KUDÜS MESELESİ VE MÜSLÜMANLAR

KUDÜS MESELESİ VE MÜSLÜMANLAR

“Biz, bu olayda, Amerika’nın izlemiş olduğu politikanın diplomatik açıdan ‘başarısızlık’ olarak nitelenebileceğini düşünüyoruz, ama bunun, ‘hezimet’ olduğu yahut “dünyanın beşten büyük olduğu” şeklindeki yorumlara katılmıyoruz.”

ABD başkanı Trump’ın Aralık ayı başında, Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıma kararı aldığını açıklamasından ve özellikle de BM’de sunulan tasarının kabulünden sonra yaşanan gelişmeler, birçok kesimde (buna ‘Müslüman’ camianın büyük çoğunluğu da dahil) ‘yeni bir dönemin başlangıcı’, ‘Amerika’nın büyük hezimeti’, ‘bölge siyasetinde deprem’ vs. şeklinde yorumlandı. Acaba bu doğru mu yoksa yapılan değerlendirmeler sadece belirli kesimlerin alışıldık türden birer ‘propaganda’ faaliyetine mi işaret ediyor? Birçokları, BM oylamasından çıkan sonucun yoruma ihtiyaç duymayacak derecede net olduğunu söylese de, bu bizce, dikkate alınması gerekli bir sorudur ve cevabı da teenni ile verilmelidir.

Bilindiği gibi, 6 Aralık’ta ABD başkanı Donald Trump, Beyaz Saray’da yaptığı açıklamada, kendisinden önceki başkanların Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanımayı reddettiklerini, fakat bundan böyle bu durumun devam etmeyeceğini, Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıyacaklarını açıklamış ve alınan kararı da hem “gerçeği kabul etmenin ta kendisi” hem de “yapılması gereken bir iş” olarak nitelemişti. Ardından, başını ‘Müslüman’ ülkelerin hükümetlerinin çektiği ve diğer bölgesel ve yerel güçlerin de katıldığı bir ‘koalisyon’, kararın BM Genel Kurulu’nda iptali istemiyle bir kampanya başlatmış ve 21 Aralık günü yapılan oylamada, 128 kabul, 9 red ve 35 çekimser oyla, tasarı kabul edilmişti. Bu, hem Trump’ın “eğer kabul oyu verilirse, yardımları keseriz” tehdidine, hem de ABD’nin BM temsilcisi Nikkie Haley’in “kabul oyu kullananları not edeceğiz” uyarısına rağmen gerçekleşmişti. Tabiatıyla da, bu tabloya bakanlar, ilk bakışta görüneni dilleriyle ifade edip, Amerika’nın hesabının tutmadığını, dünya halklarının Trump yönetimine ‘iyi bir ders verdiğini’ söylemiş, hatta bazıları “dünyanın beşten (yahut birden) büyük olduğu” yorumunu dahi yapmışlardı! Peki, bu doğru muydu? Yapılan oylamayla, Amerika’nın burnu sürtülmüş ve Trump yönetimi dünya halklarından ‘iyi bir ders’ mi almıştı? Yoksa meseleye başka bazı açılardan ve daha soğukkanlı bakmak mümkün müydü?

Biz, bu olayda, Amerika’nın izlemiş olduğu politikanın diplomatik açıdan ‘başarısızlık’ olarak nitelenebileceğini düşünüyoruz, ama bunun, ‘hezimet’ olduğu yahut “dünyanın beşten büyük olduğu” şeklindeki yorumlara katılmıyoruz. Hatta daha çok, bunların, bildik türden siyasi hesaplarla yapılmış açıklamalar olduğunu düşünüyoruz. Nedeni de şudur: Amerika (yahut bir küresel güç), zaman zaman bu türden politik başarısızlıklar yaşar; fakat bu, bazen siyasetin tabiatı gereği olarak olur, bazen da bir ‘plan’ çerçevesinde gerçekleşir! (Bu olayda, henüz bilinçli bir plan olduğuna dair işaretler görülmemekle birlikte, bu ihtimali de göz ardı etmemek gerekir). Örneğin, kimilerine göre, küresel gücün Güney Afrika siyaseti, 1990’lı yıllarda çökmüş ve ardından da Mandela büyük siyasi zafer kazanmıştır. Hakeza, Amerika’nın ‘zenci siyaseti’ de 1960’lı yıllarda büyük bir başarısızlıkla neticelenmiş ve siyahiler sonunda Amerika’da haklarını elde etmişlerdir. Hatta birçok 3. Dünya ülkesi, II. Dünya Savaşı’ndan sonra, ‘söke söke’ bağımsızlıklarını elde etmişlerdir ve küresel güç buna karşı bir şey yapamamıştır! Halbuki gerçek bundan farklıdır. Amerika’nın Güney Afrika ve zenci siyasetini değiştirmesi yahut bazı sömürge ülkelerinin savaş sonrası dönemde bağımsızlıklarını elde etmeleri, vs. hep ‘bilinçli’ bir politikanın sonucudur. Çünkü mazlumlar açısından ‘başarı’ olarak lanse edilen bu olayların her birinin ardında başka bir neden vardır ki, o da şudur: ‘aktif sömürü’nün maliyeti arttığı için, ‘dolaylı’ sömürü uygulamasına geçilmiştir! Yani amaç, basitçe ‘maliyet’i düşürmektir. Peki, dolaylı sömürü nasıl sürdürülmüştür? Cevap bellidir: yerel güçlerin ‘işbirliği’ ve IMF, Dünya Bankası, vb. gibi küresel finans kuruluşlarıyla. Burada ‘yerel iktidar’lara özellikle dikkat edilmelidir. Çünkü bunlar, esasında ‘dolaylı sömürü’ döneminde küresel güçle ‘işbirliği’ yapan aktörlerdir, fakat halklarına kendilerini ‘vatan kurtaran aslan’ olarak lanse etmişlerdir. Küresel güç de buna destek vermiştir. Zira küresel güç, örneğin artık Hindistan’a bir ‘genel vali’ atayarak ülkeyi yönetmeyi ‘maliyetli’ görmektedir; arada birkaç ‘çılgın’ tip çıksa da, yeni ‘dünya düzeni’ Saddam Hüseyin, Gandi veya Mandela gibi liderlerle işletilecektir. Fakat bu siyaset değişikliğinden nemalanan yerel güçler hadiseyi nasıl lanse etmişlerdir? Ya bir ‘kurtuluş savaşı’ olarak ya ‘sömürgecilerin ülkelerinden kovulması’ olarak ya da ‘insan hakları adına kazanılmış büyük bir zafer’ olarak! Dikkat edilirse, her bir lanse etme hadisesinde Batı’nın ya ‘finansal’ ya da ‘ideolojik’ bir kazancı vardır. Sömürge ülkeleri, sözde bağımsızlıklarını elde etmişler, Batılı ülkeler de büyük bir mali yükten kurtulmuşlardır; Amerika’da yahut Güney Afrika’da siyahiler ‘haklar’ını elde etmişler, Batılı ülkeler de, kendilerini ‘insan hakları’ ve ‘özgürlük’ şampiyonu olarak ilan edecek yeni örnekler bulmuşlardır.

Peki, hadiseyi, bunun dışında ve ‘siyasetin tabiatı gereği’ yaşanan bir gelişme olarak görmek mümkün müdür? Bu sorunun cevabı ‘evet’tir. Zira ‘küresel güç’ genelde oyunu kendi koyduğu kurallara oynamak ister ama dinamik bir yapısı olan ‘siyaset olgu’sunun gereği olarak bazen de ‘istenmeyen’ hadiseler olabilir. Burada önemli olan, ‘denetimsizlik’ halinin olmamasıdır (yahut bazı Amerikan başkanlarının kullandığı ifadeyle, ‘haydut devletler’in çıkmamasıdır!) Bu olmadığı sürece, yolda ‘küçük’ kazaların olmasına ‘izin’ vardır. Hatta bunlar tersinden işe dahi yarayabilir. Zira bir ‘çılgın’ liderin küresel güce karşı direnip de sonrasında mağlup edilmesi, küresel gücün ‘iktidar’ını pekiştiren bir şeydir. Böylece dünya halklarına, ‘psikolojik’ bir mesaj verilmiş olur ve ‘muhtemel’ muhalifler de olan-bitenlerden üzerlerine düşen dersi alırlar! Bu nedenle, zaman zaman bazı bölgelerde ‘çılgın’ liderler bizzat küresel gücün marifetiyle ortaya çıkarılır yahut kışkırtılırlar. Onlar da, ‘çılgın’ olmaya dünden hazır oldukları için, plan işler ve neticede küresel güç amacına ulaşmış olur! Saddam Hüseyin, son dönemde, bu tür liderlere tipik bir örnek olarak verilebilir. Bazı ülkelerde bunun bir gömlek düşüğü de vardır, fakat gömlek numarası düşünce, liderin gerçek vasfının halk tarafından anlaşılması noktasında sıkıntılar yaşanabilmektedir. Ancak, bilinmelidir ki, bu türden liderlerin ‘kumaşı’ aynıdır. Bunlar, sahici cengaverler değil, ‘kağıttan kaplan’lardır. İktidarda oldukları sürece, bazı kesimler bunu anlayamazlar (çünkü hakim oldukları köylerde taşları bağlarlar, köpekleri salarlar), iktidardan olduktan sonra ise, esameleri bile okunmaz! Bu noktada, ‘yol kazaları’nın iyi yorumlanması da önem arz eder. Örneğin, Türkiye’de 2003 yılında yaşanan Tezkere Krizi, bu türden bir olaydır. Dönemin başbakanı ve çevresindeki bazı isimler, tezkerenin geçmesini istemesine rağmen, ülke içinde oluşan siyasi atmosfer nedeniyle, tezkere Meclis’ten geçememiş ve Amerikan askerleri, kuzeyden Irak’a geçiş şansı bulamamıştır. Fakat bu hadise, Amerikan güçlerinin Irak’ı işgaline engel olmuş mudur? İşte kritik soru budur ve ‘kağıttan kaplan’lar bu soruya ‘olumlu’ cevap verseler de, gerçekler onları yalanlamaktadır. Kuzeyden Irak’a giremeyen Amerika, B Planı’nı devreye sokarak, güneyden giriş yapmış ve Saddam Hüseyin iktidarını (bir anlamda tezkere kahramanlarına nazire yaparak) bir kaç haftada devirmiştir! Bu sonuçla, Amerika’nın ‘psikolojik’ savaşı kazandığına ise şüphe yoktur; çünkü tezkerecilerin direnişine rağmen, kısa sürede bir diktatörü devirdiği mesajını dünya halklarına verebilmiştir! Burada, tezkerecilerin Amerikan B Planı’nın bir ‘parçası’ olduklarını söylemek istemiyoruz, sadece, cengaverlik olarak ilan ettikleri şeyin, tersinden Amerika’nın işine yaradığını söylüyoruz. İşte burada, sahici mücadele verenlerin çıkarması gereken önemli bir ders vardır. Karşıt olmak yetmez; yaptığınızın düşmanın işine yarayıp yaramadığına da bakmanız gerekir. Dolayısıyla, gidip bir yerleri bombalamak, terör taktiklerine başvurmak vs., her zaman düşmana zarar vermek demek değildir. Bu, bazen (hatta kimi dönemlerde çoğunlukla) düşmana ‘hizmet’ etmek anlamına dahi gelebilir.

Meseleye bu açıdan bakıldığında, BM oylamasında ‘kabul’ oyu verenlerin hemen tamamının esasında ‘kağıttan kaplan’ olduğunu söylemek mümkündür. Çünkü her şeyden önce, oylama bir ‘yaptırım’ doğurmayacaktır. Böyle bir karara imza atmak, o yüzden ‘zor’ değildir. İkincisi, Kudüs’ün statüsü konusunda, dünya kamuoyunun ortak tavır alması da ‘zor’ değildir, zira onyıllardır İsrail’in Kudüs konusundaki tutumuna karşı bu kamuoyu bir tavır sergilemektedir. Bu yüzdendir ki, demokrat olsun, cumhuriyetçi olsun bütün Amerikan başkanları, 1995’ten beri her 6 ayda bir önlerine gelen Kudüs kararını imzalamaktan geri durmuşlardır. Üçüncüsü, Trump’ın siyaset tarzı da, böyle bir karar almayı kolaylaştırmıştır, zira çizmiş olduğu ‘politikacı’ profiline karşı bir duruş sergilemek, diğer ülke liderlerinin kendi kamuoyları nazarında puan kazanması sonucunu doğurabilmektedir. Ayrıca oylamanın öncesinde yapılan ‘tehdit’lerin de bunda payı olduğu açıktır. Bu tarz siyaset, beklenmedik yerlerden beklenmedik anlarda tepki görebilir ve bütün bunları da ‘yol kazaları’ cümlesinden saymak mümkündür.

Gelelim işin aslına. Burada şu soruyu sormak yararlı olacaktır: oylamadan çıkan sonuca bakarak devletlerin her birinin kendi dış politikaları gereğince tutum takındıkları söylenebilir ama örneğin, bir Suudi Arabistan niçin ‘evet’ oyu vermiştir? Gerçi, ülkede son dönemlerde yaşananların evveliyatı da var ama özellikle Trump yönetime geldikten sonra Suudi Arabistan’da gözlemlenen gelişmeler herkesin malumudur. Suudi Arabistan’da olmaz denilen şeyler, çok kısa sürede olabilmektedir. İlan edilen ‘Ilımlı İslam’ politikası, ülkenin mahir siyasetçilerinin, ülkeyi girmiş olduğu darboğazdan kurtarma planına mı işaret etmektedir, yoksa işin arkasında başkaları mı vardır? Yahut veliaht prens Selman’ın yaptığı ‘saray temizliği’ başına buyruk bir siyasi aktör olduğunu mu göstermektedir yoksa o, bunu bir yerlerden ‘izinli’ olarak mı yapmaktadır? Herkes de bilmektedir ki, Suudi Arabistan’da son yıllarda görülen bariz politika değişikliğinin ardında ‘küresel güç’ün parmağı vardır ve mesele esasen Ortadoğu’da değişen dengelerdir. Şimdi soru şudur: bölge politikaları konusunda küresel güçle ortak çalışan Suudiler, BM oylamasında tehdide rağmen niçin ‘evet’ oyu kullanmışlardır? Acaba bu, ciddi bir ‘risk’ görmediklerinden olabilir mi?! Yoksa, el altından aldıkları bir haberle tehdidin ‘sahici’ olmadığını bildiklerinden mi? İnsanın aklına başka türlü sorular da gelebilir, ancak bu türden soruların sayısını artırmaya gerek yoktur. Zira cevap bellidir: ‘Evet’ oyu kullanmanın fazla bir maliyeti yoktur! Aynı şekilde, AB’nin üç büyük ülkesinin niçin ‘evet’ oyu kullandığı da sorulabilir. Bu ülkelerin hiç biri, Amerika, Irak’ı işgal ettiğinde, ona ‘hayır’ diyememişlerdir. Şimdi ne olmuştur da, tehdide rağmen, ‘evet’ oyu kullanmışlardır? Yahut Rusya niçin ‘evet’ oyu kullanmıştır? Hazır fırsatını yakalamışken, Amerika’ya bir salvo da ben atayım mantığıyla mı hareket etmiştir, yoksa, dünya halklarının vicdanına hitap edecek bir ‘evet’ oyunu onlardan çok görmemek için mi olumlu yönde tavır sergilemiştir? Başka küçük ülkelerin ‘evet’ veya ‘hayır’ oyunu da benzer şekilde yorumlamak mümkündür, fakat buna gerek yoktur. Çünkü bu oylamanın kıymet-i harbiyesi zaten bellidir. Bunu, İsrail’in “kararı tanımıyoruz” açıklamasından bile çıkarmak mümkündür. Fakat kamuoylarını kendi yanlarına çekmek isteyen yerel liderler, kendi halklarına gerçekleri bu şekilde ifade etmek yerine, hadiseyi büyütüp bundan siyasal olarak nemalanmayı istedikleri için, BM oylamasını, ‘büyük bir zafer’ olarak lanse etmektedirler. Azıcık dış siyaset bilen hiç kimse buna inanmaz, ama halkların da naçar böyle bir nakısası vardır! Halklar popülizmden hoşlanır, siyasetçiler de bunu kullanır!

Bu noktada, Trump yönetiminin, diplomatik açıdan başarı şansı hayli zayıf olan bir adımı niçin attığına dair de bazı değerlendirmeler yapmak yararlı olacaktır. Esasen, Trump yönetimi, bu kararın BM’de tepki göreceğini kestirememiştir denilemez. Zira Trump, oylamadan önce yaptığı bazı konuşmalarda, “karara karşı çıkılması durumunda” dahi, yönetim olarak tutumlarını değiştirmeyeceklerini ifade etmiştir. Bunun bir anlamı olmalıdır ki, zannımızca o da şudur: Donald Trump, bu ve benzeri çıkışları, benimsemiş olduğu siyasi tarz gereği yapmaktadır. Başka bir deyişle, onun siyaset tarzı budur! Bu tarz, sadece dünyadaki değil, Amerika’daki ‘yerleşik düzen’ için de alışılmadık unsurlar içermesine rağmen, Trump, bu tarzdan siyasi nema elde edeceğine inandığı için, zaman zaman bu türden açıklamalar yapmakta ve bazı uygulamalara da imza atmaktadır. Aslında o, bunu bilinçli bir şekilde yapmaktadır, zira her şeyden önce kendi seçmen kitlesinin duygu, çıkar ve ümitlerine hitap etmektedir. Hatırlanacağı gibi, Trump’ın seçimlerde kullandığı slogan “Amerika’yı yeniden büyük yapmak”tır. Bu, onun uygulamalarının, temelde, iç politikaya yönelik olacağı anlamına gelir ki, o da zaten bunu yapmaktadır. Bu açıdan bakıldığında, Amerikan medyasının, BM’deki oylamayı, ‘utandık’, ‘hezimet’ vb. kelimelerle nitelemesine de çok fazla itibar edilmemelidir; çünkü bu medyanın büyük çoğunluğu, Trump’ın zaten ‘fake news’ (uydurma haber) yazmakla suçladığı çevrelerden oluşmaktadır. Yani bu nitelemeler, esasen Amerikan iç siyasetiyle ilişkilidir ve bu yüzden Trump’ın Amerika içindeki muhalifleri (tıpkı bizdeki bazı sahte İsrail muhalifleri gibi), BM’deki oylamanın sonucunu, Amerika için bir ‘hezimet’ olarak nitelemektedirler. Başka bir deyişle, onlar da, konuyu ‘abartmak’tan nemalandıkları için, bu şekilde yayın yapmaktadırlar. Bu nedenlerle, bizim kanaatimiz, izlemiş olduğu politikanın gereği olarak Trump yönetiminin bu kararın arkasında duracağı şeklindedir. Bunun sonuçlarının ne olabileceğine ilişkin olarak ise şunlar söylenebilir: Özellikle de bölgedeki yerel siyasal aktörlerin ‘göstermelik’ tepkilerinin düzeyi bir miktar daha artabilir. Ancak bu, hiçbir surette, “kelle koltukta bir mücadele”ye bürünemez. Çünkü bu liderlerin büyük çoğunluğu, zaten (öyle veya böyle) küresel düzenin aktörleridir. Esasen, Trump da bir ‘politikacı’dır ve o da oy hesabı yaparak bu tür ajitatif uygulamalara imza atmaktadır. Yani onun da bu meselede ‘sınır’ı vardır. Fakat yapmış olduğu bu uygulama ile kendi seçmeninin nezdinde puan topladığına da şüphe yoktur. İsrail başbakanının oylamadan sonra Trump’a müteşekkir olduğunu beyan etmesi de bunu kanıtlar. Dolayısıyla, kısa vadede bölgede tansiyon ‘sahte’ bir şekilde yükselebilir, fakat buradan bazı heyecan-yoğun tiplerin iddia ettiği gibi, ne bir ‘armagedon’ savaşı çıkar ne de bir ‘cihad’ ilanı! Ortam biraz gerilir, sonra herkes kendi ‘güvenli’ pozisyonuna geri döner!

Kudüs meselesi vesilesiyle Müslümanların ‘genel’ ve ‘özel’ hatalarına dair bir değerlendirmek yapmak gerekirse de, şunlar söylenebilir: ‘Genel’ hataların başında, “aynı delikten iki defa (yahut defalarca) sokulmak” gelmektedir. Müslüman dünyasında birçok kesim, Kudüs meselesi gibi ‘sıcak’ konularda hala kolaylıkla manipüle edilebilmektedir. Bu, genel kamuoyunun ‘aklıyla’ değil, duygularıyla hareket ettiğini göstermektedir. Yerel liderler, bu türden konularda, kendi siyasi pozisyonlarını gözeterek bazı ‘hamleler’ yapmakta, kitleler de tabiri caizse tuzağa düşerek, buna uyumlu tepkiler vermektedir. Bu durumun kısa vadede değişmesi zordur; çünkü ‘genel’ hataları düzeltmek için ‘uzun vadeli’ bilinçlenme programları uygulamak gerekir. Müslüman dünyasının ‘entelektüel’ düzeyi, henüz bu çapta büyük programları uygulayacak yetkinlikte olmadığı için, yönetimler bu dünyanın halklarını kendi çıkarları doğrultusunda kolayca manipüle etmeye devam etmektedirler. ‘Özel’ hatalara gelince, bunların da, yine ‘genel’ hatalarla bağlantılı olduğunu söylemek mümkündür. ‘Özel’ hataları, bilinçlenme konusunda ‘görece’ iyi durumda olan İslami cemaat, grup ve yapılaşmalar yapmaktadır ve bu da, bu yapıların ‘zaaflı’ olduğunu göstermektedir. Sütten ağzı yanan yoğurdu üfleyerek yediği halde, bu yapılar, (kitleler kadar olmasa da) Kudüs meselesi gibi heyecanı yüksek mevzularda, bindirilmiş kıtaların yedeği olabilmektedirler. Bu, esasen, bu yapıların ‘organizasyonel’ güç bakımından değil, ‘entelektüel’ güç bakımından zaaflı olmasından kaynaklanmaktadır. Zira heyecan-yoğun örgütlenme ile ‘akıl’ ve ‘hikmet’ kavramları arasında ters orantı vardır! Biri arttığında diğeri azalır. Bunun yanı sıra, özellikle de son yıllarda Türkiye’deki cemaat, grup ve yapılaşmalar ‘hak etmedikleri’ halde, iktidarın himmetiyle kamu kaynaklarından nemalandırılmaktadırlar! Bu, tipik manada bir ‘sisteme eklemleme’ taktiğidir ve ‘zaaflı’ yapıların bu tuzağa düşmeme şansı da fazla yoktur. Ötedenberi ‘sistem’ eleştirisi yapmakla tanınan bazı grup ve yapıların, özellikle de son 4-5 yıldır sistemin ‘ortağı’ gibi hareket ediyor olmalarını bu açıdan değerlendirmek mümkündür. Müslümanlar adına yapılması gereken ‘iç muhasebe’nin gereği olarak bu değerlendirmeyi yaptığımızda şunu söylemek durumundayız: ‘eleştirel’ bilinen grupların eleştirellik düzeyinin düşmesi, düşüş oranınca zaaflı olduklarını gösterir. Eğer bir grup veya yapı, iktidara tümden eklemlenmişse, bu, onun bilinç noktasında kökten zaaflı olduğunu, eğer bir grup veya yapı, iktidara kısmen eklenlenmişse, bu da onun o oranda zaaflı olduğunu gösterir. (Bunun tersi de doğrudur, bu dönemde hala iktidara mesafeli durabilen grup veya kişiler varsa, bu da onların o mesafe oranınca bilinçli olduklarını gösterir!) Genel tabloya bakıldığında, İslami hassasiyeti genel kitleye göre daha iyi olan yapı ve grupların bu husustaki ‘notu’nun yüksek olmadığını söylemek mümkündür. Buradan da şu netice çıkar: Kudüs veya vahdet gibi ciddi meselelerde ‘büyük’ adım atarken dikkatli olunması (amiyane tabirle, birilerinin gazına gelmemek) gerekmektedir!

Son olarak, şu hususun da altını çizmeyi gerekli görüyoruz: ‘siyaset’ dinamik bir alandır ve küresel ölçekte bakıldığında, bu hususta yerkürenin en ‘hareketli’ bölgesinin Ortadoğu olduğu rahatlıkla söylenebilir. Bunun nedeni, son dönemde bölgenin sosyo-ekonomik açıdan gelişmesi vs. değildir, bilakis İslam’ın dünya ölçeğinde bir ‘ideolojik güç’ olarak varlığını hissettiriyor olmasıdır. Henüz küresel politikaları derinden etkileyecek bir seviyeyi yakalayamasa da, İslam’ın bu ‘potansiyel’i vardır ve bunu küresel güçler de iyi bilmektedir. O yüzden, bu güçler Ortadoğu’nun ‘denetimi’ konusuna özel hassasiyet göstermektedirler. Burada da en çok, ‘bilinç düzeyi yüksek’ Müslümanlara odaklanmakta, planlarını onları etkisizleştirecek şekilde hazırlamaktadırlar. Başka bir deyişle, bölgedeki mücadele esasen, küresel güçler ile gerçek Müslümanlar arasında sürmektedir. ‘Sahte’ olanlar ise, kimi zaman sahneye çıkarılmakta, kimi zaman da sahneden indirilmektedirler. Yani ‘sahte’ olanlar, ‘başrol’de görünseler de, esasen figüran rolünü oynamaktadırlar. Onlara, gerçek Müslümanlar sahneye çıkmasın diye, sahneyi doldurma izni verilmektedir. Dolayısıyla, onyıllardır iktidar yüzü görmemiş kesimler, bir siyasi mücadele neticesinde değil, tepside ikram edilen şeyler cinsinden, iktidara getirilmekte ve yıllarca hükümet etmelerine müsaade edilmektedir. Bunun tek sebebi, gerçek Müslümanların iktidara gelme ihtimalidir. Halihazırdaki güçleri itibarıyla, bu Müslümanların bunu yapmaları zordur, fakat küresel güçler de, tedbirlerini şimdiden almakta, tabiri caizse, gerçek Müslümanları ‘hazırlıksız’ yakalamak istemektedirler. Bu yüzden, önümüzdeki dönemde sahte cengaverlerin yüksek ‘sahne performansı’ sergileyecekleri hadiselerle daha çok karşılaşılabilir. Müslümanlar, artık heyecan-sosu yüksek hadiselerin yedek figüranları olmamayı öğrenmek durumundadırlar. Bunun için yapmaları gereken ise, öncelikle ‘bilinç’ düzeylerini (başka bir ifadeyle ‘bilgi’ düzeylerini) artırmaktır.

İKTİBAS

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *

1 Comment

  • mbozac
    16 Ocak 2018, 17:27

    Türkiyenin iit’te doğu kudüsü başkent ilan et(tir)mesi ile ilgili düşünceleri de paylaşmak yararlı olacaktır.

    REPLY