Savur, Diyarbakır’ın güneyinde Mardin’e varmadan kurulmuş küçük bir kasabaydı. Evler oralara has bir malzeme ile yapılmış hem mimarisi hem de kullanılan malzeme açısından farklıydı.
SAVUR’A GELİŞİMİZ
Savur, Diyarbakır’ın güneyinde Mardin’e varmadan kurulmuş küçük bir kasabaydı. Evler oralara has bir malzeme ile yapılmış hem mimarisi hem de kullanılan malzeme açısından farklıydı. Babam bu evlerden birini bizim için kiralamış, Ankara’dan getirdiği yatak yorganı da yerleştirmişti. Bir iki yatak yorganın ve bir iki tencere tavanın dışında eşyası olmazdı o zamanın memurlarının. Kalan eksiklerini de gittikleri yerde tamamlarlardı. Yükte ağır olanları da giderken bırakır ya da az bir pahaya satarlardı. Hayat sade ve kolaydı velhasılı kelam.
Aradan geçen kısa bir zamandan sonra babam bizi yanına çağırmış, dedem de bizi Karaköy’den trene bindirmişti. Kaç gün yollardaydık nerelerden geçtik hatırlamıyorum. Bu yolculuktan aklımda kalan bir iki anı var aklımda sadece. Biri canımı sıkan diğeri de beni sevinçten dut yemiş bülbüle döndüren iki olay. Canımı sıkan, camı açıp dışarı bakmak istediğimde annemin izin vermemesi görür görmez camı kapatması. Sevinçten dilimin tutulmasına neden olan ikinci olay ise tren Diyarbakır’a geldiğinde babamın bizi istasyonda beklediğini görmek oldu. Bizi babamıza kavuşturan tren tam anlamıyla kara trendi. Bacasından çıkan kömür dumanının isi elimizi yüzümüzü sarmıştı. Bir de benim keyfime göre cam açsaydık babam bizi tanıyamayacaktı herhalde. Trenden inip kaşar peyniri ve ekmekle karnımızı doyurduk. O yediğim kaşarın tadını ömrüm boyunca unutamadım. Daha sonra alış veriş ettik, akabinde de Savur’a doğru yola çıktık. Yorucu yolculuğumuzun sonunda evimize gelmiştik artık.
Çok şaşkındık. Kardeşimle ben bir odadan öbürüne girip bu değişik ortamı tanımaya uğraşıyorduk. Sokak kapıdan girince birkaç basamakla çıkılıyordu sofa denilen geniş ve uzun bölümüne evin. Bu yerin önü tamamen dışarı açıktı. Diğer bütün odalardan da buraya çıkılıyordu. Hemen girişin yanından da bir merdivenle evin damına devamlı inip çıkma kolaylığı sağlanmıştı. Bunun nedenini daha sonra anladık. Oraların sıcağı yazları dayanılır gibi olmadığı için çok sıcaklarda insanlar gecelerini damlarda geçiriyorlarmış. Önümüz kış olduğundan dolayı biz bu durumu hemen yaşamamıştık.
O sene küçük kız kardeşim Melek dünyaya geldi, ben ilkokula başladım. Öyle böyle kışı geçirmiş yaza çıkmıştık. Kış boyu benim bir bu dizimde bir öbür dizimde çıbanlar çıkmış okula gidememiştim. Yaz gelir gelmez babam sofanın dışarı açık olan tarafına kalın ağaç ayakları olan kocaman ahşap bir karyola yaptırmış üzerini de bir cibinlik ile kapattırmıştı. Oralarda taht adı verilen bu birkaç yatağın sığacağı büyüklükteki karyolaya altı yedi basamak merdivenle çıkılıyordu. Hepimiz bu tahtın içine serilen yataklarda uyuyorduk. Tabii ne kadar uyuyabilirsek. Hepimizin sıkıntıları vardı ama en küçüğümüz Melek’in gözleri berbat durumdaydı. Kıpkırmızı olmuş ve kapanmıştı durmadan ağlıyordu. Bu ve buna benzer birkaç sıkıntılı durum buraya gelen herkes tarafından yaşanmak zorundaydı. Çaresi yoktu o zamanlar bunların. Gözlerde oluşan bu acılı hastalığın yanı sıra bir de şark çıbanı diye adlandırılan bir yara vardı ki her gidene ‘hoşgeldin’ demeden edemezdi. Hepimizde küçük büyük yaralar olmuştu. Oralara ayak basanlara bilenlerin ilk tavsiyesi ellerinizi uzatın havaya da ellerinizde çıksın bu çıban. Burnunuzda çıkarsa çok tehlikeli burun ucunu koparıyor, yüzde çıkarsa kocaman bir yanık izi gibi iz bırakıyormuş diye uyarıyorlardı. Allah’tan biz bu işi çok hasar almadan atlatmıştık.
Bir de akrep sorunu vardı buraların. Bu yüzden, bu yüksek ahşap ayaklı tahtlarda yatılıyordu. Akrepler ahşaba tırmanamaz diye bir inanca dayanıyordu olayın aslı. Savur’da bunun aksini ispat edecek bir durum yaşamadık ama daha sonraları yaşanan bir olay akreplerin ahşapta da gezebileceğini göstermişti bize.
Bu kasabada yaşayan yerli halk iki ayrı sosyal grup oluşturmuştu adeta. Bir ‘begler’ diye anılan varlıklı ve söz sahibi kesim, bir de onlara çalışanlar vardı. Begler konaklarda ataerkil bir yaşam sürerlerdi. Bahsettiğim yıllar 1946 ve hemen sonrası. Konakların yakın çevresi dışındaki halk nereye ait olduğunun farkında değilken, oraların elitleri diye bilinen begler takımı Cumhuriyet Halk Partisine bağlıydı.
İsmet İnönü kendine bir rakip çıkacağına inanmadığı için, göstermelik olsun diye bir muhalefet partisinin olmasına karar vermiş, bunun için de eski başbakan Celal Bayar’ı görevlendirmişti. Partiyi kurdururken de ona şu sualleri sormuştu: Kurulan bu yeni parti irticayı körükleyecek mi? Dış politikada iktidarı destekleyecek mi?.. Aldığı olumlu yanıtlardan sonra muhalif parti kurulmuştu. Bu bilgileri daha sonraları Metin Toker’in yazdıklarından öğreniyoruz. Kendi aralarında böyle anlaşmışlardı ama olay halka adeta şeriat getirilecekmiş gibi yansıtılmıştı. O gün bu gündür de bu kandırmacalarla Müslüman halkın oyları gasbediliyor ne yazık ki..
1946’daki Demokrat Parti ile Cumhuriyet Halk Partisi arasındaki ilk yarışta biz Savur’daydık. Adnan Menderes, Fuat Köprülü gibi isimlerin başında Celal Bayar ile yola çıkan bu yeni parti, 46 seçimlerinde 30’a yakın milletvekili ile Meclis’e girmeyi başardı. Halk artık kendini ait hissettiği bir yapıya kavuşmuştu. Avam diye yaftalanan kişiler, C.H.P.’ nin karşısında bir muhalefet kimliği ile duruyordu şimdi. Bu kimlik, milli şef düzenine, zulmüne bir baş kaldırıydı o günün şartlarında. Ne yazık ki bu başkaldırının tam anlamıyla tanımı başı bozuk milislerden oluşmasıydı. Birdenbire söz sahibi olmanın şoku pek çoğunu adamlığından etmişti. Bu kargaşa D.P.’nin etrafında hatta içinde hep var oldu.
Bu arada annemin diş sorunları ortaya çıktı. Bu sebeple annemle beraber Mardin’e gittik. Mardin’de dişçiler ve kuyumcular işlerinde çok iyiydiler. Bu işlerle uğraşanlar da genellikle Süryani’lerdi. Çevrelerinde, yaptıkları işlerle ün salmışlardı. Annemin dişçisinin olduğu yer bir binanın üst katı idi. Oldukça geniş bir alanı kaplayan bu katın teras kısmının tahta bir perdeyle bölünmüş olması merakımı çekmişti. Annemin dişleri yapılırken ben de diğer tarafta neler olup bittiğini merak ediyordum. Tahta perdenin arkasından telaşlı kadın sesleri arasına karışan çocukların kah ağlayan kah gülen cıvıltıları geliyordu benim olduğum tarafa. Tahtaların aralıklarından öteki tarafı görmeye çalışıyordum. Görebildiğim kadarıyla ortada bir ocak yanıyor üstünde de koca bir kazan kaynıyordu. Kadınlar kazanın başında bir şeyler yapıyorlardı, daha doğrusu büyük bir kepçeyle kaynayan kazanı karıştırıyorlardı. Ne yaptıklarını bugün hala merak ederim. Yerlere kadar uzun elbiseleri başlarında örtüleri vardı. Daha sonra annem onların dişçilerin aileleri olduklarını, öbür bölmenin de evleri olduğunu öğrendi. Kalabalık yaşıyorlardı. Kardeşler, kardeş aileleri çocukları, aile büyükleri ve gelenekleri ile hep beraber.
Dişçiler, kuyumcular derken Mardin’deki işlerimiz bitmiş Savur’a dönmüştük. Kuyumculardan bir iki parça hatıra almıştı annem. Bunlardan birisi bir buğday başağı idi. İncecik altın teller ile işlenmiş bir broştu. Telkari denilen işçiliğin güzel bir örneğiydi. Özetle bu işin ustaları Süryani kuyumcular telkari yöntemiyle incecik altın gümüş telleri dantel gibi işliyorlardı.
Savur, Anadolu’nun her köşesi gibi dışarıdan geleni zor kabullenir bir yapıdaydı. Memurdan hem çekinir hem de ona karşı elinden geleni ardına koymazdı. Yabandan gelenler kendilerini kem gözlerden, kem dillerden korumayı başaramıyorlardı. Dedikodu çarkı hızlı dönüyordu. Bizim eve gelip giden Sıdıka biraz saftirik bir kadındı. Memleketinde askerlik yapan işsiz güçsüz, evsiz barksız birinin peşine düşüp gelmişti. Gelip ortamı görünce de afallamış ama iş işten geçmişti. Babam onu hem ev işlerinde anneme yardımcı olması için hem de üç beş kuruş eline harçlık geçsin diye eve almıştı. Kim sorarsa kocası ile konuşmuyordu. Ona dargındı Sıdıka. Ama kardeşimle ben onun gizli gizli dama çıkmalarını fırsat bilip sessizce arkasından gidiyorduk. Bacanın kenarına saklanıp aşağı bir şeyler attığını görüp anneme söyledik. Meğerse evdeki yiyeceklerden paketler yapıp ara sıra kocasına atarmış. Kilerin nasıl böyle çabuk boşaldığını anlayamayan annem kendi iyi niyeti ile dalga geçmeye başlamıştı. Karşısına alıp konuştu. Bu son olsun diye Sıdıka ablayı uyardı. Lakin iş sadece bununla kalsa iyi. Babam ile ilişkisinden tutun kasabadaki askerleri yoldan çıkardığına dair dedikodular anneme kadar gelmişti. Annem babama konuyu, biz bununla ne yapacağız sahip çıkmazsak başına gelecekleri tahmin bile edemiyorum diyerek açmış, duruma birlikte çare aramaya başlamışlardı. Son çare olarak kendisini karşılarına alıp başına gelecekleri anlatmışlar babasının yanına dönmesinden başka çare olmadığını söylemişlerdi. Sıdıkacık başka çıkar yol kalmadığını, kocam dediği adamın kendisini koruyamayacağını anlayınca babasının yanına dönmeye razı olmuştu. Adresi alan babam babasına bir telgrafla kızının geri döneceğini bildirmiş, biletini de alıp annemle beraber onu yolcu etmişlerdi. Hemen akabinde Sıdıka’nın babasından duygulu ve teşekkür dolu bir mektup almıştı annemle babam. Bu olanlar sırasında ben küçük bir çocuktum. O zamanlar bu hadiseden haberim yoktu. Daha sonraları annem o yılları arkadaşlarına anlatırken öğrenmiştim olan biteni. Bunları duyan arkadaşları anneme, bu söylentiler karşısında sen ne yaptın diye sorduklarında, annem “Hiçbir şey. Çünkü benim kocama güvenim sonsuzdu. Böyle saçma bir şey için ne onun ne de çocuklarımın huzurunu kaçırmak bana göre değil” diyordu. Ben Savur günlerine dair bir şeyi yıllar sonra böylece öğrenmiştim. Bir an anneme minnet ve hayranlıkla baktım. Bu bana büyük bir ders olmuştu. Hayatım boyunca kendime olan güvenimin ve kör kıskançlıkların etkisinde kalmadan yaşamamın nedenlerinden biriydi böyle sağlıklı bir aile ortamında büyümek.
Biz çocukluğumuzu rahatça yaşıyorduk buralarda. Arkadaşlarımızla oynuyor, etrafta rahat rahat dolaşabiliyorduk. Savur inişler çıkışlar, çok yakınlarında mağaralar olan bir kasabaydı. Bu mağaralarda kadınlar genç kızlar çıkrıklarla iplikler çeker bir yandan da kendilerince türküler tuttururlardı. Bir yandan çıkrıklar döner bir yandan da o çıkrıklara iplik çileleri dolanırdı. Biz çocuklar da arada bir buralara gelir olan biteni seyrederdik. Bir de delisi vardı buraların, o da gelir genç kızlara kadınlara takılır onlar da ona gülerlerdi.
İki yılı doldurmuştuk Savur’da. Babamın tayini Van’a çıkmış yol hazırlıklarına başlamıştık hemen. Gidilecek yol oldukça uzundu. Tanıdıklar gelip yardım ediyorlar, yolluk çörekler yapılıyor, vedalaşmalar sürüyordu. Bu gelenler kasabanın kalbur üstü takımı idi. Gelen memurlarla onlar görüşürlerdi. Eşyalarımız ince Antep kilimlerine sarılarak balyalar yapıldı ve biz yola çıktık ilk durak Diyarbakır idi. Burada bizi Van’a götürecek olan treni beklemeye başlamıştık. Aklımda kaldığına göre şehrin merkezinde bir otelde kalıyorduk. Gündüzleri ben Tandoğan ile oyunlar oynayarak vakit geçirirken annem küçük kız kardeşimle uğraşıyordu. Babam ise gündüzleri dışarıdaydı. Otele geleli bir haftaya yakın bir zaman geçmişti. Biz iyice sıkılmıştık artık. O gün bu gündür otelleri hiç sevmem. Bana hapishane gibi gelir en iyileri bile.
Bu bir haftanın sonunda plan değişmiş tren yerine uçak ile gitmeye karar verilmişti. Savur’dan gelen oranın eşrafından birkaç kişi babama, bir grup eşkiyanın civarda pusu kurduğunu yol keseceklerini haber vermişler biz sizin kara yolunda gitmenize müsaade etmeyiz diye israrcı olmuşlardı. Bunun üstüne babamla birlikte yardıma gelenler balyaları açıp uçağa göre küçülterek yeniden bağladılar ve biz alelacele Diyarbakır havaalanından Van’a doğru yola çıktık. Tren ile günlerce sürecek olan bu yol kırk-kırk beş dakikada bitivermişti.
Bu konuya kısaca değinmeden geçmek istemedim. Neden babama birileri pusu kurmaya niyetlensindi! Bu niyenin cevabı o zamanda da bu zamanda da farklı değil ne yazık ki. Onlara tuttukları yolun yanlış olduğunu hatırlatan ister kendi içlerinden biri olsun ister bir devlet memuru, menfaatlerine dokunanın cezasını kesmekte tereddüt etmeyen, kendini güç odağı gibi gösterme heveslisi olanlar bulunur etrafta her zaman. Doğu’da bu işe hevesli olanlar da dağları mesken tutmaktan başka yol bilmezler nedense. İşte babamın düşmanları bunlardı. Üzerlerine gidilmesinden hoşlanmamışlardı. Daha biz Savur’da iken olayları yerinde görmek için kasabanın dışında keşiflere çıkan babamı defalarca pusuya düşürmeye uğraştıklarını sonradan öğreniyorduk. Bu görevler sırasında yanında jandarmalar olduğu için amaçlarına ulaşamamışlardı.
Bu konuları Yaşar Kemal İnce Memed isimli romanında çok güzel anlatır. Orada bir Deli Durdu vardır, tam eşkıyadır. Bir de İnce Memed vardır, o da halk kahramanı gibi tanıtılır. Ama bunların ikisi de kanun kaçağıdır. Onlar kaçar jandarma kovalar. O dönemin Doğu’daki yaşam serüvenidir bu. Bu adamlar köylere indiklerinde, çoluk çocuk herkesin korkudan sesleri kısılırmış. Gelenler eşkıya idi, korkmamak, istediklerini vermemek ne mümkün!
Daha sonraki yıllarda ise dağlar bu sefer farklı amacı olan P.K.K. adı altında bir örgüt ile tanıştı. Dışarıdan birilerinin kışkırtmasıyla, desteğiyle, kim sorarsa Kürt halkının haklarını aramak için dağları mesken tuttu bu kandırılmış eli silahlı örgüt. Ne yazık ki hem kendi halklarına hem de bu ülkede yaşayan tüm halklara kan kusturdular, kusturuyorlar da yıllardır.
Velhasılı konu derin, öyle birkaç satıra sığacak gibi değil. En iyisi benim açımdan burada kapatmak bu bahsi.
ARTIK VAN’DAYIZ
Artık Van’dayız. Çocukluğumun o günleriyle birlikte doğunun buz gibi kışlarını, metrelerce yağan karın şehri nasıl dondurduğunu hatırladıkça hala üşürüm. Size anlatmaya çalıştığım bu şehir yerli halkın “dünyada Van, ahrette iman” diyen, övgülerle tanımladıkları gölüyle de ünlü olan Van. Benim anlattığım, daha doğrusu anlatmaya çalıştığım Van, kırklı yılların sonlara yaklaştığı zamanların Van’ı.
Her kayanın, her eğri ağacın, her kuru dalın, her yıkık duvarın bir efsanesi vardı bu diyarlarda. Bu sadece Van’a ve çevresine has bir durum değil. Anadolu efsanelerle yaşar. Anadolu buram buram efsane kokar her zaman.
Sonunda, Diyarbakır’dan yaptığımız bir uçak seyahati ile Van havaalanına inmiştik. Bizi karşılayanlar deprem barakalarındaki evimize götürdüler. Van aşağı yukarı iki yıl önce yaşadığı o büyük depremin yaralarını sarmaya uğraşıyordu. Biz o güneydoğu kasabasındayken Van yerle bir olmuştu. Babamın yardım topladığını ve Van’a gönderdiğini biliyordum. Gölün kenarındaki Van yıkılmış, yeni yerleşim yeri gölden epeyce uzağa çekilmişti. Bizim barakamız halkevinin hemen karşısında yükselen bir tepedeydi. Yan yana dizilmiş küçük ahşap evlerdi bu barakalar.
Hepsi hepsi dört taneydi. İç içe açılmış iki oda ile bir mutfak ve sokak kapısının açıldığı bir koridordan ibaretti barakamız. Çok sevimli, çok ferah mekanlardı ama sonuçta barakaydılar. Sıcağa soğuğa karşı korunaklı değillerdi. Birkaç parça eşyamızı açıp yerleşmiştik hemen. Şimdiki gibi beyaz eşya, koltuk, kanepe, yatak odası falan gibi teferruat yoktu o zamanlar. Hayat öyle sade öyle huzurluydu ki… Sedir minderleri, örtüler, bir de epeyce sonra gelen bir tahta karyola. Yerlerde bir iki kilim. İki odayı birbirine bağlayan kanatları olmayan geniş bir kapı pervazı. O pervaza kurulan salıncak. Bu salıncak en küçük kardeşim içindi. O henüz bir yaşında bile değildi. Üç kardeşin en büyüğü bendim. İkinci sınıfa gidecektim okul açıldığında.
Van vilayetti ve elektriği vardı. Ama sadece akşamları ışığından yararlanılırdı elektrikten. Akşam karanlığı çökmeden az önce gelir, on bir buçuk gibi de göz kırparak on beş dakika sonra kesileceğini haber verir ve ertesi akşam üstüne kadar da bir daha görünmezdi. İkide bir de göz kırpmadan, vakitsiz kesiliverirdi. O zamanlar elektrik bu günlerdeki gibi yaygınlaşmamıştı. Hele ki taşrada. Sadece aydınlanmada, bir de sanırım sinemada film oynatılırken kullanılıyordu. Olay diğer büyük şehirlerde nasıldı bilemiyorum. Ama bu söylediğimden aşağı yukarı on beş veya on altı yıl sonra Ercüment’in doğup büyüdüğü orta Anadolu kasabasında da elektriğin yaşam içindeki rolü aynıydı. On bir buçukta işaret verip, on ikiye çeyrek kala sönmek ve bir de sinemayı insanların dünyalarına sokmaktı görevi. Bahse konu olan Van, doğuda bir sınır vilayetimiz, diğeri ise başkentin yakınında bir kasaba olan Mucur. Bu iki tespit arasında en az on beş yıl fark var. Teknolojik ilerlemenin hızı dikkate değer değil mi!
Bununla ilgili bir olay beni uzun zaman etkisi altında tutmuştu. Rahmetli babam bir hukukçu idi. Van adliyesine savcı yardımcısı olarak tayin olmuş görevine başlamıştı. Bu arada babamın üst düzey bir subay arkadaşı olduğunu, onun da Iraklı bir şeyh ile tanışıklığının bulunduğunu gayet iyi hatırlıyorum. Çünkü o şeyhin Van’a geldiğinde babamla da tanışıp bize geldiğini, geldiğinde de yaşadığımız bir şoku unutamadığım için olayı çok iyi kazımıştım belleğime. Babam onu eve kendisine Mecelle dersleri vermesi için davet ediyordu. O da geceleri tercümanıyla birlikte gelip ders veriyordu. Mecelle, İslam hukukunda miras ile ilgili bir dal. Babam Cumhuriyet çocuğu, beyni ilk yıkananlardan! Cumhuriyet’in özenle yetiştirdiği, beyinlerindeki eskiden kalma kırıntılara bile tahammül gösterilemeyen bir kuşağın ferdiydi. Yani bakir beyinlere yeni tohumların atıldığı bir nesildendi babam. İslam konusunda, oturmuş doğru hiçbir bilgi bırakılmamıştı o nesilde. Şimdiki değer yargılarımla olaylara baktığımda bu gerçeği rahatlıkla görebiliyorum. Hala daha kafamda bu soruyu çözmüş değilim. Hele, babamı o şeyhle tanıştıran yüksek rütbeli bir subayın o şeyh ile ilişkisini.
Keşke babam hayattayken bu konuda bilgi almak için bizzat kendine baş vursaydım. Ama artık çok geç. Sadece şöyle diyorum, daha doğrusu düşünüyorum, atılan o tohumlar bazı beyinlerde arzu edildiği gibi kök salamadı demek ki! Babam geleneksel de olsa, inancına hep bağlı kaldı.
Şeyh diye hatırladığım bu zat, yerlere kadar uzun bir harmani giyiyordu. Başında beyaz bir örtü ve onun üzerine taktığı bir agel vardı. O yakınımdan geçtiğinde ondan bana doğru haşlanmış lahana kokusu gelirdi burnuma. Bu koku o görüntüyle özdeşleşmiş gibidir belleğimde. Her lahana kokusu duyduğumda geçmişimin derinliklerinden o görüntü bana doğru yaklaşır. İlginçtir o kılıkta birini gördüğümde de bu koku gelir burnuma hep.
Şimdi gelelim şeyhimizin bize yaşattığı şaşkınlığa. Yine bir akşam. Ve son ders. Şeyh nedense ısrarla gitmek için izin istedi. Babam bitirelim de öyle gidin diyordu. Misafir sıkıntılanmıştı tekrar izin istedi. Babam da dersi bitirmek istiyordu. Birden elektrikler söndü. Annem lambayı yaktı, lambanın camı patladı. Lüksü yaktılar gömleği düştü. Bütün çabalara rağmen yapacak bir şey kalmamıştı ve böylece şeyhe izin çıktı. Baraka küçük ve hepimiz aynı odada olduğumuz için bütün bunlara yakından şahit oluyordum. Olay uzun süre konuşuldu aile içinde. Annem olup biteni şeyhin kerameti ile açıkladı. Biz de epey bir zaman bunun böyle olduğuna inandık. Olayın bir tesadüf olduğunu ancak doğruyu eğriyi ayırt edebildikten sonra anlayabildim.
Hayat rutin akışına girmiş babam evin yakınındaki Adliye’de işine gidip gelirken, annem ile ben de yeni evimize, yeni hayatımıza alışmaya çalışıyorduk. Evlerde su yoktu. Yakındaki bir çeşmeden su doldurup evlerine kullanmak için getiriyordu herkes. Biz de öyle yapmaya başladık.
Tam da bir şeyler yerine oturdu derken bir söylenti yayıldı kulaktan kulağa. ‘Ermeniler baskın yapmaya hazırlanıyorlarmış’ diye. İnsanlar tedirgin olmaya başlamışlardı. Huzursuzluk dalga dalga yayılıyordu. Herkes kendince çareler bulmaya ne yapacağına karar vermeye çalışıyordu. Memurlar ailelerini memleketlerine yollamayı çare olarak düşünmeye başlamışlardı. Daha önce yaşananlar yeniden tekerrür edecekmiş gibi asmalı kesmeli, boğazlamalı senaryolar yazılmaya başlanmış, uykular yıllar önceki vahşet sahnelerine doğru kaçmıştı. Bir süre sonra ortalık yatıştı. Ama korkular hemen kaybolmadı. Acabalarla epey bir süre geçti. Zaman geçti ama acabalar hiç bitmedi. Konunun sık sık gündeme geldiğini çok iyi hatırlıyorum. Çünkü kabus dolu geceler yaşıyordum her duyduğum hikayeden sonra. Bu anlatılanların uydurma olduğuna kendimi inandırmaya çalışsam da başaramıyordum bir türlü. Çok sonraları işin aslını öğrendiğimde bu anlatılanların hikaye olmadığını, gerçekten buralarda büyük katliamların yaşandığını anladım. İnsanlar bu korkuları boşuna yaşamıyorlardı meğer. Daha sonraları anladım ki bu yayılan söylentilerin tam tersi de Ermeniler arasında, Türkler Ermenilere saldırmaya hazırlanıyor şeklinde birileri tarafında bilinçli bir şekilde kargaşa çıkarmak amaçlı yayılıyordu. Bu da, iki tarafta da tedirginlik ve infiale sebep oluyordu. Allah’tan biz bu kargaşaları yaşamadık. Olay tufana dönüşmeden bir yaz yağmuru misali geldi geçti. Biz de, kısa da sürse normal hayatımıza döndük.
Baraka komşularımız memur aileleriydi. Hele bir tanesi vardı ki aralarında, düşman başına. Sık sık karısını döver kapıya atardı. Bağrış çağrış seslerine herkes dışarı çıkar, tekrar evine girerdi. Çünkü dayakçı aile reisi, vilayetin savcısıydı. Kimse belki de bu yüzden müdahale edemiyordu diye düşünüyordum. Bu işin bir de başka bir yönü var. Hani kocası döverken onu kurtarmaya gelenlere ellerini beline koyup, “size ne bundan kocam değil mi isterse döver. Belki ben dövülmek istiyorumdur.” diye kafa tutan kadını anlatan, Şinasi’nin Şair Evlenmesi isimli oyunundaki gibi bir duruma düşmekten de korkmuş olabilir insanlar. Neyse sonuç her seferinde yürek burkan, iç acıtan bir komediyle biterdi. Dayağın hemen ertesi günü Van’ın bütün mağazalarından seçmesi için eli yüzü morarmış madureye hediyeler sunulurdu. O da seçerdi. Olaya şahit olan etraftaki hanımlar da ince esprilere boğarlardı işi. Bu kadar ödül için değer doğrusu diye.
Barakalarımızın kurulduğu tepenin hemen önünden aşağı toprak bir yamaç inerdi. Yamacın bittiği yerde genişçe bir yol, yolun bitiminde de iki katlı oldukça büyük bir bina vardı. Burası Van’ın halkevi binasıydı. Sinema da orasıydı, her fırsatta düzenlenen baloların salonu da orasıydı, okul müsamerelerinin verildiği yer de orasıydı, ara sıra sanatçıların gelip konser verdiği yer de orasıydı. Velhasılı cumhuriyet ile hayatımıza sokulmaya çalışılan bütün etkinlikler buradan geçerdi. Salon dolar boşalırdı sık sık. Gelenlerin çoğunluğu memur kesimiydi. Ama benim annemle babam nedense bu eğlencelere hiç heves etmezlerdi. Ben de çocuk aklımla buna çok bir anlam veremezdim, bu yüzden epey canım sıkılırdı. Diğer çocuklarla etrafta koşturur dururduk pencerelerden içeriyi görebilmek, müzik sesi duyabilmek için. Bu arada anneme babama da içten içe çok kızardım beni bu eğlencelerden mahrum ettikleri için.
Konserleri baloları şereflendiremiyordum ama ara sıra sinemaya götürülüyordum. O günlerden hatırladığım tek film Suzan Yakar ile İsmail Dümbüllü’nün oynadığı harman sonu isimli bir köy hikayesiydi. Efendim, filmin baş oyuncusu neredeyse tesettürlü sayılabilecek kıyafetler içindeydi. O günden bu güne geldiğimiz noktaya bakıyorum da iddia edildiği gibi sanatta mı yoksa ahlak kaybında mı ilerlendi diye kendime sormadan edemiyorum. Bu sorunun cevabı benim bakış açımdan belli de, tersini düşünenlere basiret açıklığı diliyorum.
Van ve Van Gölü, Edremit. İşte bizim ailecek gezmeye gittiğimiz, eğlendiğimiz doğa harikası yerler. Yeni kurulan Van ile göl kenarı arasında epey bir mesafe vardı. Faytonlarla giderdik bu gezintilere. Bazen oralarda evleri olan eşe dosta bazen de piknik yapmaya gelirdik göl kenarına. Kadınlar sahile tezgahlarını kurar gölün suyuyla çamaşırlarını yıkarlardı. Su sodalı olduğu için beyazları bembeyaz yapar renklileri de soldururdu.
Annemin itirazlarına aldırmadan biz de diğer çocuklar gibi gölün kenarında suya dalar çıkardık. Bir seferinde biraz fazla gitmişim, bir şey beni dibe çekiyor ben ise dibe inmemek için var gücümle çabalıyordum, o an ne oldu da kıyıya ulaştım bilmiyorum, boğulmaktan zor kurtulmuştum. Korkudan nefesim kesilmişti ama bunu asla kimse bilmedi. O gün bu gündür denizi sevmem. Göle de o günden sonra bir daha girmedim.
O civarda bir de Edremit vardı. İçinden Şemran suyu dedikleri bir su akardı. Yeşili bol bir yer olarak kalmış anılarımın arasında Edremit. Bir de birkaç mısra var aklımda ona dair:
Edremit Van’a bakar
İçinden Şemran akar
O sümbül o gül o bağındır
O inci o mercan beyaz gerdanındır.
Böyle mutlu mesut yaşayıp giderken birden babamın, izne giden bir meslektaşının yerine geçici olarak Van’ın Ahlat kasabasına tayinini öğrendik. Tandoğan ile benim okullarımız olduğu için babamla gidememiştik. Yine yalnız kalmıştık. Okulun biteceği günü iple çekiyorduk. Sonunda o gün geldi ve biz Ahlat’a gitmek için yollara düştük. Van iskelesinden bindiğimiz vapur gölün kenarında ne kadar yerleşim yeri varsa hepsine uğruyor, yolcu alıp yolcu indiriyordu. Bu göl vapurunun hali tam da dilenci vapuru tarifine uyuyordu. Kardeşimle ben iyice sıkılmıştık. Geminin güvertesinde kovalamaca oynayarak vakit geçirmeye çalışıyorduk. Biz eğleniyorduk da anacığım tam tersi stresten yerinde duramıyordu suya düşeriz endişesiyle. Kızıyordu anlamıyorduk, ceza veriyordu anlamıyorduk. Kamaraya götürüyor orada da sıkılıyorduk. Üstelik annemin getittirdiği yemeği en küçüğümüz Melek bitiriyor biz bakakalıyorduk. Evde burun kıvırdığımız kuru fasulye burada kıymete binmişti. Annemin harçlığı az olmalı ki yemeği çokça getittirmiyordu. Bize evde hazırlanan yollukları yediriyordu. Kim bilir belki de annem onları yiyelim diye öyle davranıyordu. Yanımızda ayva reçelimiz bile vardı.
Kah kıyıdan kah ortalardan derken üç gün sonra ancak Ahlat’a varabildik. Babam bizi karşılamaya gelmişti. Hep beraber kaldığı eve doğru yollandık.
Ahlat, Süphan ve Nemrut dağları arasında geniş Ahlat ovasına kurulmuş tarihi bir yerleşim yeri. Bitlis iline bağlı bir ilçeydi o zamanlar. Selçuklu sultanı Alp Arslan zamanında başkent olmuş, geçmişten bu güne pek çok el değiştirmiş. Tarihi mezar taşları ve kümbetleri ile hala açık hava müzesi görümünü koruyordu. Geçmişten gelen bu görüntülerden hep etkilenmişimdir.
Ama o günlerin Ahlat’ı beni kendi doğası ile etkilemişti. Burası çok güzel, alabildiğine yeşil bir kıyı kasabasıydı bana göre. “Gölün gök mavisi ile yeşilin çizdiği bu tablo ancak Yaratanın tasviriyle oluşur. Bu görüntü hiçbir faninin marifeti olamaz.” diyen bir ses duydum yüreğimin derinliklerinden gelen. Az önce annesinin uyarılarına kulak bile asmayan ben birden değişmiş, doğanın sessiz müziğini duymaya başlamıştım. Çocukluğum hep böyle iniş çıkışlarla dolu geçti. Bazen erken büyüdüğümü sanıp yaşımdan olgun oldum. Bazen de içimdeki çocukla baş edemedim yaşımdan çocuk oldum.
Haftanın iki günü bu iskeleye vapur gelirdi. Bu iki gün sanki bir panayır varmışçasına iskelenin yanındaki çay bahçesi insanlarla dolar taşardı. Yine yolcu iner, yine yolcu binerdi bu zamanlarda. Posta da bu yolla gelirdi. O yıllar iletişim demek, mektup, telgraf demekti. Telefon resmi dairelerde, postanelerde vardı. İstendiği zaman postaneye gidip konuşmak istediğiniz kişiyi yaşadığı yerdeki ona yakın bir postaneden çağırtır öyle görüşebilirdiniz. Onun için gelen mektupların yolları hasretle gözlenirdi. Uzak yaşamlardan gelen bu haberler adeta taze kan gibiydi buradaki monoton hayata. Biz de ailece katılırdık bu heyecanlı bekleyişlere. Gemi rötarlı gelirdi genellikle. Yolcular iner yolcular binerdi. Bir acele bir telaş. Derken gün akşama yönelir gurub kızıla boyanırdı. Güneş kordan bir tepsi gibi gök mavisini akşamın karanlığına teslim etmiş olan gölün üzerine doğru yavaş yavaş adeta düşerdi. Bana göre dünyanın en güzel gün batımıydı bu. Ne zaman bir gurubu seyre dalsam, geçmişimin derinliklerinden hep o göle düşen güneşin kızıla boyadığı tablo gelir gözlerimin önüne. Bu akşam üstleri inanılmaz güzeldi.
İnanılmaz güzel olan sadece batan güneş miydi! Ya o gök mavisi göl, ya o derin yeşillik ve sarı güller. Sarı güller benim zihnimde Ahlat’ın simgesi olarak yer etmiş. O kadar çok sarı gül vardı ki etrafta, sarı güllere efsaneler anlatmadan edememiş oraların insanı. Bu efsaneler gül ile bülbülün aşkı üstüneydi hep. Sarı güllerin yaprakları sabahın erkeninde nemden ıslak ıslak olurdu, buna bir de sarı gül yapraklarında tek tük görünen kırmızı benekler eklenince, ortaya çıkan tabloyu görüp de sabaha kadar gül için ağlayan bülbülün kanlı göz yaşları dememek bülbüle haksızlık olurdu sanırım.
İki aylık bir serüvendi Ahlat. Babamın oradaki görevi bitti ve geri döndük. Artık Van’da, barakamızdaydık.
Devam edecek…
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *