İnsan, Rabbinin emrine uyacak ve Rabbimiz kendisini, indirdiği kitabında nasıl tanıtıyorsa, insan kendinden hiçbir şey katmadan kitaptan öğrendiği kadarıyla tanıyıp anlatacak.
Konumuza verdiğimiz başlık, insanların ve her şeyin yaratıcısı Âlemlerin Rabbi Yüceler Yücesi Allah’ı, insanların doğru tanımadıklarını gördüğümüz için. Biz de Rabbimizin kendisini tanıttığı indirdiği kitabı Kur’an’dan tanımaya/tanıtmaya, anlamaya çalışıyoruz. Çünkü Allah biz insanlara kendisini, elçileri ve onlara indirdiği vahiy/kitaplar ile tanıtmasaydı, gayb durumunda olan Rabbimizi bilmemiz, anlamamız ve tanımamız mümkün olmazdı.
Geçmişte yaşayanların bize ulaşan yazıtlarındaki mitolojik anlatımlarda, her güç için bir tanrı oluşturulmuş ve insanlar ihtiyaçlarına göre bu tanrılara isteklerini bildirip, onlara kulluk ediyor kurbanlar adıyorlar. Allah’tan başkalarına tapan insanların kendilerinden başka gerektiğinde sığınacak bir güç aramaları, fıtrat olarak zayıf yaratılışlarının (Nisa 4/28) sonucu olduğunu anlıyoruz.
Bir de akıl yoluyla bir yaratıcının varlığını “Yoklukta olan bir şey var olmaz, var olan bir şey de asla yok olmaz” diyerek, bu söylemi akıl ile kural haline getiren(felsefeci)ler var. Kâinat ve içindekileri kıyaslama yaparak “Var olan bir varlıktan, kâinatta gördüğümüz her şey, ilk varlık olan tanrının bir parçasından meydana gelmiştir” sonucunu çıkarmışlardır. Dolayısıyla Tanrı, insanı kendi parçasından kendi suretinde yaratmışsa, insana azap etmesi, kendi parçasına azap etmesi anlamına gelir ki, bu da abesden başka bir şey değildir. O halde “hesap, azap, sorgu sual de yoktur” sonucuna varıyorlar. Sonuçta ezeli olan bir tanrıdan meydana gelen varlıklar, asıl kaynağı olan tanrıya geri dönüp O’nda birleşip (fenafillah =Allah’da yok olmak) yok olacaklar. Bu görüş, içinde bulunduğumuz toplum tarafından da kendilerini İslam dininin tabisi olarak tanıtanların propagandasını yaptığı “Vahdet-i Vücut” felsefesine ve buna inananlara aittir. Bu batıl inancı sokuşturan tasavvuf dininin öncüleri, İslam dininin sahibi ve yaratıcısı Allah’a bunu uygulayarak “Allah ezeli (sonsuz) varlık olduğuna göre, yarattığı aklınıza gelen her varlık, Allah’ın bir parçasıdır, neye ibadet ederseniz edin Allah’a ibadet etmiş olursunuz.” diye insanlara tavsiye ediyorlar. Böylece bu tür sapkın, Kur’an dışı inançlara inanan müslümanım diyen insanlar, tarikatlar, cemaatlar, bu batıl inançları kabullenip, sahip çıkıyorlar. Bununla da yetinmiyorlar, tasavvuf inancına inanan insanlardan Allah’a yakın olan veli kullarının, Allah’ın kâinatı yönetmesine yardımcı olurken! O’nun yönetiminden bir kısmını yönetmeyi de üstlendiklerini iddia ediyorlar.
Elbetteki Allah’a ve indirdiği kitaba inananların, Kitab’da biz insanlara hitaben, Allah’ın yarattığı varlıkları yönetmesini ve yönetimiyle ilgili “Sizin Rabbiniz, gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra egemenlik makamından her türlü işi yöneten ve karar veren Allah’dır. Gökleri ve yerleri yönetmesine, O’nun izni olmadan hiç kimse yardımcı (şefaatçı) olamaz. İşte sizin Rabbiniz böyledir, (o halde yalnızca) O’na kulluk edin, düşünmüyor musunuz?”(Yunus 10/3) mesajı ile yönetimine hiçbir kimseyi katmadığı hakkında bizi bilgilendiriyor.
Böylece bu tür iddiaların hiçbir desteği ve delili olmadığını, Rabbimizin kâinatın yönetimine hiçbir kimseyi ortak etmediğini öğreniyoruz. Zaten kâinatın yönetimine Allah’dan başkaları da karışsaydı, kâinatın nasıl bir kargaşa içine düştüğünü görürdük:
“Eğer göklerde ve yeryüzünde Allah’dan başka ilahlar olsaydı, her ikisi (gökler ve yer) de fesada uğrardı. Yüce arşın sahibi Allah, onların yakıştırdıkları vasıfların hepsinden uzaktır.” (Enbiya 21/22)
İnsanların bu tercihlerine inançlarına, neye inanırsa inansın bir şey diyecek halimiz yok ve bizi de ilgilendirmiyor. Ama, “Allah’ın dini İslam da Allah, sevdiği kullarına (velilere) kâinatın yönetiminde tasarruf etme hakkı ve yönetmelerine izin verir” diyerek, bunu inanç sistemine katıp insanlara böyle inanacaksınız.” şeklinde dayatınca, bu iddiaya sessiz kalmak, kabul anlamına gelir ki, o zaman bıçağın sivri ucu bize de dokunuyor demektir. Bize zarar verecek bunun gibi batıl inançları kendimizden uzaklaştırmak, red etmek, def etmek ve Allah’ın kitabındaki konu ile ilgili ayetlerle doğruları insanlara anlatmak bizim de görevimiz ve sorumluluğumuz içine girer.
Zaman zaman Allah’ı övgü için kullandığımız “Allah-u Teaala” sıfat tamlamasını söylediğimizde, sıfat olan “Teaala” kelimesinin çok çok yüce, insanlar için erişilemez, ulaşılamaz olduğunu, Allah’dan başkası için asla kullanılmaması gerektiğini her iman sahibi müslüman bilmelidir. Bu tanımlamanın anlamını bilerek veya bilmeyerek Rabbini övenler, kendilerini veya başkalarını hem fiziksel hem de ruhen Allah’a yakın olduğunu söyleyenlerin, Allah’ı övmek amacıyla söyledikleri “Teaala” kelimesinin manasıyla, Allah’a yakın kullarının olduğunu söylemek çelişkidir ve Allah’a yakıştırdığı bu sıfatı bilmeden kullanıyor demektir. İnsan Allah’a yakın değil, Allah insana şah damarından daha yakındır.(Kaf 50/16)
İnsanın Allah’a yakınlaşmak için kendine göre yol aramasıyla, Rabbine ulaşması mümkün değil. Kulun amacı Allah’a ulaşmak olmamalı, yalnızca O’na layık kul olmak için çalışmalıdır. Bunu yaparken insan Allah’ın belirlediği kurallarla kul olmaya çalışmalı ve bu çalışmayı son nefesine kadar devam ettirmelidir.
“Ey iman edenler Allah’dan korunmanız gerektiği gibi korunun ve müslümanlar olarak ölün.”(Al-i İmran 3/102) ayetinde Rabbimiz inanan kulunun, kitabı Kur’an’da öğrettiği korunma bilinci (libaasut takva = korunma elbisesi) ile ancak salih bir kul olunabileceğini bildiriyor. Önce Rabbimizin kitabında belirlediği konulara ne eksik ne fazla “De ki ‘Ben Allah’ın kitaptan indirdiklerine inandım.”(Şura 42/15) diyerek inanmalı ve aynı şekilde “Kitab’ın en doğru yola ilettiğinden tereddüt ve şüpheye düşmemelidir.”(Şura 42/14) Bunların yanı sıra Şura suresi 52’nci ayetinde elçisine “Sen daha önce ne kitap bilirdin ne de iman” diye bildirmesinde, elçisinin daha önce iman ve ilahi kitaplar ile ilgili hiçbir bilgisinin olmadığını, ümmi olduğunu insanlara hatırlatıyor. Böylece ilahi bilgilere, yazılı belge olarak kitap olmadan, gaybi bir konu olan iman ile doğru bilgilere sahip olunamayacağına dikkat çekiyor. Öncelikle “Sen kitap nedir bilmezdin” ifadesinden çıkaracağımız ve anlamamız gereken “İnsanın neye iman edeceğine ve Allah ile direk nasıl bir irtibat kuracağına, önceki nesillerden sözlü olarak gelen Allah ve imanla ilgili bilgiler, sağlam, güvenilir ve yeterli olmayacaktır. Çünkü sözlü rivayetler insanlardan kulaktan kulağa aktarımlarda değişir ve ilaveler ve çıkarmalar olur. Bundan da, Kur’an’dan önce olduğu gibi, Allah’ın elçilerine vahyettiği emirler, yasaklar, Allah’ın gayb olarak bildirdiği geçmiş ve gelecek ile ilgili haberler, yazılı olarak bildirildiği halde muhatap insanlar tarafından tahrif edilmiş ve bozulmuştur. Son elçi ve son nebi Muhammed (as) kendinden önce gelen elçilere inmiş kitapları hiç okumamış olduğudur” ki, “Sen daha önceden (Allah, ahiret, ceza, din vs. konularla ilgili) ne bir kitap okuyordun ve ne de elinle bir kitab yazıyordun. Öyle olsaydı, batıl içine batmış kimseler hemen şüphelenirlerdi.”(Ankebut 29/48) ayeti ile bilgi verilmiştir.
Muhammed (as)’a elçilik görevi verilmeden önce, inkârcıların iddia ettiği gibi “Birileri o’na öğretiyor” olsaydı, Abdullah oğlu Muhammed’e ilahi diye öğretilen bilgiler tahrif edilmiş bilgiler olduğu için, doğru bir iman ve Allah bilgisini öğrenmiş olması mümkün olmazdı. Böylece son elçi, son nebi, son vahiy, peyderpey ihtiyaç oldukça indirilerek son yazılı ve kalıcı belge Kitab ile, nelere iman edilmesini ve yapılması gereken amellerin neler olması gerektiği öğretilmiştir. Allah’ın korumayı vaad etmesiyle elçisine indirdiği vahiy ve içindeki muhteva değişmemiş, korunarak bize kadar ulaşmış ve kıyamete kadar da korunacağı bildirilmiştir.
Şura suresinin 52’nci ayetinde önce kitabın söz konusu edilmesi, içindeki ayetlerin sağlam bir şekilde korunmasıyla, iman ile ilgili ayetlere ilave ve çıkarma yapılmaması garanti altına alınmıştır. Buna rağmen yaşadığımız hayatta Kur’an’ın dışında, iman ile ilgili kitaplara baktığımızda, Allah’ın kitabında konusu edilen ve iman edilmesi gereken ayetlerinin dışında, beş katı, hatta on katı, imani konuların fazladan ilave edildiğini görürüz. İman etmenin, içerik olarak konusu gaybi konular olduğu için, insanın nefsinde, kalbinde; gayb olarak Kitab’da bildirilen konular (Allah, ahiret, hesap günü, geçmişte yaşanmış olaylar ve yaşamış insanlar…) ile ilgili haberlerin doğruluğuna emin olarak (güven duyarak) mutmain (tatmin) olması gerekir. Gaybın (bilinmeyenlerin) tek ve yegâne bilicisi/bildiricisi Yüce Rabbimiz Allah olduğuna göre, gaybın habercisi de yalnızca Allah’dır.
Allah’ın, insanların bilmesi, iman etmesi gereken, geçmiş ve gelecek ile ilgili en doğru haberleri, elçilerine vahiyle bildirdiği Kitabı Kur’an’da anlatılan, kayda geçmiş haberlere mutlaka iman edilmesi gerekir. “Allah’ın haber verdiği gibi, sana hiçbir kimse haber veremez.”(Fatır 35/14) ayetinde olduğu gibi, Allah’ın, insanların bilmelerini ve bunlardan ders almalarını istediği olumlu ve olumsuz haberler en doğru haberlerdir.
Kur’an dışındaki kitaplarda bildirilen gaybi haberler, kimin ağzından çıkarsa çıksın iman edilmesi yönünden hiçbir bağlayıcılığı yoktur ve inkârı herhangi bir sorumluluk getirmeyen, Allah adına uydurulmuş yalanlardır. Rabbimizin “Allah adına yalan söyleme” konusundaki ağır ve affedilmez ithamlarını arkalarına atan cemaatlar, tarikatlar, gruplar ve bu yalan haberlere inanan insanlar, hesap gününde ne mazeret uyduracaklar? Rabbimiz, ‘Benim adıma yalan söylememeniz gerektiğini, indirdiğim kitapta şu ayetlerde bildirdim’ diyeceği halde: Al-i İmran 78, 94; En’am 93, 144, 157; Araf 28, 169; Yunus 68, Hud 18, Kehf 15, Ankebut 68, Zümer 32, 60; Saf 7.
“Allah adına yalan söyleyenden daha zalim kim vardır.” İşine geldiği şekilde Allah adına yalan söylemekle ve bu yalanlara inanmakla yaptığı bütün amellerin boşa çıktığını ve hiçbir değerinin olmayacağını insan bilmelidir. “Kim Allah adına yalan söyler ve hesap gününü inkâr ederse bütün yaptıkları boşa gider.”(Araf 7/147)
İman ettiğini söyleyen insanlar, kendisine ahiret hayatını kaybettirecek, Allah’ın yasakladığı “Allah adına yalan söyleme” konusunu aklından çıkarması mümkün mü? Öyleyse, Allah adına söz söyleyen, Allah’ı ve Allah’ın dinini anlatan kim olursa olsun, Allah adına söylediği her sözün kaynağı sorulmalı ve sorulması da gerekir. Allah insanlara yalnızca kitabı Kur’an ile hitap ediyorsa, “Senin Allah adına söylediğin sözü, Allah kitabı Kur’an’ın neresinde söylüyor? Yerini göster” diye sorması hem kendini sorumluluktan kurtarır, hem de Allah adına söz söyleyenlerin delilsiz konuşmaları engellenmiş olur.
Yüce yaratıcısı Allah’a inanmış her mü’min, emrettiği ve sorumlu tuttuğu kitabı Kur’an’da emrettiği doğruları yapıp, yasakladıkları yanlışlardan kaçınmasıyla Rabbinin rızasını kazanması kesindir. İnanan insan hem kendisini ve hem de yaptığı hiçbir şeyi Rabbinin gözetiminden saklayamayacağını, kaçıramayacağını ve hangi amaçla yaptığını, sinelerin gizlediğini bilen olduğunu bilmesi gerekir. “Küçük sürçmelerin dışında, günahların büyüklerinden ve çirkin davranışlardan kaçınanları, şüphe yok ki senin Rabbin, bağışlamasıyla kuşatacaktır. Rabbiniz sizi yeryüzünde ilk defa yaratırken ve annelerinizin karnında henüz cenin halindeyken dahi, sizi en iyi bilendir. Onun için kendi nefsinizi kendiniz temize çıkarmayın, zira kendisinden sakınıp korunanı da en iyi bilen O’dur.”
(Necm 53/32)
Rabbimiz kendisini böyle anlatıp tanıtırken, insan Rabbi Allah’ı tanımaya veya tanıtmaya çalışırken “Hiçbir şey O’nun benzeri değildir.”(Şura 11) ve “Hiçbir kimse O’nun dengi olmamıştır.”(İhlas 3) ayetlerini her zaman hatırlaması gerekir ki, Rabbini anlatırken herhangi bir şeye benzetme hatasını yapmasın.
Allah’ı anlatan bir insan, elinde Allah’ın indirdiği belge (Kur’an) olmadan, bu ayetlere göre O’nu nasıl tanıtacak? Rabbini şekillendirmeden, gördüğü hiçbir şeye benzetmeden anlatacak. Yoksa insan beş duyusuyla algıladığı şekil ve şekillerle anlatıp tanıtacak ki bu şekilde anlatımı da Rabbimiz reddediyor. “Allah’ı misallerle anlatmayın. Allah bilir siz bilemezsiniz.”(Nahl 16/74)
Öyleyse insan, Rabbinin emrine uyacak ve Rabbimiz kendisini, indirdiği kitabında nasıl tanıtıyorsa, insan kendinden hiçbir şey katmadan kitaptan öğrendiği kadarıyla tanıyıp anlatacak. Kur’an’ı anlamak için okuyan her mü’min bilir, Rabbimiz kendisini tanıtırken insana sıfatlar ile tanıtıyor. Rabbiniz yaratan, yediren içiren, insana bilmediğini öğreten, her şeyi gören, bilen, işiten, güç yetiren, doğruya ileten, azap eden, hesap soran, iyiliğin ve kötülüğün karşılığını veren… v.s. daha pek çok sıfat ve isimler (esma-ül hüsna) ile, kendisini şekillendirmeden anlatıyor. Rabbimizin her gönderdiği elçinin arkasından yeni elçilerin gönderilmesinin sebebi de budur. Elçilerden sonra tabilerinin, Allah’ı, indirdiği vahyin dışında tanımlayıp elleriyle yaptıkları şekillerin, varlıkların, hatta insanların, Allah’ın temsilcisi olduğunu iddia etmeleri sebebiyledir.(Zümer 39/3) Uzak tarihe gitmeye gerek yok, günümüzde canlı uygulamalarını görüyoruz. “Allah ete kemiğe büründü Mahmut diye göründü” diyen Cübbeli Ahmet, “Peygambere kulluk edersen, Allah’a kulluk etmiş olursun” diyen Ömer Tuğrul İnançer, “İneklere, fillere her neye taparsan Allah’a tapmış oluyorsun” diyen Cemal Nur Sargut, kiliselerde İsa’nın ikonlarına tapınan Hristiyanlar, Buda’nın altın heykeline tapan Budistler, şeyhlerinin elini eteğini öpmek için yerlerde sürünen tarikatçılar, türbelere gidip ihtiyaçlarının karşılanmasını isteyen, mezarlara el yüz sürmek için uğraşan insanlar günümüzün canlı örnekleridir.
Rabbimiz bize vahiyle tanıttığı elçilerinin, vahiyle öğrendiği Rabbi Allah’ı nasıl tanıtıyor bakalım. “Lokman, oğluna ‘Ey oğulcuğum! Sakın ola ki Allah’a ortaklar koşma. Allah’a ortak koşmak en büyük zulümdür’ diye öğüt vermişti.”(Lokman 31/13) Bir peygamber olarak Lokman (as) evladına insanlığını öğretirken, bir insanın da Allah’a karşı en büyük ve en başta gelen sorumluluğunu hatırlatıyor ve bu sorumluluğun ne olduğunu öğretiyor. Rabbimizin her kulunda aradığı ve görmek istediği, kendisine ortak/ortaklar koşup koşmadığıdır. Eğer kul insan olarak, yaşadığı hayatında Allah’a ortak koşmuş ise, Allah o kulunun yaptığı hiçbir şeyi, hayır ve iyiliklerle dolu da olsa, hiçbirini hesaba katmıyor. “Sana ve senden öncekilere ‘Eğer Allah’a ortak koşarsan bütün yaptıkların boşa gider’ diye vahiyle bildirdik.”(Zümer 39/65) Şimdi bir peygamber olarak Rabbinden aldığı bu en önemli mesajı, yakını olanlara bildirirken, peygamber olmasının yakınlarına hiçbir faydası olmadığını, olamayacağını öğretiyor.
İnsanlar Rablerinin vahiyle emrettiği doğruları ve kaçınılması gereken yasakları kabullenip, bunu hayatının sonuna kadar uygularsa, yani müslüman olursa, yalnızca kendisini sorumluluktan ve Allah’ın azabından kurtarır. “Ey oğulcuğum! Yaptığın şey (iyi veya kötü) en küçük bir parça da olsa ve bu yaptığın şey bir kayanın altına gizlense yahut göğe çıksa veya yerin içine de girse, Allah onu çıkarıp karşına getirir. Allah kullarına karşı çok şefkatli ve onların her şeyinden haberdardır.”(Lokman 31/16)
Evet, Allah ayeti kerimenin sonunda kendisinin kullarına çok şefkatli olduğunu ve kullarının yaptığı her şeyden haberdar olduğunu bildiriyor, insana (kuluna) “sürekli izleniyorsun ve yaptıkların kaydediliyor”(Kaf 50/18) hatırlatmasında bulunuyor.
Yüce Rabbimizin her insana yakın olduğunu ve insanın her yaptığından haberdar olduğunu bildirmesine rağmen, bir takım insanlar kendilerine göre yaptıkları ibadetlerle, diğer insanlardan daha yakın olduklarını ve bu yakınlıktan dolayı da Allah’ın kendilerine ayrıcalık tanıyarak, insanüstü kabiliyetler verdiğine inanıyorlar. Artık ‘kamil’ olduğunu ve piştiğini ve Rabbiyle arasında perdelerin kalktığını, sanki sıradan bir dostuna, bir can ciğer arkadaşına, bir yakınına gidişi gibi canı istediği zaman Allah ile görüşüp buluştuklarını kendilerinden menkul anlatıyorlar. Hâlbuki Rabbimiz kendi konumunu Mearic suresinde anlatırken “Çünkü o azap, yüce makamlar sahibi Allah’dandır. Melekler ve Ruh (vahiy meleği Cibril) miktarı elli bin yıl kadar olan bir günde, O’nun makamına çıkarlar.”(Mearic 70/4) Allah’ın katından yeryüzüne inmiş meleklerin Rablerinin huzuruna çıkışları insan takvim yılına göre ellibin yıllık mesafede ise, Allah ile görüştüklerini iddia edenlerin nasıl yalan söylediklerinin kendileri dahi farkında değiller. Bir de Yüce yaradanımız Allah ile yüzyüze geldiklerini ve sohbet edip şakalaştıklarını iddia eden ve bunu kitaplarında anlatan insanlar var.(Ahmet Hulusi’nin “Gavs Risalesi” diye internetten bakılabilir)
Araf suresi 143’ncü ayette Musa (as) ile Rabbimiz arasında geçen diyalogda, Allah Musa (as)’ın şahsında, hiçbir insanın Rabbini görmeye güç yetiremeyeceğini bildirdiği halde, insanların Allah ile görüştükleri yalanına inanan insanın Kur’an’dan haberi yok demektir. Rabbimiz Allah Kur’an’da bildirmediği halde, peygamber efendimizin miraçta Allah ile yüzyüze görüştüğüne dair hadis kitaplarında uydurma yalan haberler ve anlatımlar dolu. Bu ve buna benzer anlatımlar Allah’a teslimiyetlerinin (Müslümanlığının) bilincinde olmayanların bu yanlışları din diye kabul etmelerindendir ve kendilerini hesap gününde zora sokacağını Rabbimizin kitabında verdiği ölçülerle biliyorum. Rabbini doğru tanıyanlar Rabblerinin sözlerinin asla değişmeyeceğini (Kaf 50/29) bilirler. Rablerini doğru tanıyanlara ve hakkını verenlere selam olsun.
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *