‘Dağların, Yerlerin ve Göklerin Kabul Etmediği Emanet’

‘Dağların, Yerlerin ve Göklerin Kabul Etmediği Emanet’

“Ahzap Suresi 72. ayetin ağırlığını üzerimizde hissetsek, başladığımız her yeni günde bu ayeti sırtımıza yüklenip yolumuza öyle devam etsek, asla unutmamamız gereken sorumluluğumuzu akılda tutmuş olacağız.”

Ahzab suresi 72. ayet üzerine kaleme aldığı yazısında Milli Gazete yazarlarından Meryem Nida, bir müslümanın hayatında olması gereken önemli özelliklere işaret etti. “Bir Ayetin Ağırlığı” başlığını taşıyan yazısında, hayatın içerisinde pek çok şeye alıştığımızın altını çizerken, asıl görevimizin ne olduğunu unutmuş ve alıştığımız rutinliğin içinde yaratılış gayemizi kaybetmiş durumda olduğumuzu belirtti. Meryem Nida, çıkış yolunu ise Ahzab 72’den yola çıkarak tarif etti. İşte o yazı:

İnsanoğlu alışmaya, alışarak yaşamaya müsait yaratılmış bir varlıktır. Mutluluklar, acı dolu anlar, hastalıklar, sıkıntılar, doğumlar, ölümler… “Asla unutamam” dediğimiz ne varsa, bir süre sonra muhakkak unutmuş, hiç bitmeyeceğini sandığımız gecelerin sabahına kavuştuğumuzda normale dönmüş, ne denli zor olursa olsun pek çok şeye alışmışızdır.

Bu durum elbette Cenab-ı Hakk’ın kullarına bir lütfudur. Zira insan unutmasa ve alışmasa yaşayamaz, hayatına devam edemez. Fakat bazı zamanlar ve bazı konularda da alışmak, çok büyük sıkıntılara sebep olur. Bu konulardan belki de en önemlisi, yaratılış gayemizdir!

Bizler, yaşadığımız çağın karmaşasından, hayatlarımızın bitmek tükenmek bilmeyen koşuşturmalarından, yakalamaya çalıştığımız dünyadan, geçim sıkıntısından ve bu hayatta kalmak uğruna verdiğimiz her türlü mücadeleden dolayı neden var olduğumuzu, asıl görevimizin ne olduğunu unutmuş, alıştığımız rutinliğin içinde yaratılış gayemizi kaybetmiş durumdayız maalesef.

Oysa biz sadece Ahzap Suresi 72. ayetin ağırlığını üzerimizde hissetsek, başladığımız her yeni günde bu ayeti sırtımıza yüklenip yolumuza öyle devam etsek, asla unutmamamız gereken sorumluluğumuzu akılda tutmuş olacağız. Çünkü biz insanoğlu olarak dağların, yerlerin ve göklerin kabul etmediği bir emaneti kabul etmiş, tüm ihtişamına, tüm büyüklüğüne, göz doldurucu zenginliğine rağmen bu emanetten korkmuş olan arz ve arşın tersine, “Kulluk” emanetini omuzlarımıza yüklenmiş varlıklarız.

Biz, programlanmış, dizayn edilmiş ve çizgisi dışına çıkamayan yerküre ve gök arasındaki her türlü eşya, tabiat, bitki ve hayvanın aksine, kendine şuur verilmiş, doğruyu yanlıştan, adaleti zulümden, iyiyi kötüden, faydalıyı zararlıdan, Hakk’ı batıldan ayırt etme kabiliyeti, yaratılırken içine zerk edilmiş olan canlılarız.

Bizler, ayeti kerimede de bildirildiği üzere, özümüzde olan hem cahillik, ne yüklendiğini bilmemek ve hem de ruhumuzdaki Rahmani esintiden kaynaklanan cesaretten dolayı, “Tabiatın kabul etmediğini ben kabul ettim ve Sana kul oldum ya Rabbi!” deme yürekliliğini gösterebilmiş ve kul olarak ana rahmine düşmemizle beraber bu sorumluluğu başlamış olan emanetçileriz.

Evet, bizler emanetçiyiz. Kendimizin, dinimizin, nefsimizin, yaşadığımız tabiatın, elimizin altında olan eşyaların, sorumlusu olduğumuz canlıların, Kur’an’ın, sünnetin, eşlerimizin, çocuklarımızın, anne babalarımızın, akrabalarımızın emanetçisiyiz. Belki her birimizin, yarım asrına şahitlik edeceği bu dünyada yaşanan tüm gelişmelerin, tüm sıkıntı ve zulümlerin hesabı bizden sorulacak.

Göz göre göre çiğnenen farzların, yaşadığımız çağa ağır geldiği gerekçesiyle arkaya itilen sünnetlerin, helale çevrilen haramların, normal sayılarak işlenen günahların, Allah ve Rasulünün adının kirli ağızlarca kullanılmasının hesabı ilkin bizden sorulacak.

Eşlerimiz ve çocuklarımızın, sözümüzü dinletebileceğimiz halde kendi hallerine bıraktığımız ve çağa esir ettiğimiz evimizin fertlerinin, selam vermekten bile imtina ettiğimiz konu komşularımızın, telefonlarda grup olmaktan öteye gidemediğimiz akrabalarımızın, vakfımızda, partimizde, cemiyetimizde “Durun! Bu böyle olmaz!” diyebileceğimiz ve en azından sorumluluğu üzerimizden atabileceğimiz halde sustuğumuz durumların hesabı, şahitçi olarak bizden sorulacak.

Koşmamız gereken durumlarda yürümemizin, yürümemiz gereken durumlarda oturmamızın, oturmamız gereken durumlarda yatmamızın, uyanık olmamız beklenirken uyumamızın, hatırlamamız gerekirken unutmamızın, konuşmamız şartken susmamızın, haykırmamız lazımken çekimser davranmamızın, kendi çevremizde veya dünyada yaşanan olaylar karşısında verdiğimiz tepkilerin hesabı, emanete ne derece sahip çıkabildiğimiz sorusuyla bizden sorulacak.

Biz bu dünyaya elbette bir hayatı yaşamak için geldik. Elbette hayatta kalabilmek için mücadele edecek, geçimimizi temin etmek uğruna çalışacağız. Elbette Rabbimizin bize sunduğu imkânlardan da faydalanacağız. Fakat maddi veya manevi durumumuz, sıkıntılarımız, yoğunluklarımız ve koşturmalarımızın bize asıl sorumluluğumuzu unutturmasına izin vermeyeceğiz.

Her şeyden önce kul olduğumuzu, bu dünyaya gelirken Rabbimize söz verdiğimizi, bizi eşrefi mahlûkat derecesine yükselten bir vazifeyi üstlendiğimizi her daim hatırda tutacağız. Bir önceki, 71. ayet-i kerimede dile getirildiği üzere ancak Allah ve Rasulüne itaat edenlerin kurtuluşa ereceğini düşünerek hareket edecek ve onların emirlerini çiğnemekten imtina ederek, farz ve sünnetleri dışına çıkmaktan ateşe atılır gibi çekineceğiz.

Emanetçi nasıl olur ise ona göre davranacak, bize emanet verilen ilahi vazifeleri hayatımızın merkezi haline getireceğiz. Kulluk vazifemiz, ümmet bilincimiz ve cihad sorumluluğumuzu önem ve öncelik listemizin en başına getireceğiz. Rabbimizin 70. ayetinde uyardığı gibi Allah’tan korkacak ve sözümüzü sağlam söyleyeceğiz.

Sözlerimizi sağlam tuttuktan, emanetçi olduğumuzun ve emanetin ağırlığının farkında olduktan sonra, “O gerçekten çok zalim ve çok cahildir.” (Ahzap Suresi, 72) güruhundan olmamayı, Rabbimizin işlerimizi yoluna koyup, günahlarımızı bağışlamasını umabiliriz inşallah.

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *