünde bir çabası var mıdır? Bu soruya da olumsuz cevap verilemez. Çünkü amaç eğer Erdoğan’ın iktidardan alınması ise, bu da seçenekler arasında sayılmalıdır. Batı, Türkiye gibi ülkelerde ‘sınır geçildiğinde’, önce demokratik yoldan çözüm bulunmasını ister. Eğer bu yol kapandıysa, o zaman başka çarelere başvurur! Türkiye Cumhuriyeti tarihinde seçimler de olmuştur, darbeler de! Dolayısıyla, Batı için ‘tek yol’ diye bir şey yoktur. Batı, o dönemde hangi yöntem çıkarına uygun ise onu dener! Fakat Türkiye Müslüman Dünyası’nın önemli (üstelik bir biçimde ‘demokrasi’ tecrübesi olan) bir ülkesidir ve böylesi bir ülkede, bir Irak yahut Libya’da uyguladığı türde ‘sert’ yöntemlere başvurmaz. Hatta Türkiye’de darbeler olur ama bir süre sonra yine ‘seçimli’ demokrasiye geçilir. Bu, ülkenin sosyolojik ve siyasal şartlarıyla ilgili bir durumdur ve Batı da bu şartlara dikkat eden bir politika gütmeye özen gösterir. Erdoğan muhalifi ittifakın, Batı’dan “derhal ve acilen” bu türden sert yöntemlere başvurması yönündeki isteklerine de Batı bu yüzden olumlu cevap vermemekte, “önce seçim süreçleri, sonra başka yollar!” demektedir. 

Peki, bu durum 2018 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinden sonra da böyle midir? Hayır. Burada artık, ‘seçim süreçleri’nin bir biçimde nihayete erdiği söylenebilir. Çünkü iktidardan alınmak istenen kişi, bu seçimler sonucunda istediğini almış ve ‘geniş yetkilerle’ donatılmış bir Cumhurbaşkanı olmuştur. Bu durumda, seçim süreçlerinin sonunda, muhalif ‘ittifak’ın kaybettiği, Erdoğan cephesinin ise kazandığı söylenebilir. İşte bu noktada, ‘başka yöntemler’ konusu devreye girmektedir. Ekonomik krizin de bu yöntemler arasında olduğu söylenebilir. Çünkü artık, siyasetin iç dinamiklerini kullanarak yapılabilecek fazla bir şey kalmadığına inanılıyorsa, diğer seçenekleri denemenin mantıksal zemini de var demektir!

Bu bağlamda ‘dolar krizi’nin bir ekonomik krize evrilip-evrilmeyeceği ise gelişmelere bağlı bir durumdur. Kasım ayında ikinci bir kriz dalgasının gelebileceği yönünde ekonomistler tarafından yapılan yorumlar doğru çıkarsa, bu ihtimal güçlenir. Fakat ‘geniş yetkiler’i olan bir Cumhurbaşkanı’nın, normal siyaset araçları dışında bazı (ekstra) kanallar bulması halinde, krizin yaralarının bir dönem için hafifletilmesi de mümkündür. Eğer ‘dolar krizi’ ekonomik krize evrilirse, bu durumda tekrar ‘seçim süreçleri’ devreye girebilir mi? Bu ihtimali de hesaba katmak mümkündür ama daha güçlü ihtimal, sürecin ‘sertleşmesi’ olacaktır. Çünkü daha sert bir saldırıya maruz kaldığını hisseden taraf, kendini korumak için ‘daha sert’ tedbirler alır. Bu doğal bir tepkidir. Bu yüzden, ekonomik kriz olması durumunda, ülkedeki siyasi şartların ‘sertleşeceği’ yorumunda bulunulabilir.

İKTİBAS

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *