Doğru örnekliklere ihtiyacımız var. Yaşananlardan ders alarak ‘toplu atan yürekler’, ‘bir binanın kaynaşmış, kenetlenmiş tuğlaları’ gibi, kardeş ve birbirine karşı merhamet timsali olmanın gereklerini öğrenmeli ve bunları örneklendirebilmeliyiz!
Konunun ufaktan etrafında dolanıp uzun sayılabilecek bir girizgahtan sonra asıl temas etmek istediğimiz kısmına gelmeye, orada irdelemelerde bulunmaya çalışacağız…. Lütfen takibi sürdürünüz…
‘İletişim dili’ derken genellikle sözün, fikrin muhataba iletilmesi ve bu esnada meydana gelen dahili ve harici etkenlerin sonucu etkilememesi ve istenilen sonucun hasıl edilebilmesi için gereken uygun iletişim ve etkileşim araçlarını kullanmak ve bu iletişim ve etkileşim işini, eylemini doğru bir şekilde uygulamak kastedilmektedir. Ve bu kaygı halen sürmektedir ve hatta sürdürülmelidir de. Zira bu kaygı doğru bir kaygıdır.
‘Ben sözümü bilirim, söyler geçerim, sonrası muhataba kalmış!..’ demek pek mantıklı durmuyor. İşin iki tarafının olduğu ve sürece etki eden bileşenlerin de hesaba katılmak zorunda olunduğu bir hakikattir. Yoksa yapıp ettikleriniz havanda su dövmeye benzer. Elbette meselenin muhatap boyutu da en az ileten taraf kadar önemli ve faaliyetin karşılığını bulması anlamında değerlidir. Muhatap olmasa siz sözünüzü kime iletecek, kiminle etkileşime gireceksiniz?! Bu arada sözün ileten taraf tarafından doğru iletilmesi, alıcı tarafından doğru anlaşılması denildiği üzere birçok etkene bağlıdır. Bunlar hesaba katılmak zorundadır. Hem iletenin hem alıcının dikkat etmeleri gereken hususlar, maddi-manevi unsurlar, iletişimin kendi doğasından kaynaklanan etmenler söz konusudur. Kimse bunlar beni bağlamaz diyemez! Yoksa kendi elini ayağını bağlamış, emek ve zaman yitimini, boşa kürek çekmeyi göze almış olacaktır. En basitinden sizin konuya vakıf ve hazır olmanız ve muhatabın hazır bulunuşu, ilgi ve dikkati sonucu büyük oranda etkileyecek, hatta belirleyecektir. En basitinden ortamın ışığı, havası, sıcaklığı, akustik vb. unsurlar dahi dikkate alınması zorunlu bileşenlerdir.
Bunun dışında birebir muhataplık, açık alan, direkt iletişimi bile ele alsak, bu noktada da ‘iletişim dili’ dediğimiz olgu devreye girmektedir. İşte konumuzun da ana noktasını burası oluşturmaktadır. Verici, alıcı ve frekans meselesi konunun temeli olmakla beraber biz bu yazı dolayısıyla sözü meselenin biraz daha farklı bir yönüne çekmek istiyoruz. Konu ‘iletişim dili’ olgusunun, amacın hedefe ulaşması sorununun ilk basamağını oluşturuyor bize göre; ‘sözü iletenlerin, davetçilerin, uyarıcıların kuşanmak zorunda oldukları vizyon açılımı içinde ortak ve etkin söz’ söyleme sanatı, niteliği, becerisi…
‘Ben söyler geçerim!’ demek işin kolay(cılığ)ı; maksat meramımızı anlatmak, anlaşmak ise elbette uslup da, tavır da, jest ve mimikler de hesaba katılmalıdır. Yoksa murad hasıl olmamış, iletişim gerçekleşmemiş olacaktır. ‘Dümdük’, Akif’in dediği gibi ‘doğru olsun/odun gibi olsun..’ tarzları bağlama göre değerlendirilebilse, vurgulanmak istenenin ‘sözün/söylemin doğruluğu, haklı olma durumu’ olsa da muhatabın özellikleri, konumu, psikolojisi, ilgi ve beklentisi, şartları da göz önünde bulundurulmak zorundadır. Bu elbette sözü eksiltmek, kırpmak/yontmak, süslemek (zira süs bazen mesajı da örtebilir), karşısındakini illa kazanıp gücendirmemek, uzaklaştırmamak, köprüleri yıkmamak anlamlarında bir zorunlu kaygıyı gerektirmez.
Bunun temeli de ‘netlik ve nitelik’ olgularıdır öncelikle. Bilgi ve bilinç; birikim… Doğru bir duruş ve düşünüş… Müktesebata vukufiyet ve farkındalık… Ana ve asıl kaynakla doğru irtibat; onu şablon, norm kılıp diğerlerini onun süzgecinden, eleme ve eleştirisinden geçirip doğru yorumlamak… Geçmişi, geleceği ve ânı doğru okumak… Bunları çoğaltabilir veya birkaç üst başlıkta toplayabilirsiniz. Sıkıntı yok! Sıkıntı; bir adım daha ileri gidip yazı konumuzu olgu üzerine, ‘iletişim ve etkileşim’ eylemine döndürerek, hemen üstte saydığımız ilkelerin hemen çoğuna sahip, aynı derdi davayı güden, meselelere hemen aynı yerde durup aynı açıdan bakan, çoğunlukla aynı müktesebata vakıf, bilgi ve bilinç seviyesi yakın, yakın veya aynı çevrelere dâhil, ‘aynı dil’ vurgusuna sahip kişi ve çevrelere götürdüğümüzde ortaya çıkıyor.
Fasid bir örnek olmazsa, cumhurbaşkanıyla selefi arasında geçen ve son günlere damgasını vuran -biraz tek taraflı da olsa- diyaloga baktığımızda bunu ayan beyan görebiliyoruz. Dünün kankaları ne oluyor da kanlı, farklı hale gelebiliyorlar. Bunu reel politiğe bağlamak yeterli olur mu? Diyeceksiniz ki ‘Gömlek değiştirme, saf değiştirme, ameliyelerinin varacağı yer burasıdır!’, haklısınız, ama ne olup bitiyor da bu kadar kısa zamanda bu açı aralığı, farklı bakış ve yorumlar sadır olabiliyor? Hava da mı rutubet var, kayganlık mı bizden kaynaklanıyor? Mikrobik durum, virüsler ellerimizle mi üretiliyor, yapıp ettiklerimizin sonucu ortaya çıkıyor, yoksa laboratuarlarda üretilip servis mi ediliyor? Bağışıklığımıza ne oldu? Bağlılık ve bağımlılıklardan mı kurtulamıyoruz yoksa? Bu yükler asıl yüklenmemiz gereken yük ve yükümlülüklerin yerini nasıl alabildi? Bu el çabukluğu kimin marifeti?
Sorular uzar gider; doğru soruları sorup doğru cevapları bularak, ikna olmazsak, çözüme odaklanmazsak sorunların da uzayıp gitmesi, yumak haline gelmesi olası! Olan biten, süren de bu zaten! Bir türlü ayıkmadığımız, peşinden sürüklenip durduğumuz, duramayıp baş aşağı yuvarlandığımız, zurnanın ‘zırt’ dediği yer burası…
Yukarıdaki, yukarımızdaki örneği bırakıp bize, içimize bir bakalım o zaman; çok faklı şeyler, farklı uygulamalar mı yaşanıyor aramızda?! Bunlardan beri ve hallice miyiz?! Hal ve gidişat iyi mi?! Ümitvâr mıyız; bizden ümit var mı?!
Yakın zamanda bir tv programcısı face’den, tweetlerden, sitemle kanaldaki işine son verildiğini, ‘Ya ben, ya o!’ diye bir biçimde biletinin kesildiğini paylaştı… Aynı araçlar üzerinden farklı düşünenleri paylamaya da devam ediyor! Haklı veya haksız… Konumuz bu da değil! Mesele aynı kanalda, hemen aynı düşünceler içinde, üstelik kamuoyuna da ‘eleştiri’, ‘sorgulama’, ‘akletme’ tavsiyesinde bulunmayı önemserlerken, bir konudaki farklı düşünceden dolayı mesele ‘evlat ve kuyruk acısı’ meseline kadar götürülmüş, sözler kılıç kalkan, ok olarak kullanılır olmuştur. Neymiş; ‘Melekler Adem’e mi secde etmişler, Allah’ın emrine mi?’. Şimdi hangi akıl, hangi iz’an bunu içine sindirebilir! Te’vilin olduğu yerde ‘tekfir’ olmaz fehvası en çok da kendi aralarında dillendirilip dururken! Bu ne iş? İş mi, yoksa sipariş mi? Asıl işi bırakıp birbirine düşmek ne büyük iş! Şeytana mı kızalım, abd’ye mi, israil’e mi?
Bunu da geçtik; daha yakına gelelim! İğneyi de, çuvaldızı da kendimize batıralım! Sonra ‘irkilme melekesi’ kalmışsa, dönüp kendimize bakalım, ders alıp kendimize gelelim!
Geçenlerde bir sanatçının ölümünün ardından, camiadan bir kardeşimiz, üstlendiği olumlu rollerden ötürü (Bir ara gazetelerde de bir röportajı çıkmıştı, olumlanan içerikleri olan…) mekânının cennet olmaklığı üzerine iyi temennilerini iletmişti face üzerinden. Sonra yine bizden, camiamızdan bir kardeşimiz de meseleye ilkesel yaklaşarak, cennet temennilerinde ölçülü olmak gerektiğini hatırlatıyor. Bunun üzerine yine camiadan, mefhumu muhaliften hareketle bir diğer kardeşimiz de ilaveten ‘Cehennem tapusu mu dağıtılsın!’ şeklinde bir itiraz şerhi düşüyor ve neticede bunlar birbirine düşüyor! ‘Düşünüyorum, taşınıyorum, alt alta, üst üste topluyorum, elmalarla armutlar beraber toplanmaz, ayrı ayrı ölçelim!’ vs. diyorum, ne kendime, ne onlara izah edemiyorum. İkna ise hiç mümkün değil! Mesele camiadan diğer dostlarla paylaşılınca ve kanaatler ‘itidal, teenni, tahammül’ odaklı olarak, haklı haksız perspektifinden çıkartılarak ‘dil-üslup’, ‘nizaanın fayda getirmeyeceği’, ‘ilk adımı atanın kazanacağı’ şeklinde ve ‘tartışmanın bu şekilde sürdürülmesinin hepimize kaybettireceği’ söylemiyle değerlendirilince dahi bir ortak çözüm noktası bulunamaması, söylem sahiplerinin de ‘paylanması’ ve üstüne üstlük ‘ahirete havale edilerek, hakkın helal edilemeyeceği’ seviyesine indirgenmesi/yükseltilmesi ‘daha yenilecek çok fırın ekmek var’ demekten başka bir çare bırakmıyor! Yazık, çok yazık! Ortak bir yoruma ulaşmak, oradan ortak bir mesaj çıkarıp onu sunmak’ dururken, biz birbirimize duruyor, sanal âlemde tebliğ yapıyoruz zannıyla, o aracı kullandığımızı zannederken; kullanılıyoruz! (Not: yazının tamamlanıp beklemede olunan süreçte bu son misal, kardeşlerimize yakışır şekilde halloldu çok şükür. Lakin ‘Allah’ın sopası mı dersiniz, tevafuk mu bilmem ama bir ortamda karşılaşmaları ve meseleyi kendi aralarında halletmiş olmaları meselenin ders alınması açısından belki de hiç yaşanmamış olmasından iyi olmuştur denilebilir. Bu öz güveni, fedakârlığı, yakışır hali sergilemeleri ibreti alem için Rabbimizin bir inayeti, lütfudur kesinlikle… Bir denenmedir (‘Kuluna eşeği kaybettirip buldurması’ kabilinden!)… Sonuç itibariyle ilk adımı atan da, o adımı olumlu karşılayan da hem kendileri hem de örneklik anlamında bu sınavdan yüz akıyla çıkmışlardır denilebilir. Şu da var ki; ‘Mesele zamana bırakılsa da küllenir, suhuletle halledilebilirdi.’ denilirse, ‘Ne malum bu fırsatın doğma ihtimaline, ölüm var, farklı maruzatlar var!’ diyerek, böyle bir erteleme algısının da yersizliğine, zaitliğine vurgu yapılmalıdır. Neyse inşaallah böylesi hayırlı olmuştur!) Esasında böyle bir fırsat(!) beraberce, yüreklerin toplu atışının bir tezahürü olarak kamuoyuna net ve nitelikli, düşündürecek, değerlendirme yapmasına vesile olacak bir şekilde, bir iletişim ve davet/uyarı/tebliğ imkanı olarak algılanabilir, değerlendirilebilirdi…
En ucundan diğer en ucuna kadar üç örnek; alın bakın, ölçün tartın… Fark (birinci örnek nicellik kaygulu, iki ve üçüncüleri de nitel içerikli olmakla beraber..) var mı? Olması gerekmez mi? Hani biz ‘farkındalık’ sahibiydik, farklıydık (Çok şükür süreçte bu konuda bir fark belirtisi gösterilebildi!)
‘İletişim dili’, ‘etkileşim vesile ve vasıtaları’ konu olarak önemli ve üzerinde mutlaka durulması gereken başlıklar. Lafı güzafa gerek yok, sağa sola çekmeye de gerek yok! Dedik ya; ‘iğneyi de, çuvaldızı da kendimize batıralım’ diye, önce kendimize gelmemiz, durup düşünmemiz, ince eleyip sık dokumamız gerekmektedir! İfrat tefritten uzak durmak, uyarı ve ikaz vazifemizi yerine getirirken yol kazalarına karşı uyanık olmak durumundayız.
Sözleri, kelimeleri, değil sadece birbirimize karşı, hiç kimseye karşı ok gibi, kılıç gibi kullanmamalıyız. Çizgileri, sınırları korumalıyız. İlkeler öncelikli olacak evet, ama o ilkeleri de kendimizce farklı yerlere oturtup seviyesini zorlamayacağız! Mürcie keyfiliğinden kaçarken Harici mantığına yakalanmayacağız! Muhataplara tebliğ derken, eldeki, yakındaki elde birden(!) olmayacağız! Öte taraftan da yanlış algı ve anlaşılmalara fırsat vermeyeceğiz! Bin kere dinleyip düşünüp, bir kere söyleyeceğiz! ‘Elimizde tuzluk’, her ‘buradayım’ diyene yetişmek gibi bir derdimiz de olmayacak! Ortama, zamana, zemine, muhataba dikkat edip dikkatli davranacağız! ‘Kavli leyyin’, ‘cedelin de en güzel biçimi’, ‘müjdeleyip nefret ettirmemek’ şiarımız olacak. Elbette kınayıcının kınamasından çekinmeden, Allah’ın hatırını en yüce, öncelikli bilip buna uygun bir tutum takınacağız ve fakat bu bizi ‘sözün en güzelini, en güzel biçimde söylemek’ tavrından, teenni, itidal ile hareketten de uzaklaştırmamalıdır.
Bu konuda birbirimize, doğru örnekliklere ihtiyacımız var. Yaşananlardan ders alarak ‘toplu atan yürekler’, ‘bir binanın kaynaşmış, kenetlenmiş tuğlaları’ gibi, kardeş ve birbirine karşı merhamet timsali olmanın gereklerini öğrenmeli ve bunları örneklendirebilmeliyiz! Ki insanlara söyleyecek sözümüz, birbirimize karşı yüzümüz olsun, kalsın!
Hani demiş ya Yavuz, Mısır’ aldığında: ‘Mısır’ı aldık, ama lalayı kaybettik!’ diye, işte aynen öyle… Hedef Mısır’ı almak olsa neyse, ama hedef insanı kazanmaksa –ki öyledir ve fakat bu da ‘taviz verme’ ve ‘ilkeyi, Allah’ın hatırını görmezden gelme’ anlamlarına gelmez- o zaman daha bir titizlenmek gerek eyleme de söyleme de…
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *