Medeni Vahşet; hevâlarını ilâh edinen, akıllarını putlaştıran ve keyiflerini kanun haline getiren müstekbirlerin dünya görüşlerini hem tahlil etmek, hem de reddetmek için kaleme alınan bir eserdir.
Yazar Hüsnü Aktaş; kırk yıl önce, haftalık gazetelerde ve aylık dergilerde yayınlanan makalelerini “Medeni Vahşet” adını verdiği bu eserinde toplamıştır. Birinci baskısı ‘Düşünce Yayınları’ diğer baskıları da ‘Ölçü Yayınevi’ tarafından piyasaya sürülmüştür. 12 Eylül Askeri Darbesi’nden sonra müellif hakkında bu eserin beşinci baskısından dolayı Ankara Sıkıyönetim Mahkemesi’nde dava açılmış, tutuklama kararı çıkarılmış ve ‘Mamak Askeri Cezaevi’ne konulmuştur. 1984-1985 yılları arasında tutuklu olarak yargılanmış ve mahkemenin verdiği zaman aşımı kararı ile tahliye edilmiştir. Türkiye’de ve Almanya’da korsan baskıları yapılan bu eserde yer alan makaleler, kırk yıl önce kaleme alınmıştır. 9. Baskısında geniş bir dizin eklenerek, lüks şamua kağıda yeniden düzenlenerek basıldı.
Takdim
Medeniyet kavramı; Arapça’da şehir anlamına gelen “Medine” kelimesinden türetilmiş olan bir kavramdır. Cumhuriyetin ilk yıllarında kullanılan “Muasır Medeniyet” ile günümüzde piyasaya sürülen ‘Çağdaş uygarlık’ gibi kavramların, izafi bir keyfiyete haiz olduğunu söylemek mümkündür. Zira medeniyet-uygarlık kavramını “efradına cami, ağyarına mani”bir şekilde tarif etmek kolay değildir. Cemiyet halinde yaşayan insanların, gayelerine ulaşmak için birer vasıta olarak kullandıkları siyasi, ictimâi, hukuki ve ticari kurallar, medeniyetin-uygarlığın bir parçasıdır. Ancak medeniyetin belirleyici unsuru, insan haklarına verilen değerdir. Tanzimat Dönemi’nden sonra, Batı’daki “civilistaion” (sivilizasyon) tabirini karşılamak için, medeniyet-uygarlık kavramının kullanıldığı malûmdur.
Tarih boyunca bir değil, birden fazla medeniyet-uygarlık telâkkisi insanların zihinlerini meşgul etmiştir. Eski Asur, Yunan, Mısır ve Roma uygarlıkları, putperest zihniyetin ortaya çıkardığı uygarlıklardır. Batı medeniyeti (çağdaş uygarlık) kaynağı ve hizmet ettiği idealler açısından, eski Yunan ve Roma medeniyetinin bir devamıdır. Bütün siyaset uzmanları; demokrasi ve cumhuriyet anlayışının, eski Yunan sitelerinde ortaya çıktığını savunmaktadırlar. Siyasi literatürde cumhuriyet kavramı, egemenliğin halka ait olduğunu esas alan siyasi rejimi ifade etmektedir.
Aydınlanma felsefesini (modernizmi/çağdaş uygarlığı) savunan filozoflar; ruhban sınıfının siyaset sahnesinden çekilmesini, egemenliğin ulusa tahsis edilmesini ve “Kralsız-Tanrısız” bir siyasi rejimin kurulmasını gündeme getirmişlerdir. Aydınlanmacı filozofların etkisinde kalan bazı Osmanlı aydınları; meşrutiyet döneminde “din ile devlet işleri arasındaki münasebeti” ve laiklik ideolojisinin mahiyetini tartışmaya başlamışlardır. Cumhuriyet rejimini kuran kadroların; “dini inançlarını ve değerlerini, kamu alanına taşımayan modern vatandaşların yetiştirilmesini, yani din ile devlet işlerinin birbirinden ayrılmasını” esas aldıkları malûmdur. Ancak Türkiye’ye mahsus olduğu iddia edilen laiklik tatbikatı; din ile devlet işlerinin birbirinden ayrılmasını değil, dini anlayışların devlet tarafından denetlenmesini ve yönlendirilmesini ön plâna çıkarmıştır. İslâm şeriatını (fıkhını) mahkûm eden devlet adamları; önce laiklik felsefesine uygun olduğuna inandıkları kanunları çıkarmışlar, daha sonra kendi çıkardıkları kanunları “Mukaddes Metinler” gibi savunmaya başlamışlardır. Dolayısıyla mukaddes-modern Türk devletinin “değiştirilemez, hatta değiştirilmesi dahi teklif edilemez” (mukaddes) ilkeleri vardır. Vatandaşlarının neye inanacaklarını, hangi kıyafetle kamu alanına çıkacaklarını, neyi düşüneceklerini ve bu düşüncelerini nasıl ifade edeceklerini tesbit eden devlet adamları; Anayasa’da ifade edilen siyasi rejimin, en ideal siyasi rejim olduğunu ve tartışılamıyacağını ileri sürmektedirler. Mukaddes-Modern ve üniter devlet anlayışını savunanların, kronik hale getirdikleri iki önemli hastalıktan bahsetmek mümkündür. Birincisi: Türkiye’nin yönetiminde söz sahibi sivil ve asker bürokratlar, halkın tercihine ve rızasına önem vermeyen, garip bir demokrasi anlayışını ön plâna çıkarmışlardır. İkincisi: Devlet adamları ve politikacılar; saltanat kültüründe önemli yeri olan “hikmet-i hükümet” felsefesini, Atatürk ilkeleri adına yeniden yorumlamış ve değiştirilmesi mümkün olmayan bir ideoloji haline getirmişlerdir. Kronik hale gelen bu iki önemli hastalık, ‘Medeni Vahşeti’ ön plâna çıkarmıştır. Devlet hazinesinden yardım alan ve MGK’nın hazırladığı siyaset belgesine göre faaliyet gösteren siyasi partilerin; vatandaşların haklarını ve ihtiyaçlarını değil, dokunulmazlık zırhıyla korunan bürokratların (derin devletin) siyasi tercihlerini dikkate aldıklarını gizlemenin bir anlamı yoktur. İktidarın teşekkülünü, denetlenmesini ve devredilmesini kurallara bağlayan demokrasi rejimi, medeni vahşetin hakim olduğu zaman diliminde, her ideolojinin istismar edebildiği bir ‘sivil din’ haline getirilmiştir. Milyonlarca masûm insanın öldürülmesi için emir veren diktatör Stalin’e göre komünizm, gerçek bir halk demokrasisidir. Faşizmin önde gelen teorisyenlerinden Giovanni Gentile’ye göre nasyonalizm’in (milliyetçiliğin-ırkçılığın) hedefi, ‘teşkilatlandırılmış milletin üniter devletini kurmak ve gerçek demokrasiyi’ sağlamaktır. Değişik ideolojileri savunan filozofların, kendilerine göre bir demokrasi anlayışları vardır. Prağmatizm ideolojisi, bütün siyasi hareketlerin ortak değeri haline gelmiştir.
Seçimle iktidara gelen hükümetlerin; hukukun üstünlüğünü hafife almaları mümkün olduğu gibi, demokrasi adına ortaya atılan bütün siyasi teorileri mahkûm etmeleri de mümkündür. Siyasi ihtiraslarını bir silah gibi kullanan Adolf Hitler, seçimle iktidara gelen bir liderdir. Propaganda ile manipüle edilen kitlelerin; kanun devleti adına, hukuku nasıl ortadan kaldırabileceklerini göstermiştir. Yüzyıllar önce filozof Aristo ‘demokrasinin hukuku değil, halkın (avamın) egemenliğini esas aldığını’ ifade etmiş ve şu tesbitte bulunmuştur: “Demokrasi, oligarşi ve tiranlık ile birlikte, üç kötü hükümet biçiminden birisidir. Bu üç hükümet biçimi de yöneticilerin kendi çıkarlarını sağlama ihtirasına dayanır.” Bu tesbitin, günümüzde de geçerli olduğunu söylemek mümkündür. Seçimle işbaşına gelen ve devleti yöneten kimselerin hukuku hafife almaları ve hevâlarını ilâh edinmeleri, bütün dünyada ‘derin devlet’ problemini ön plâna çıkarmıştır.
Merhum Nureddin Topçu ” Devlet ve Demokrasi” isimli eserinde, bir inceliğe işaret etmiş ve şu tesbitte bulunmuştur:”Batıdan gelen her fikir gibi, demokrasi bizde halka ‘amentü’ gibi ezberletildi. Tenkit ve münakaşa edilmedi. Bünyemize uygunluğunun şartları üzerinde düşünülmedi. Hukuk ve ahlak yönünden tahlili yapılmadı. Değeri hakkında itirazlar yapılıp, cevapları aranmadı. Tek kelime ile üzerinde düşünülmeden körü körüne benimsendi. Bu sebeble istibdatın çilesini doldurduktan sonra, demokrasi denen Rousseau’nun tabiriyle bu ‘ilâhlar rejimi’nin kahrını çekmeye mahkûm olduk”
Türkiye’de sadece demokrasi rejiminin değil, lâiklik ideolojisinin de “efradına cami, ağyarına mani” bir şekilde tahlil edilmediğini gizlemenin bir anlamı yoktur. Bazı filozofların “insan aklının bulabildiği en iyi siyasi rejim” şeklinde tarif ettikleri demokrasi, hiçbir toplumda ideal yapısına kavuşamamıştır. Ansiklopedilerde, ‘aralarında hiçbir ayırım gözetilmeksizin bütün vatandaşların katıldığı yönetim biçimi’ şeklinde tarif edilen demokrasi, resmi ideolojinin bulunmadığı bir siyasi rejimi gündeme getirir. Halbuki Türkiye’de; hem resmi ideoloji gündemdedir, hem de demokrasi havariliği (!) revaçtadır. Bu çifte standart, siyasi ve iktisadi krizlere sebeb olmaktadır. 1924 Anayasası müstesna, bütün anayasa metinlerinin askeri darbe dönemlerinde hazırlandığı ve ‘ihtilâl sözleşmesi’ hükmünde olduğu malûmdur. 27 Mayıs Askeri Darbesi’nden sonra hazırlanan ihtilâl sözleşmesinde; 1924 Anayasası’nda yer alan “egemenlik kayıtsız ve şartsız milletindir” hükmü, şekil olarak muhafaza edilmiş, keyfiyet açısından egemenlik hakkı, sivil ve asker bürokratlara devredilmiştir. Anayasa Mahkemesi’nin, bu ihtilâlden sonra kurulduğu malûmdur. Demokrasi adına jüristokrasi’nin ön plâna çıkarıldığını gizlemenin bir anlamı yoktur.
Jüristokrasi rejimi; yasama-yargı-yürütme dengesinde, yargının diğer kuvvetleri ezecek derecede güçlendirilmesini esas alan siyasi bir rejimdir. Türkiye’de çağdaş uygarlığı savunan zinde güçlerin ‘ülkemizin şartlarından kaynaklanan ve kendimize mahsus olan demokrasi ve laiklik anlayışımızı korumak zorundayız’ şeklindeki demagojilerinin; hem askeri vesâyet (prononciemento) ve jüristokrasi rejiminin ortaya çıkmasına, hem de hukukun politikaya alet edilmesine sebeb olduğunu söylemek mümkündür. Bu siyasi tuzağa mahkûm edilen Türkiye’nin; siyasi, ictimâi, ahlâki ve iktisadi krizlerin pençesinden kurtulamadığı da malûmdur. Totaliter-saltanat kültürünün ‘Hikmet-i Hükümet’ anlayışını esas alan ve resmi ideolojiyi ‘sivil din’ haline getiren bürokratik zihniyetin egemenliği devam ettiği müddetçe, siyasi krizlerin ve her on yılda bir tekrarlanan askeri müdahelelerin (27 Mayıs 1960 ihtilali, 12 Mart 1971 muhtırası, 12 Eylül 1980 askeri darbesi gibi ) devam edeceğini söyleyebiliriz.
Medeni Vahşet; hevâlarını ilâh edinen, akıllarını putlaştıran ve keyiflerini kanun haline getiren müstekbirlerin dünya görüşlerini; hem tahlil etmek, hem de reddetmek için kaleme alınan bir eserdir. Yazar Hüsnü Aktaş; otuz yıl önce, haftalık gazetelerde ve aylık dergilerde yayınlanan makalelerini “Medeni Vahşet” adını verdiği bu eserinde toplamıştır. Birinci baskısı ‘Düşünce Yayınları’ (Ocak-1980) diğer baskıları da ‘Ölçü Yayınevi’ tarafından piyasaya sürülmüştür. 12 Eylül Askeri Darbesi’nden sonra müellif hakkında; bu eserin beşinci baskısından dolayı Ankara Sıkıyönetim Mahkemesi’nde dava açılmış, tutuklama kararı çıkarılmış ve ‘Mamak Askeri Cezaevi’ne’ konulmuştur. 1984-1985 yılları arasında tutuklu olarak yargılanmış ve Mahkeme’nin verdiği zaman aşımı kararı ile tahliye edilmiştir.
Türkiye’de ve Almanya’da korsan baskıları yapılan bu eserde (tesbit edilen korsan baskı sayısı: 24) yer alan makaleler, otuz yıl önce kaleme alınmıştır. Misak yayınları olarak, bu eserin 4. baskısını esas aldığımızı ve korsan baskılarda yapılan tahrifatları düzelttiğimizi ve orjinal haliyle yayınladığımızı söyleyebiliriz. Sadece ‘Orman Kanunları, Hukuk Devleti ve Adalet’ başlıklı makale, ‘Devlet Risalesi’ bölümüne ilave edilmiştir. Hayırlara vesile olmasını dileriz.
Misak Yayınları
2 Comments
Ali Bal
28 Ağustos 2018, 16:41İnsanların kendi yorumları ile yeni bir vizyon kazanan orijinaline uygunluğu tartışılır olan İslami düşüncenin özünde karşı düşüncenin kendisi kadar özünde arızalar taşıdığı inkar edilemez.İslami düşüncenin protest/reddiyeci bir duruştan önce öz eleştirel bir duruşa ihtiyacı vardır.Modern zamanlarda yükselen Batı Medeniyeti karşısında İslam medeniyeti medeniyet yarışını kaybetmiştir.Yarışı kaybeden için doğru olan,neden kaybettiğinin muhakemesi üzerinde kafa yormaktır.Buradan kendi zaaflarını tespit ve eksiklerini ikmal ettikten sonra yükselen Batı medeniyetini sorgulamaya ve eleştirmeye hak sahibi olabilir.Demokrasi ve cumhuriyettin egemenliği Allah’tan alıp halka verme şeklinde yorumlanarak bu ikisini Allah’a karşı açılmış bir savaş gibi yorumlamak da doğru değildir. Her ikisi de halka karşı halkın üzerinde yükselen oligarşik/hegemonik/diktatoryal sistemlere karşı halkın genelinin egemenliğini gözeten bir anlayışın sonucu olarak ortaya çıkmışlardır.Bu oligarşik,hegemonik güçlerden bir tanesi ve en etkin olanlarından biri tevbe/31 ve 34’te belirtilen ruhban sınıfı olduğu için oradan yanlış bir yorumla bu sistemler Allah’ın iradesine karşı baş kaldırmak gibi yorumlanmıştır.Oysa asıl hiç bir sınıfın diğerinin üstüne egemenlik kuramayacağı Allah’ın kullar üzerindeki gözettiği kendi iradesidir.Kısacası 40 yıl öncesinin bakış açısı ile yazılmış olan bu eser aradan geçen bu 40 yılın tecrübi kazanımları ile yeniden gözden geçirilmelidir.
REPLYSabir
28 Ağustos 2018, 11:39Ey Adem oĝlu neyin peşindesin? Bir muhendis araba yapiyer, o arabayı qullanabilmen içinde kilavuz veriyer, diyer bir muhendiste trafik quralları uyguliyer. Seni yaradanda kilavuz sunmuş, topluma ayaĝ uydurman içinde efendim(sav)in 23 senelik hayatını örnek olarak sunmuş. Tamamladım buyuriyer yuce Mevlam. Uç beş köpru, uç beş hastane yaptı diye reyisize sadaqat yemini ediyersiz, kurre’i zemini sene nimet, guneşi aydınlıh, ayı zaman, yıldızları yol haritası olarak sunan Qadiri Mutlaqa niya ihanet edersin?
REPLY