“Diyanet’in dinî liderlik gibi bir rol üstlenmesi, kurumsal yapılanması gereği ‘imkânsız’dır. Ancak Diyanet’i ve İlahiyatları hedef tahtası haline getirenler için durum böyle değildir.”
Prof. Mehmet Evkuran, Karar gazetesi için yazdığı “Entelektüeller dine küsüyor mu?” başlıklı yazısında Diyanet tartışmasının asıl boyutuna dikkat çekiyor. Evkuran, “Aktörlerin niyetlerinden ve dindarlıklarından bağımsız olarak, dinî alanı yönetme arzusundaki kişiler ve yapılar arasındaki mücadele sosyolojik toplam olarak gerilim ve kötülük üretmektedir. Bu gerilimde sağduyusunu yitirenlerin neden olduğu çirkinlikler dine ve dinî değerlere, dünya hayatı açısından ise sosyal düzen ve huzura zarar vermektedir.” diyor.
Şöyle yazıyor Evkuran:
Ülkemizde yaşanan olaylar, istemesek de dönüp din-toplum ilişkilerini yeniden gözden geçirmek zorunda bırakıyor bizleri. Çünkü sosyal bir düzen oluşturmak, kesintisiz bir dünyevî uğraştır. Toplumsal hayatımızın ve sistemin ‘zayıf halkası’ dindir. Bu gerçeği din ile ilgili sorunlar yaşandığı zaman daha iyi kavrıyoruz. Sorunların özünde ne kadarının dinden kaynaklandığını kavramak için de sağlıklı ve dengeli bir teolojiye ihtiyaç vardır.
Diyanetin, kızların evlenme ve buluğ çağı ile ilgili son açıklamaları ekseninde kopartılan fırtına, memleketteki Diyanet sorununun, bir başkanın gidip yerine başka bir başkanın ikame edilmesi ile ilgili olmadığını göstermektedir. Sorunun asıl tanımı, Türk halkının manevî liderliğini/patronluğunu ele geçirme mücadelesidir. Gerçi Diyanet’in dinî liderlik gibi bir rol üstlenmesi, kurumsal yapılanması gereği ‘imkânsız’dır. Ancak Diyanet’i ve İlahiyatları hedef tahtası haline getirenler için durum böyle değildir. Dinin yozlaştırıldığı ve dönüştürüldüğü gerekçesine sığınarak kendilerine bir meşruiyet alanı açma gayreti içindeki gurupların saldırılarındaki ifrata bakıldığında, temelde yatan motivasyonun, dinî hamaset ve arınmadan çok tahakküm ve kontrol oluşturmak olduğu anlaşılmaktadır. Aksi halde ‘güzel ve samimi dindar nesiller’ yetiştirme amacındaki çevrelerin, diğer Müslümanlar hakkında kullandıkları dilin bu kadar sert ve acımasız olması nasıl açıklanabilir ki?
Aktörlerin niyetlerinden ve dindarlıklarından bağımsız olarak, dinî alanı yönetme arzusundaki kişiler ve yapılar arasındaki mücadele sosyolojik toplam olarak gerilim ve kötülük üretmektedir. Bu gerilimde sağduyusunu yitirenlerin neden olduğu çirkinlikler dine ve dinî değerlere, dünya hayatı açısından ise sosyal düzen ve huzura zarar vermektedir.
Kuruluş yasasında bir hizmet kurumu olarak tanımlanan Diyanet’in toplumdaki algısı ise sanıldığından çok büyüktür. Sadece yaptıkları ile değil yapmadıkları ile de tartışma konusudur. Dindar olsun olmasın vatandaşlarımız Diyanet’ten ağır, saygın, dengeli bir tutum beklemektedir. Her topa girerek kendisini tartışma odağı haline getirmek yerine, gerçekten acil ve önemli olan sorunlar hakkında konuşması daha şık ve doğru görünmektedir. Bu noktada Diyanet’in, bilgi üreten ve geliştiren yapılar olarak İlahiyat Fakültelerine yakın durması büyük önem taşımaktadır.
İslam’da din adamı ve ruhban sınıfı yoktur, fakat ulemâ vardır. Diyanet ve İlahiyat Fakülteleri ne kadar temsil ettiği tartışılabilir, tartışılıyor da zaten. Ancak irfân adı altında bir gedik açıp, batınî-haşşaşî paradigma karşısında ilim-akıl ehlini tahkîr ve tazyîf etmek; kendisininkinden başka yol, söz, kural, hak tanımaz fanatiklerin yetişmesine zemin hazırlamak anlamına gelir. Müslüman kavramının ‘teslim olmak’ anlamını abartan ve kavramın selamet ile olan ilişkisini göz ardı ederek teslim olmaya hazır nesiller yetiştirmeyi savunanlar, ülkemizde 15 Temmuz 2016 tarihinde ve sonrasında yaşananları hiç anlamadılar galiba. Ya da kendi fikir ve fırkaları hatırına ısrarla gerçeği görmeyi reddetmektedirler. Düşünüyormuş gibi yapıp durduğu yerden santim kıpırdamayan, dönüp-dönüp kendini doğrulayan ve yeniden tasdik eden manevralarla gündem oluşturmaktadırlar. Böyle konuşanlardaki egoizm, kibir ve kendine inanmışlık FETÖ mensuplarınınkine çok benzemekte ve aklı başında herkesi ürkütmektedir.
Diyanetin yaptığı her açıklama toplumda farklı tepkilerle karşılanmaktadır. Diyaneti yakından ‘takip edenler’ arasında, ‘çağdaş ve aydın’ bir kesimin yanında, yaptığı her işte bir zındıklık arayan ‘kesin inançlı’ dinî oluşumlar da yer almaktadır. 2017 yılı herhangi bir kıyas yapmaksızın söylersem, gerçekten de başarılı bir yönetim sergileyen Mehmet GÖRMEZ ve ekibinin tasfiyesi ile kapandı. Bu sonuç, örgütlenmelerinden aldıkları güçle toplumsal ve siyasal hayata ayar verecek güce ulaşan gurupların bir başarısı(!) olarak kayda geçmiştir. Eski başkan ile kendi zihin dünyası arasında şu ya da bu düzeyde özdeşlik kuran eğitimli ve entelektüel dindar kesimde yaşanan duygunun adı ise en hafifinden kırılganlıktır. Osmanlı döneminde olsaydı bu olay, ‘kelle almak’ olarak adlandırılırdı. (!)
15 Temmuz’dan hemen sonra öne çıkan, dinî guruplara çeki düzen verilmesi, şeffaf hale gelmeleri, denetlenmeleri gibi söylemleri artık kimse dile getirmiyor. Aksine ‘bu toprakları asırlardır bereketlendiren irfân mektepleri’ söylemleri, günümüzdeki benzerlerine tarih, toplum ve hatta siyaset üzeri bir otorite ve meşruiyet sunuyor. Devletsiz ve gevşek bir toplumsal yapılanmanın ürünü ve taşıyıcısı olan tekke/dergâh/tarikat yapılanmalarının, devletli topluma geçtikten sonra nasıl fitne ve fesat yuvaları haline dönüştüğü, Osmanlının iktidarını bu yapılara kabul ettirmek için vermek zorunda kaldığı mücadele unutulmaktadır.
El-i Sünnet, tarih boyunca Müslümanlar için bir muhteva olmanın yanında bir üslup ve tarz olmuştur. Dinî ve sosyal aşırılıklardan uzak durma, düzeni koruma, uzlaşıya açık olma tutumu olarak tecessüm etmiştir. Özellikle Anadolu halkı, sık ve sert dokunmuş dindar kimliklere her zaman itiraz etmiştir. Bu eğilim, Sünnî kitlelerde konformizm, itaat, tepkisizliğe de yol açmıştır. Ehl-i Sünnet kavramı, tanımı ve kapsamı gereği Müslüman toplumunun selametinin ve sürekliliğinin bir ifadesi olagelmiştir. Ancak kavram tarihsel süreçte fanatik kesimlerin istismarına konu olmaktan da kurtulamamıştır. Ülkemizde son dönemlerde Ehl-i Sünnet üzerinden öne çıkarılmaya çalışılan popüler söyleme göre, Türkiye’nin önündeki en büyük tehlike “Ehl-i Sünnet düşmanlığı”dır. Bu düşmanlığı yapanlar da bazı İslamcı kesimler ve bir kısım ilahiyat hocalarıdır. Hatta işin aslına bakılırsa FETÖ darbe girişimi de Ehl-i Sünnet’e karşı yapılmıştır.
Bu temellendirme, hedef gösterdiği aktörlerin kimler olduğunu tahmin zahmetine gerek bırakmıyor. FETÖ ve selefi radikalizme karşı oluşan öfke, hınç ve öç alma duygularını gidermek için somut bir hedef gösteriyor. Şiddet yönetimi stratejisi ile karşı karşıyayız: Müslümanın öfkesini Müslümana yönlendirmek… Ehl-i Sünnet kavramı, yeni çatışmalar ve ayrışmalar yaratmak için bir fay hattı haline getirilmeye çalışılıyor. Kamuoyunda bu yönde bir propaganda yapılmaktadır.
Anlaşılan o ki, Şiî-Sünnî çatışmasını ülkemizi de içine alan tüm bölgede derinleştirmek isteyen küresel güçlerin planlarına, sivil toplumda bir ‘farkındalık’ yaratmak üzere bazı dinî ve entelektüel çevrelerimiz de katkı sunuyor. Sünnîlik radikalize ediliyor. Ehl-i Sünnet’in akılcı, dengeli, makul yönünü temsil eden kesimler pasifize edilmekte ve tekfircilerin önü açılmaktadır. Sufî ve ârif görünümlü yeni-Haricîlik, Sünnîliğin çatlaklarından sızmakta, entelektüel ve akılcı damara galebe çalmaktadır. Diyanet’in ve ilahiyatların itibarsızlaştırılması süreci bir de bu açıdan okunmalıdır.
2017 yılı kapanırken devletin üst makamlarından yapılan özeleştirilerden biri, muhafazakar ve dindar kesimin kültür alanında muktedir ve etkili olamayışıdır. 15 Temmuz darbe girişimini devletin güçlendirilmesi düşüncesi ışığında okuyanlar haklıdır. Ancak sivil toplum, kültür ve sanatın kendi özerklikleri içinde gelişmesinde vazgeçilmezdir. Kültürün gücünü, en iyi başka alanlarda güçlendiğinizde anlıyorsunuz. Kültürel temelden yoksun bir politik ve ekonomik güç, başlı başına bir sorundur. Değerden yoksun güç, dümeni salıverilmiş gemi gibidir.
AK Parti döneminde zengin bir orta sınıf ortaya çıktı. Bu orta sınıfın yaşam tarzı ve davranışları hakkında çok keskin eleştiriler yapıldığı gibi, ‘uzayan kol bizden olsun’ gözüyle de bakıldı. Ancak ‘Dubaileşme’ sorunu her zaman vardır. Kısaca bir Müslüman hastalığı olarak ‘Dubaileşme’, İslam’ın dinî-ahlakî ilke ve hassiyetleri olduğu kadar ümmet bilincine karşı da yabancılaşmış yeni seçkincilik türünü anlatır. Gücünü ve meşruiyetini, insanlarıyla kurduğu ilişkiden değil de küresel politik-ekonomik ilişkilerden alan bu elit, yaşam tarzı ve ütopyasıyla orta sınıfa kötü örnek olmaktadır. En kötüsü de daha makul ve dengeli bir evrenselleşmeyi provoke etmesidir. Bu süreçte dinî düşünceye ve değerlere araçsal bakan yeni bir muhafazakârlık tarzı güçlenmektedir.
Teorisi yapılmamış her yaşam tarzı hızla pragmatikleşir ve putlaşır. Asıl sorun zenginlik ve servetin bolluğu değil, değerlerden uzaklaşma ve hatta değerlere karşı bağışıklık kazanmadır. Değerlerle olan ilişkiyi canlı tutan, kültür, sanat ve edebiyatla estetize edilmiş bir hayattır. Bunun somut görüntüsü, hırsla göğe doğru yükselen, toprağı, geçmişi ve yeryüzünü hatırlatan yerden uzaklaşma arzusudur.
Dindar zenginlerimiz arasında düşünceye yatırım yapmayı önemseyen ve müze, kütüphane, sanat evi vs. kurarak güzel örnek oluşturan varsa bilmek isterim. Ancak çocuklarımıza değerlerimizi ve hassasiyetlerimizi aktarmada zorluklar yaşadığımız ve bir çözüm olarak ‘değerler eğitimi’ne yüklendiğimiz ortadadır. Elde edilen siyasî ve ekonomik başarılar, düşünce ve kültür alanındaki boşluğu ifşâ etmiştir.
Bazı aydınlar, yaşanan süreçte gelinen noktayı, ‘din yorgunluğu’ olarak tanımlamaktadır. ‘Her şeyin teorisi’ haline getirilen ve büyük beklentilerin, arzuların, özlemlerin ve itirazların taşıyıcısı olarak algılanan İslam’ın üzerindeki yükün hafifletilmesi gerekir. Aşırı duygusal yoğunluğun getirdiği yorgunluğun bize söylemeye çalıştığı şey galiba şudur: Kültür, sanat, bilim, felsefe alanlarına çekilerek dine yüklenmeyi biraz olsun bırakmak, ilke ve değer olarak İslam’ı ve insanlık değerlerini içselleştirmiş yaklaşımlarla topluma rahat nefes aldıracak sivil alanlar inşa etmek gerekiyor. Entelektüel küsmemeli, susmamalı, inzivayı bir kurtuluş olarak görmemelidir. Aksine dünyanın zaten çetin bir yer olduğunu unutmadan mücadelesine devam etmelidir.
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *