15 Temmuz’da halk niçin ve nasıl direnebildi?

15 Temmuz’da halk niçin ve nasıl direnebildi?

Halil Berktay: Ekonominin durumu da dahil, 2016’ya gelirken hiçbir (gerçek veya hayalî) kriz mevcut değildi. Oysa geçmişte hep, şu veya bu şekilde bir zemin ve ortam oluşmuş ya da oluşturulmuştu darbeler için….

Halil Berktay’a göre bu sorunun yanıtı, toplumdaki değişimle birlikte; Erdoğan’ın, bütün hükümet yöneticilerinin ve AKP kadrolarının tarihî süreçler sonucu edinilmiş direnme kararlılığı ile, kitlelerin gene aynı tarihî süreçler sonucu edinilmiş sessiz azmi, direnişin altında yatan gerçeği oluşturuyor.

Berktay bu görüşünü, madde madde, geçmişten bugüne toplumun yaşadığı olayları da göz önüne alarak Serbestiyet’te şöyle gerekçelendiriyor:

[14-15Temmuz 2018] Geçenlerde bir kanalda çekime çağrıldım. Türk karakteri nedir diye sordular. Türk halkının ne gibi hasletleri, 15 Temmuz 2016 direnişine yol açtı? Böyle bir şey yok dedim. Bu değişmez bir “öz” sorunu değil. Öyle olsaydı, 27 Mayıs 1960’ta da direnirlerdi, 12 Mart 1971’de de, 12 Eylül 1980’de de, 28 Şubat 1997’de de. Dolayısıyla 15 Temmuz 2016’nın neden farklı cereyan ettiği, ancak somut tarihsel süreçlerle açıklanabilir.

(1) Cumhuriyetin ilk elli altmış yılında ideolojik bariyer çok güçlüydü. Ordunun, Millî Mücadelede ve yeni ulus-devletin kurulmasında oynadığı rolden kaynaklanan prestiji ve otoritesi o kadar güçlüydü ki, 1960’lar ve 70’lerde kimse TSK’ya karşı çıkmayı aklından bile geçirmiyordu, geçiremezdi.

(2) Geri, yoksul ve örgütsüz bir toplumda, ordu açık arayla en güçlü kurumdu. Karşısında kendisiyle başedebilecek hiçbir kuvvet yoktu. Herhangi bir grup askere tepki duysa ve direnmeyi hayal etse bile, başka kimsenin yanında duracağını tasavvur ve tahayyül edemezdi.

(3) Türkiye’de uzun süre ordu karşıtı, asker karşıtı bir ideoloji ve kısmen de olsa bu temelde kurulmuş herhangi bir siyasî parti söz konusu değildi. Hele sol, iktidarın gerçek adının tamamen etrafından dolanıyor; belki (millî) burjuvazi ve burjuva diktatörlüğü diyor, yani ordu gerçekliğinin yerine kendi teorik illüzyonunu geçiriyordu. Buna karşılık gerek İslâmcı, gerekse gelenekçi Müslüman ailelerde, sertliği, yasakçılığı, dindarlık karşıtlığını anlatmak için çoğu zaman sırf “asker” sözcüğü kullanılıyordu (kullanılıyormuş demem daha doğru olur, çünkü yeni yeni öğreniyorum). Daha gerçekçiydi, ama bir rejim genellemesi düzeyine çıkmıyor ve bir devirme hedefi oluşturmuyordu. Çünkü ordu bir yandan da “peygamber ocağı”ydı. Bu da naïf ve çelişkili tutumlara yol açabiliyor; hayal kırıklığı endemik bir hal alabiliyordu. Militarizm ve/ya askerî vesayet gibi kavramlar ne düşünülüyor, ne de dillendiriliyor, telâffuz ediliyordu.

(4) Bu ideolojik hegemonya, halkın oyuyla yükselen merkez-sağ kitle partilerini dahi etkilemekte, hem de kuvvetle etkilemekteydi. En önde gelen politikacıların bile askere karşı bir hoşnutsuzluğu, pratikte bir anti-militarizmi söz konusu değildi. Tersine, bıçak kemiğe dayandığında TSK karşısında eğilip bükülmek, yaygın davranış biçimiydi. Ortaçağda İtalyan şehir-devletleri arasında sürekli bir rekabet, sık sık da savaşlar söz konusuydu. Aplerin kuzeyinde ise çok daha büyük bir güç vardı: Kutsal Roma (Germen) İmparatorluğu. Ya da kestirmeden söyleyecek olursak, Almanya. Papalık ile aralarındaki iktidar mücadelesi, bazen ordularını toplayıp İtalya’yı istilâ etmelerine yol açıyordu. İşte o zaman bütün o kavgacı İtalyan şehir-devletleri genellikle duruluyor, deyim yerindeyse arazi oluyor, olabildiğince düşük profil vererek Almanların çekip gideceği günü bekliyordu. — Türkiye’nin siyasal hayatı da böyleydi bir bakıma. Almanlar Alpleri aştığında, pardon ordu kışlasından çıktığında, herkes mümkün olduğu kadar az kayıpla vartayı atlatmaya bakıyor ve ordunun kışlasına dönmesini, tekrar seçim yapılmasını ve normal parlamenter siyasetin geri gelmesini bekliyordu.

(5) Bu davranış biçimine çeşitli örnekler gösterilebilir. Yassıada’da Demokrat Parti milletvekillerinin çoğu asker ve askerin mahkemesi karşısında halkın iradesini tutarlı biçimde savunamadı ve darbenin gayrimeşruluğunda israr edemedi. Hemen sadece Celâl Bayar dik durabildi. Buna karşılık özellikle Adnan Menderes kendini çok ezdirdi. Hiç öyle halkın önüne düşebilecek bir önder profili vermedi. Galiba aHaber’in birkaç yıl yaptırdığı, benim de bir dizi yazıyla çok eleştirdiğim 27 Mayıs sözde-belgeseli tamamen yanlıştı ve tarih dışıydı bu açıdan; Menderes mağdur olabilirdi ama karakteri itibariyle, asla Erdoğan’dan “geriye okunabilecek” bir potansiyel direniş lideri değildi.

(6) DP döneminin başarılı bürokratlarından biriyken 27 Mayıs sonrasında Adalet Partisi’nden siyasete atılan Süleyman Demirel’in kişiliği, muhtemelen Menderes’ten güçlüydü aslında. Ama onun da net bir asker karşıtı duruşu yoktu. Bu eski nesil merkez-sağ liderler kâh popülist, kâh resmî ideolojiyi içselleştirmiş, kâh dönemin iktidar realitelerini kabullenmiş gibiydiler. Celâl Bayar’ın özel afla serbest kalması karşısında taşlı sopalı sol-Kemalist öğrenci örgütlerinin sokağa dökülüp 24 Mart 1963 gecesi AP Genel Merkezi’ni harap etmesi üzerine Demirel ilk ağızda yılgınlığa kapılmış ve partisini kapatıp çekilmeye karar vermişti. Önce bu bağlamda sarfettiği “şapkamı alır giderim” sözü, yıllar sonra 12 Mart 1971 muhtırası karşısında istifa etmesinin habercisi gibiydi. Nitekim Demirel sadece 12 Eylül 1980 ve Zincirbozan sonrasında bir nebze darbe karşıtı, bir nebze anti-militarist bir duruş ve söylem edinir gibi oldu. Ama 12 Eylül’den çıkışta yer tutma umudu gerçekleşmeyince tavrı değişti. Turgut Özal’ın çok daha net sivilliğinden uzak durduğu gibi, 1993-2000’deki cumhurbaşkanlığı döneminde açıkça derin devletin yanında yer aldı. İslâmî kesimin özgürlük ve temsiliyet arayışlarına karşı çıktı. Tam anlamıyla 28 Şubat’ın cumhurbaşkanı oldu.

(7) Geçmişte Türkiye çok büyük ölçüde kırsal ve köylü bir ülkeydi. Özellikle dindar-muhafazakâr nüfus bugünkünden çok daha dağınık yaşıyordu. Bunu önce salt coğrafî bir mesele olarak düşünelim. 100,000 kişilik bir kitle düşünün. Her biri 500-1000 kişilik 100-200 köyde de yaşıyor olabilirler, tek bir büyük şehir semtinde de. Âşikâr ki ikinci durumda çok daha kolay seferber edilebilirler; ilk durumda ise kısa sürede toparlanıp kollektif bir eyleme girişmeleri hemen hemen imkânsız olur. Kaldı ki kırsal geriliğin olumsuz sosyo-kültürel boyutları da söz konusuydu. Köylü nüfusun iç iletişimi çok zayıftı. Dışında olduğu ve kendinden çok güçlü gördüğü modern devlete ve orduya itaate şartlanmıştı. Kentleşmenin beraberinde getireceği uyanıklık, gözü açıklık, okur yazarlık, dünyadan haberlilik ve doğrudan siyasete katılım süreçlerinimn henüz çok başlarında bulunuyordu.

(8) Kitle iletişim araçları da hem çok sınırlıydı, hem şu veya bu şekilde devlete bağlı ve bağımlıydı. Az sayıda İstanbul gazetesi, hep patronları ve yazı işleri müdürleri üzerinden devlete ve orduya biat anlayışının esiriydi. TSK herhangi bir şey söylediği veya yaptığında, basın âdetâ otomatikman hizaya giriyor ve aynı klişeleri tekrarlamaya koyuluyordu. Televizyon uzun süre yoktu. Türkiye’nin topu topu iki radyosu, Ankara ve İstanbul Radyoları vardı. Onlar da her zaman, çok derin bir kültürel anlamda devletin sesiydi. Herhangi bir cunta İstanbul ve Ankara Radyolarını ele geçirip “millet adına” konuştuğunu iddia ettiğinde, inansın inanmasın herkes yeni sese ve iktidara boyun eğiyordu. Alternatif mecralar mevcut değildi. Sosyal medya diye bir şey tabii yoktu. Cuntanın söylediği dışında bir gerçek oluşmuyor, değişik ve zıt bilgi akışları yaşanmıyor, limitte kimse direnme çağrısı yapacak kanal bulamıyordu. Televizyon geldikten sonra da uzun süre sadece TRT’nin elindeydi, devlet tekelindeydi. Türkiye ancak Turgut Özal ve ANAP döneminde, özelleşme sayesinde çok sayıda televizyon ve radyo kanalına kavuştu. Bu kanalların toptan control edilemezliği, 15 Temmuz 2016 gecesi çok tâyin edici bir rol oynadı.

(9) Asker ve darbe karşıtlığı bilinci birdenbire gelmedi. Zamanla darbeler kendi anti-tezlerini, başlangıçta olmayan bir tepki birikimini yarattı. 1960, 1971, 1980, sonra 28 Şubat…. Millet adım adım, 1950’den sonra ikinci bir “yeter” noktasına geldi. Özellikle 12 Eylül 1980 sonrasının zorunlu ve biteviye “günde üç öğün” Atatürkçülük diyeti, resmî ideolojinin o zamana kadar görülmedik ölçüde sorgulanmasına yol açtı.

(10.1) Aynı birikim ve öğrenme sürecini, merkez-sağ ve sonra net İslâmî karakterdeki kitle partilerinin lider kadroları da yaşadı. Özellikle AKP, denebilir ki daha 2002’den itibaren teyakkuz halindeydi. Millî Görüş’ten kopup gelmişlerdi; önlerinde örnekler vardı; başlarına neler gelebileceğini, ordu-yargı-bürokrasi üçlüsünün kendilerini ne yapıp yapıp devirmek isteyeceğini biliyorlardı. Buna uygun bir öngörü, esneklik ve yerine göre direnç bileşimi sergilediler. Geçmişte olmayan bir ruh hali ve zihin yapısıydı. Deyim yerindeyse, “düşman”ın ya da tehlikenin kaynağının farkındaydılar.

(10.2) Nitekim 2002-2011 arasında karşılarına bir dizi genelkurmay başkanı çıktı: Hilmi Özkök, Yaşar Büyükanıt, İlker Başbuğ, Işık Koşaner. İlki hariç, diğer üçü net anti-AKP, anti-hükümetti. Vesayetçi kibirleri üzerlerinden akıyordu. AK Parti’ye “sözde değil özde laiklik” dedikleri şeyin devamını dayatıyorlardı. Cumhuriyet ve Bayrak mitinglerinde “ordu göreve” çağrıları yapılmaktaydı. 2002-2007’de TSK zaten çeşitli darbe arayışlarıyla kaynamaktaydı. Yakamoz, Eldiven, Sarıkız, Ayışığı gibi adlarla çeşitli cunta projeleri kuruluyor, çözülüyor ve tekrar kuruluyordu. Gülencilerin sonradan yaratacağı “kumpas dâvâları”ndan değildi bunlar; hepsi son derece gerçekti. Öyle ki, Cumhuriyet’ten İlhan Selçuk ve Mustafa Balbay gidip komutanlarla “bunlardan nasıl kurtuluruz” konuşmaları yapabiliyor; Balbay da bunları fütursuz bir özgüvenle (efendim, sonradan kitap yazmak içinmiş) günlüğüne kaydedebiliyordu. Üzerine 2007 cumhurbaşkanlığı seçimlerindeki, Sabih Kanadoğlu’nun icadı olan “nitelikli çoğunluk” krizi geldi. Üzerine, 14 Mart 2008’de açılan ve 30 Temmuz 2008’de Anayasa Mahkemesi’nde ancak 5’e karşı 6 oyla reddedilip sonuca bağlanan kapatma dâvâsı geldi. Üzerine, Gülencilerin MİT müsteşarı, MİT tırları ve 12-25 Aralık 2013 “yolsuzluk” hamleleri geldi.

(10.3) Bunları şimdi tek tek hatırlayıp yanyana koyduğumda, birincisi, bu nasıl bir muameleydi; hangi iktidar bizzat devlet aygıtının, ordu-yargı-bürokrasi üçlüsünün bu kadar yoğun ve şiddetli devirmeciliğine maruz kaldı… diye düşünüyorum ister istemez. İkincisi, hepsiyle bir şekilde başedebildiklerini; 2002-2016 arasındaki on dört uzun yıl boyunca ayakta kaldıklarını ve ayakta kaldıkça da giderek daha çok şey öğrendiklerini, özgüven kazandıklarını ve kararlılık peydahladıklarını görüyorum. (Üçüncüsü, bu sürekli kuşatılmışlık ve savunmaya itilmişlik halinin nasıl bir tür “Massada kompleksi” yarattığını ve “beka” formülasyonuna yol açtığını da görüyorum, ama o, bu yazının konusu dışında kalan ayrı bir mesele.)

(11) Önemli olan şu ki, bütün bunlarn sadece AK Parti liderliği ve teşkilâtının değil, tabanı ve seçmen kitlesinin de bilinç ve tecrübe kazanmasını beraberinde getirdi. Yukarıda yazdığım her şeyi Türkiye toplumunun AKP’ye destek veren Müslüman kesimi de gördü. 2002-2007 arasındaki darbe çabalarını gördü; Cumhuriyet ve Bayrak mitinglerindeki “ordu göreve” çağrılarını gördü; Baykal’ın CHP’sinin her şeyi Anayasa Mahkemesi’ne götürmesini gördü; 2007 cumhurbaşkanlığı seçimlerindeki “nitelikli çoğunluk” sahtekârlıklarını gördü. Sonra, o kadar berrak olmasa da, yani İslâmın bu sekter ve bencil cemaat varyantını kendinden henüz tam olarak ayıramasa da, Gülencilerin 2012-2016 arasındaki çeşitli hamlelerini gördü. Bir yandan TSK’nın efsanesi aşınır ve yaldızları dökülürken, diğer yandan halkın yarıdan fazlasının uyanıklık ve zihinsel hazırlık düzeyi yükseldi. Kötü bir şeyler olduğu takdirde boyun eğmeme noktasında sessiz bir azim doğdu.

(12) Unutmayalım ki bu dönemde Türkiye’de ekonomi de iyi gidiyordu. Bu da çoğunluğun hoşnutsuz olmaması ve darbe yanlılığına (ya da darbe karşısında tarafsızlığa) kaymaması için önemli bir nedendi.

(13) Ekonominin durumu da dahil, 2016’ya gelirken hiçbir (gerçek veya hayalî) kriz mevcut değildi. Oysa geçmişte hep, şu veya bu şekilde bir zemin ve ortam oluşmuş ya da oluşturulmuştu darbeler için. Bazen kendiliğinden (darbecilerin isteği ve planlaması dışında) oluşmuş, ister (onların da dahliyle) imal edilmişti. Her iki durumda da, elverişli bir fırsatı değerlendirmişlerdi. 2016’da ise hiç böyle bir şey söz konusu değildi. 1971 veya 1980’de olduğu gibi, herhangi bir millî “anarşi kaygısı” da yoktu. Özetle, müdahaleye yarım yamalak da olsa bir meşruiyet kazandıracak (tersten söyleyecek olursak, halkı tereddüde sevkedecek veya nötralize edecek) hiçbir şey mevcut değildi. Tersine, 15 Temmuz darbesi kitlelerin gözünde daha ilk andan itibaren inandırıcılıktan tümüyle yoksundu.

(14) Bütün bunlara, darbenin kendi örgütlenme zaaflarını eklemek gerekir. Gülen Cemaati çok özel, çok benzersiz bir “gizli örgüt”tü. Net bir tüzük ve programı hiç olmadı. Halkın karşısına asla “biz şunları yapmak istiyoruz” diye çıkmadılar. İç dayanışmaları, birbirlerini koruyup kollama kapasiteleri çok güçlüydü. Ama ne vaat ettikleri daima belirsiz kaldı. 2012-2016 arasında ise kısmen deşifre olmaya ve yerlerinden oynatılmaya başladılar. Dolayısıyla 2016’ya gelindiğinde, (a) Gülencilerin ordu içindeki kendi örgütlü güçleri yeterli değildi. (b) İktidara el koyup da halkın karşısına kendi kimlikleriyle çıkmalarını sağlayacak, şunun için yaptık diyebilecekleri bir “dış ideoloji”leri veya “kitle ideolojileri” yoktu. Bütün umutları, ordu içindeki Kemalistleri ve MHP tandanslı subayları kendilerine katılmaya ikna etmekti. Esasen sırf bu amaçla, TRT’den okuttukları bildiri 27 Mayıs 1960’ın “hakiki Kemalist” bildirisinin çok uzun ve çok sıkıcı bir taklidi gibiydi. Üst komuta kademesinin kendilerine katılacağı beklentisi içinde, ayrı ve hiyerarşik, merkeziyetçi bir cunta ve emir-komuta zinciri dahi kurmamışlardı. Bunda, belki Gülen’in control freak’liğinin de bir payı vardı: bütün insiyatifi askerlere ve en tepede bir “başkomutana” vermek yerine, her şeyi “yandan ve dışarıdan” imamlarla (= kendi siyasi komiserleriyle) yönetmeye kalkmıştı. Oysa devrim veya darbe çok sıkı bir merkeziyet gerektiren şiddet eylemleridir. Kurmay başkanı ve kuvvet komutanları darbeye katılmayı reddedince, Gülenciler başsız ve hiyerarşisiz kaldı. B planlarının olmadığı ortaya çıktı. Bu da gelişen saatler içinde ne yapacaklarını bilmemelerini beraberinde getirdi.

(15) Meşum bir dizi düşünce ama… Eğer darbe girişimi, MİT’e yapılan bir ihbar sonucu 15 Temmuz öğleden sonra bir parça olsun öğrenilmeseydi. Hükümet ve genelkurmay tarafından çok etkili önlemler alınmamakla birlikte, bu erken istihbarat Gülencileri darbeyi öne almaya ve akşam başlatmaya sevk etmeseydi. Darbe ilk planlandığı gibi gece 03:00’te başlasaydı.

Ordu kendi içinde bölünmeseydi; yüksek komuta kademesi Erdoğan ve AKP düşmanlığı üzerinden “ikna” edilse ve darbecilere katılsaydı. Her sokak başına asker dikip “dışarı çıkanı vururuz” deselerdi. Bu direniş gene gerçekleşir ve 15 Temmuz darbesi püskürtülür müydü?

(15) Bu what if? (ya öyle değil de böyle olsaydı) tarihçiliği sorusunun cevabını hiçbir zaman bilemeyeceğimizi kaydetmekle yetinelim. Fiiliyatta şu oldu: Erdoğan’ın, bütün hükümet yöneticilerinin ve AKP kadrolarının tarihî süreçler sonucu edinilmiş direnme kararlılığı ile, kitlelerin gene aynı tarihî süreçler sonucu edinilmiş sessiz azmi işte bu noktada buluştu ve dağılmaya yüz tutan darbeci birlikleri tek tek kuşatıp izole etti, sonunda teslim aldı. Bu da 15 Temmuz’un kesin ve ezici yenilgisi anlamına geldi.

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *