Üstad, Demokratları İslam’a dost yapmış!

Üstad, Demokratları İslam’a dost yapmış!

Said Nursi, 1950 sonrası, mevcut partilerden Demokrat Partiyi, “Demokratlar ahrarların devamıdır, din ve vicdan hürriyetine taraftardırlar” diye desteklemiş ve bu sayede Demokrat kuvvetleri İslam’a dost yaptığı ileri sürüldü. Bu dostluklarının ise Demokratlara bedeli ağır olmuş!

Yeni Asya gazetesinde Mehmet Kutlular imzası ile bugün yayınlanan bir makalede 1960 ihtilalinin altında yatan sebebin, her ne kadar “Yassıada Mahkemeleri’nde ispat edilememiş” olsa bile irtica olduğu iddia ediliyor. Bunun nedeninin ise Said Nursi’nin, demokratları daha hürriyetçi bularak desteklemiş olması, demokrat kuvvetleri İslâm’a dost yapmış ve güvenlik güçlerini Müslümanların aleyhine kullandırtmamış olması gösterilirken, demokratların başka saiklerle kendilerine yaklaşmış olabileceklerine ise değinilmiyor.

“Nur hizmetini daha yakından tanıma ve Türkiye’nin son elli, elli beş yılını Nurculuk perspektifinden değerlendirmek için…” ifadeleriyle başlayan yazıda Said Nursi’nin “Mevcut rejimi uygun bulmaya veya onları desteklemeye yönelik fikrî veya başka herhangi bir çalışma içine girmesinin mümkün olmadığı” da ileri sürülüyor. Ayrıca radikal akımların sonuçları ile karşılaştırma yapılıyor ve bunun için de İhvan-ı Müslimin örnek olarak seçiliyor!

Mehmet Kutlular’ın, gazetesi Yeni Asya’da, “Üstad, Demokratları İslam’a dost yaptı” başlığı ile yayınlanan işte o yazısı:

TEK PARTİ

Üstad Hazretleri tek parti devrinde siyasî meselelerle hiç ilgilenmemiş. Çünkü siyaset yok, tek parti var ve milletvekilleri cumhurbaşkanı tarafından “tayin” ediliyor.

Evet, seçim yapılıyor, ama göstermelik. Ortada tek bir parti var, adaylar aynı partiden. Üstelik halkın seçtikleri, milletvekillerini seçecek “intihab-ı sani, yani ikinci seçmen” denen, belli sayıdaki delegeydi. Cumhurbaşkanının (Önceleri M. Kemal, ölümünden sonra İ. İnönü) önceden kontrol ettiği milletvekili aday listelerine oy verenler, bu ikinci seçmenler idi.

Seçimin bütün esprisi bu kadardı.

Bu tip seçimin en çarpıcı örneğini bir umre ziyaretine giderken Suriye’de görmüştüm. Orada yaşadıklarımı aktarmak istiyorum:

1978 senesinde umreye giderken Suriye’den geçtik. Şenlik vardı. Halep’te birine bir adres sorduk. Türkçe biliyordu.

Annesinin Mersinli olduğunu söyledi. Sağlık Bakanlığı’nda çalıştığını öğrendik.

“Beni de arabaya alın, sizi gideceğiniz yere götüreyim” diye teklifte bulundu. Aldık ve “Ne oluyor; şehirde genel bir şenlik havası var?” diye sorduk. “Seçim var” diye cevapladı.

“Ne seçiyorsunuz?” sorusunu yönelttim. “Reis-i cumhur seçiyoruz” dedi.

“Kaç adayınız var?” diye sorularımı devam ettirdim. Sonra konuşma şu şekilde sürdü:

“Bir tane.”

“Tek adayın nesini seçiyorsunuz? Yani ‘bir’in seçimi olur mu?” “Biz mecburuz!”

Türkiye’de de, aynı şekilde, aşağı yukarı yirmi yedi sene bu uygulanmış. Çok partili devreye geçildiği zaman bile, ilk 1946  seçimlerinde yine açık oy, gizli tasnif yapılmış. Öyle zorba bir idare var ki, halk, devletlinin karşısından “salâvat”la geçiyor, “Ne olur, ne olmaz, belki zarar görürüm!” diye. Jandarma ve polis karakolunun her zaman uzağından dolanıyor.

Böyle bir yönetim zamanında, vatandaş gidecek sandığın başına, mevcut idarenin aleyhine oy kullanacak! Bu kolay kolay cesaret edilecek bir olay değil, halk açısından.

1946’da, buna rağmen DP, CHP’yi geçmişti, oy bakımından. Fakat gizli tasnif olduğu için, oyları kendileri saydıklarından istedikleri şekle çevirmişler ve CHP’yi galip ilân etmişlerdi. Zaten o zaman da bu çok büyük tenkitlere sebep olmuştu.

İKİ YOL

Üstad Hazretleri, tek parti dönemindeki siyasî tutumu bakımından şu noktalara dikkat çekiyor: Siyaset, yani devlet yönetimi konusunda fiilen harekete geçme bakımından iki yol vardır: Ya kuvvetle, ya da fikirle ortaya çıkmak.

Kuvvet meselesinde, yani bir ayaklanma, silâhlı güç kullanma  seçeneğini Üstad iki açıdan tercih edemeyeceğini belirtiyor:

(1) İslâm men ettiğinden, (2) Şefkat esasına uygun düşmediği için.

Fikirle mücadele noktasına gelince; zaten başka partilere veya  fikirleri açıklamaya müsait başka zeminlere izin olmadığından, yani muhalefet yapacak herhangi bir zemin bulunmadığından böyle bir mücadele seçeneğinden de bahsetmek mümkün değildir.

Mevcut rejimi uygun bulmaya veya onları desteklemeye yönelik fikrî veya başka herhangi bir çalışma içine girmesi,

Üstad için zaten düşünülemeyeceğinden, geriye yapacak bir tek şey kalıyor: Zulümlere sabrederek, müsbet anlamda kendi eserlerini yayarak, milleti şuurlandırarak, işi biraz zamana yayarak hal meselesine gitmek. Ve Üstad, bunu da başarıyor. Başarıyor, çünkü bugün, “Said Nursî ismi ve Risale-i Nur eserleri, bırakın Türkiye’yi bütün dünyayı, âdeta fethetmiştir” dense mübalâğa olmaz.

Radikal hareketlerin sonucuna bakınca Üstad Hazretleri’nin bu konuda da haklılığı gün gibi aşikârdır:

Âlem-i İslâm’da radikal tarzda fiilî bir hareketi bilhassa İhvan-ı Müslimin yapmıştır ve her yerde katliâma maruz kalmıştır. Şu anda da hiçbir devlet onları içinde bulundurmuyor, hatta Suudi Arabistan bile onlardan korkuyor. Ne Irak, ne Libya, hiçbiri bunları kendi bünyesinde barındırmıyor.

DEMOKRATLAR

Ayrıca benzer radikal tutum sahibi grupların, artık bugün, İslâm düşmanları elinde istihbarat birimleri tarafından hem İslâm’a karşı nasıl kullanıldıkları ve Müslümanların büyük sıkıntılar çekmelerine sebep oldukları, hem de dünya barışı bakımından büyük birer tehdit unsuru olarak pazarlandıkları 11 Eylül, Afganistan ve Irak olayları temelinde daha açık bir şekilde değerlendiriliyor, sanırım.

Çok partili devreye geçilip DP kurulunca, müsait bir ortam meydana gelmiş oldu.

Esasında DP bir din partisi değil. Buna rağmen Üstad Hazretleri gayet tabiî olarak Demokratlara sahip çıktı.

Demokratların  hürriyetçi düşünceleri var. İnsanî tarafları var.

Zaten dünyada devlet yönetimi bakımından iki ana akım var. Biri otoriter-totaliter rejimler, yani millî iradenin olmadığı, istenmediği keyfî, baskıya müsait rejimler. Diğeri de, millî iradenin tecelli ettiği açık rejimler. Bu rejimlerde çok partililik var, çok seslilik söz konusu ki, hürriyetçi ve demokrat bir zemine oturmuş rejimler oluyor bunlar.

Bizde bu tip rejim taraftarı hürriyetçiler, bir diğer adları Ahrarlar, cumhuriyetten önce Osmanlı döneminden beri var olagelen fikir akımları ve partiler idiler. Cumhuriyetle birlikte bu akımların takipçileri devam edegeldi.

Bu konuda Üstad Hazretleri kimin kim olduğunu işaret edecek ipuçları vererek, mealen şunları ifade etmiştir:

“İttihatçıların bozuk kısmı, yani dinsiz kısmı, dine karşı olan kısmı ve aynı zamanda diktatörlüğü benimseyen kısmı Halk Partisi’nde toplanmış. Demokratlar ise her ne kadar onların içinde bulunsalar da, çok partili devreye geçince ‘ahrar-hürriyetçi’ düşünceye sahip olduklarından, yani Demokrat düşünceyi benimsedikleri için çok sesliliğe inanan, millî iradeye saygı duyan ve insan temel haklarını benimseyen, din ve vicdan hürriyetine taraftar insanlardır ve bunlar hukuk devletini savunurlar.”

Üstad Hazretleri, milletin hür iradesiyle seçip görevlendirdiği, yine hür iradesi ile görevden azlettiği bir sistem olarak demokrasiyi, yönetim tarzları içinde, İslâmın ön gördüğü temel esaslara daha yakın bir idare tarzı olduğundan ve ayrıca  dünya gidişatı açısından insanlığın hayrına gördüğünden benimsiyor. Bu esasları ana umdesi yapan ve fiiliyatta da gösteren ahrarlara destek veriyor.

Bu bakımdan, Üstad, 1950 sonrası, mevcut partilerden Demokrat Partiyi, “Demokratlar ahrarların devamıdır, din ve vicdan hürriyetine taraftardırlar” diye destekliyor.

Üstad Hazretleri bu siyasetiyle Demokrat kuvvetleri İslâm’a dost yaptı ve güvenlik güçlerini Müslümanların aleyhine kullandırtmadı.

Sonuç olarak, Üstadın siyasetteki bu tutumu Türkiye’deki İslâmî gelişmenin sebebini teşkil etti. Demokratlar ise bu tutumlarının bedelini hayatlarıyla ödediler. Çünkü ihtilâlin esas sebebi, “İrtica hortladı; irticaya taviz veriliyor. Atatürk İlke ve İnkılâpları elden gidiyor” düşüncesiydi. İhtilâl bunun için yapıldı. “Anayasayı ihlâl” iddiası, Yassıada Mahkemeleri’nde bile ispat edilemedi.

Yeni Asya

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *