Yusuf Ziya Cömert: Nasıl bir din arzu edersiniz?

Yusuf Ziya Cömert: Nasıl bir din arzu edersiniz?

Başka para birimlerine hatta altına gümüşe, makama, mevkiye, mala mülke çevrilebilen, Allah’tan başkasına ‘perestiş’e müsamahakar, Allah’ın rızasına da muvafık bir Müslümanlık. Zamanın ruhuna da uygun mu?…

Yusuf Ziya Cömert, Karar gazetesindeki köşesinde “Nasıl bir din arzu edersiniz efendim? Daha doğrusu nasıl bir Müslümanlık?” diye sordu ve ‘Sezarın hakkı sezara, tanrının hakkı tanrıya’ diyen muktedirlerin genellikle ‘tanrının hakkı’nı da kendilerinin aldığını belirtti.  Şöyle yazdı Cömert:

Nasıl bir din arzu edersiniz efendim? Daha doğrusu nasıl bir Müslümanlık?

Birlik ve beraberlik içinde, huzur veren, etliye sütlüye karışmayan, ama benim karışmasını istediğim şeylere karışan, istediğim şekilde esnetebileceğim, uzatıp kısaltabileceğim, çocukların renkli oyun hamurları gibi şekilden şekile sokabileceğim, ticarette, siyasette, sanatta, bürokraside, diplomaside, hatta akademik işlerde kullanabileceğim, konvertibıl, yani dolara, euroya, başka para birimlerine hatta altına gümüşe, makama, mevkiye, mala mülke çevrilebilen, Allah’tan başkasına ‘perestiş’e müsamahakar, Allah’ın rızasına da muvafık bir Müslümanlık.

Şahane!

Zamanın ruhuna uygun mu?

Sadece şimdiki zamanın değil, bütün zamanların ruhuna uygun.

Şimdi kalkıp ‘bu tatlılıklar yeni icat oldu’ demenin alemi yok.

Tarih okurları, eğer okumalarında ciddiyseler, bu tariflere uygun bir ‘din’in her zaman tedavülde olduğunu bilirler.

Eminim, Adem Aleyhisselam zamanında bile vardır.

Tek tanrılı, çok tanrılı, tanrısız, bütün dinlerin ve bütün dindarlıkların şu anlattığım kalıba uyan versiyonları üretilmiştir.

‘Sezarın hakkı sezara, tanrının hakkı tanrıya’ derler ama bu pek işlemez.

Muktedirler genellikle, ‘tanrının hakkı’nı da kendisi alır.

Nalıncı keseri, tarih boyunca muktedirlerden yana yontmuştur.

Kim muktedir?

Bazen ‘tanrı’ kılığında Kilise.

Bazen ‘tanrı’ kılığında Devlet.

Kardinal de, Kral da dinin yakasını bırakmaz.

Şu yukarına anlattığım ‘şahane’ din, bizde de en az tabiin devrinden itibaren üretilmektedir.

Şu yüzyılda, atalarımızdan miras kalan binlerce mevzu hadisi kime borçluyuz?

Bir kısmını sultanlara, bir kısmını tacirlere…

(Atalarımızdan sadece sahih hadisler intikal etmedi bize. Mevzu hadisleri uyduranlar da atalarımız. İyi ki ayet uydurmadılar!)

Fakat, zannediyorum, sanayi devriminden sonra, hele hele bilişim çağında, insanoğlunun, bütün zamanların ruhuna uygun bu dini üretme kapasitesi arttı.

***

Üretme kapasiten artar da, üretmezsin.

Kalitesiz bulduğun için, hastalıklara, yavşamalara sebep olduğu için, üretmezsin.

Fakat, ihtiyaç büyüdü. Siparişler arttı.

Sen de esnafsın, sanayicisin.

“Abicim, para burda, millet bunu istiyor” diyorsun ve üretiyorsun.

Eskiden radyolarda gevrek sesli, yüzlerini görmesek de mütebessim çehreli olduğunu hissettiğimiz bir takım muhterem ve mübarek adamlar, abdest pandomimi yapar gibi, suya sabuna dokunmadan bir din anlatırlardı.

Ne hoş şeydi o!

“Muhterem dinleyiciler.”

Ortalıkta dönen ticarete nispetle, o beşuş çehreli adamların anlattığı din, masum ve temiz sayılır.

Bugün, televizyon ekranlarında din iman muhabbeti yapan mollalara çatmak niyetinde değilim.

Müşteri var, konuşsunlar.

Fakat, o mollaların mevcudiyetinin, başta verdiğim din tarifini teyit ettiğine dikkat çekmek isterim.

O tariften uzaklaşabildiğimiz nispette Müslümanlığa yaklaşma ihtimalimiz artar diye düşünüyorum.

Belki yanlış düşünüyorum.

Olsun. Hiç düşünmemekten iyidir.

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *