‘İslamcılık’ üzerine bir yorum

Bugün Star gazetesi Açık Görüş ekinde Ercan Yıldırım imzası ile yayınlanan bir yazıda Türkiye’de İslamcılık anlayışı ve değişimi yorumlandı

“İslamcılık normalleşirken…” başlığını taşıyan yazısında, Türkiye’de İslamcılık düşüncesinin yıllarca oryantalistlerin, modernlerin, anti-İslamcıların marifetiyle ideolojilerden bir ideoloji, siyasi hareketlerden biri gibi anlatıldığını belirten yazar Ercan Yıldırım, İslamcılığın ve Türkiye’nin bugün artık yüklerinden kurtulduğunu savunuyor. Yıldırım, “Anadolu’daki varlığımız İslam-Türk-ehli sünnet-gaza omurgasına oturduğu ‘büyük müesses nizam’ buna göre oluştuğu için ne Osmanlı döneminde zaman zaman görülen sapmalar ne Kemalizm ne de İslami grupların söylemleri İslam düşüncesinin, İslamcılığın merkez vasfını söndüremedi” diyor…

Yıldırım ayrıca, “Kur’an İslam’ı” dilini tekrarlayanlar, etnik iddialarını hala ve sadece İslamcılık olarak sunup İslamcılığı küçük dünyasında yalnızca kendinin kılmaya niyetlenenlere de göz atmak gerekir.” diye ekliyor.

Ercan Yıldırım’ın yazısı şöyle:

Türkiye’de İslamcılık düşüncesi oryantalistlerin, modernlerin, anti-İslamcıların marifetiyle ideolojilerden bir ideoloji, siyasi hareketlerden biri gibi anlatıldı yıllarca. Halbuki İslamcılık düşüncesi Türkiye’de hiçbir zaman bir dönem uygulanacak sonra yürürlükten kaldırılacak program olmadı, kadro hareketi, ideolojik örgüt, doktrin ya da siyasi hiyerarşi vasfında da donup kalmadı. Özellikle 1990’larda biraz da frankofonların ve onların Türkiye’deki distribütörlerinin, etnik iddialarını İslamcılık olarak sunanların eliyle İslamcılık düşüncesi 27 Mayıs’tan sonraki marjinalleşen konumundan daha da uçlara savrulmaya, kültürel bir dönüşümün unsuru, siyasi temsiliyet, kamusal iddia, diyalogculuğun öznesi olarak gösterilmeye çalışıldı. Halbuki çok nettir; İslami hareketler İslamcılık değildir, olamaz.

Batılıların pek sevdiği “örgüt”leyerek düşmanlaştırma ve yok etme stratejisi Türkiye’de tutmadı, İslamcılık, İslami hareket ve İslami örgüt tuzağına düşmedi, düşemez de zaten! İmparatorluk bakiyesi, dünya sistemine karşı uzun 400 yıllık egemenlik, Anadolu’daki İslami yaşayış biçimi İslamcılığın marjinalleştirilmesini, öteki İslam ülkelerindeki gibi Batılıların rahatlıkla “terörizm” suçlamasına da indirgenebilecek hareketlere girişmesini engelledi. İslamcılık öncelikle millet hayatının kendisinde ikinci olarak da devlet varlığının uhdesinde yaşar!

Anadolu’daki varlığımız İslam-Türk-ehli sünnet-gaza omurgasına oturduğu “büyük müesses nizam” buna göre oluştuğu için ne Osmanlı döneminde zaman zaman görülen sapmalar ne Kemalizm ne de İslami grupların söylemleri İslam düşüncesinin, İslamcılığın merkez vasfını söndüremedi.

Marjinallikten kurtuluş

Kemalistler “İslamsız Türk” inşa edebileceklerini, Hıristiyani reforma uğrayan İslam kurabilecekleri zannına kapıldılar… İslami grupların bazıları muhafazakar ritüellerle süreci geçiştirebileceklerini, bazılarıysa Marksist örgütçülüğü uyarlayabileceklerini ya da merkez-çevre kapışmasında İslam’ın Protestanlaştırılabileceği ısrarlarını sürdürdüler. FETÖ ile birlikte İslam ile öteki dinlerin “müsavat”ı fikri de çöktü… Kobani, hendek terörüyle İslamcılığın etnik iddiaların aparatı olabileceği gayretleri boşa çıktı. FETÖ ile bir şekilde irtibat sağlayan “İslamcılık araştırmacıları” İslamcılığı tarih-dışı, zaman-dışı, Türkiye-dışı göstermek için ellerinden gelen gayreti gösterdi; gelinen süreçte 27 Mayıs sonrasının tarikat ve cemaat anlayışı, radikal düşünce yapıları, İran devrimi etkisi, Türkiye-İstanbul dışı düşünme ihtimalleri, diyalogculuk, DEAŞ benzeri bir sistem fikri iflas etti. Postmodern yönelimlere bağlı çoğulculuk-çokkültürlülük modellerinin Türkiye’yi parçalamaya matuf olduğu da netleşti… İslamcılık bu bakımdan Soğuk Savaş, küreselleşme ve neo-liberal dönemlerin İslamcılık tezlerinin hepsini tüketti, denklemden çıkardı, tozlu raflara itti.

İslamcılık ve tabii ki Türkiye bugün artık yüklerinden kurtuldu, dünyadaki akımların tesirlerinden uzaklaştı, işin açığı iyice hırpalandı “yeni bir başlangıç yapabilecek” atmosfere kavuştu; bu safhada en büyük avantajı bazılarının söylediğinin tam tersine devletle olan ünsiyeti. İslamcılık zaten tezleri itibariyle 1071 sonrasının devlet-millet-ilmiye-kalemiye-seyfiye varlığının dünya görüşüydü. İmparatorluğun çöküş dönemine girerken pek çok farklı ideolojik yönelimin arasında “Babıali’nin resmi ideolojisi” olarak tercih edildi. İslam birliği tezleri çerçevesinde Batı medeniyetine karşı durabilecek argümanlar aynı merkezden üretildi. Bugün beka kaygısının tam ortasında devlet-millet, İslamcılar aynı hassasiyet noktasını paylaşır duruma geçti. Türkiye’yi sağ salim düzlüğe çıkarma çabası Türkiye’ye yön verecek fikri alt yapıları da oluşturabilir. Gezi, hendek terörü, şehirlerdeki canlı bomba patlamaları, FETÖ operasyonları, 15 Temmuz, Irak-Suriye meselesi, Kürt devleti ihtimali ve en son Kudüs’ün ABD tarafından İsrail’in başkenti ilan edilmesi kararı, İslamcıları millete, milleti İslamcılığa, milliyetçi ve zinde güçleri de büyük müesses nizamın ilkelerine getirdi.

2013 eşiğinin aşılmasından sonra özellikle 15 Temmuz ve Kudüs meselesinde İslamcılar ile ülkücüler bir araya geldi, sosyal medya, uzmanlık, bilgi-yoğun dönemde “romantizm” hatırlandı. İslamcılık düşüncesi 1960’larda aynen sosyalizm, milliyetçilik, muhafazakarlık hatta Batıcılık gibi birden çok gruba ayrıştı. Tek Parti idaresine, Batılılaşmaya karşı aynı cephede yer alan milliyetçi-muhafazakar-İslamcı hatta mutedil Batıcılar, liberaller 27 yıllık idarenin nihayete ermesiyle birlikte kendi sahalarına çekildi. Bugün beka kaygısı vesilesiyle Amerikancılığın, Ortadoğuculuğun, İrancılığın, Rusçuluğun Türkiye için bir imkan olmadığının tecrübe edilmesiyle paktlar-ittifaklar dışı bir Türkiye’yi büyütebilme fikri canlandı.

Irak-Suriye işgalleri, Suudi Arabistan ve Mısır’ın İsrail’den yana tavır koyması, İran’ın İslam’dan çok mezhep merkezli politikaları İslam ülkelerinin “ümmet” kaygısı barındırmadığını bir kez daha fakat bu sefer geri dönülmeyecek şekilde ispatladı. Haliyle Kudüs meselesinde açığa çıktığı gibi Türki-ye’nin İslam ülkelerinin öncü vasfı tescillendi… Bu konuda MHP lideri Devlet Bahçeli’nin “1.5 milyarı aşkın Müslüman var dünyada. Trump’a ve İs-rail’e karşı intifadada bulunmalarında fayda var” sözleri ülkücülerin de ümmet ile ilgilenmeye başladığının bir kanıtı. Gelinen noktada İslamcılar millile-şirken ülkücüler de İslamcı tezleri kanıksamaya başladı, başlayacak.

Belki bunu konjonktürel bir durum, siyasi ittifakların zorunlu neticesi gibi değerlendirmek mümkün; fakat Türkiye öyle bir cendereye sıkıştı ki sadece siyasi ve iktisadi bağlamda değil esasen fikren yeni söylemlere, çıkış yapabileceği mecralara ihtiyacı var. İslamcılığın Soğuk Savaşı ve neo-liberal dönem yüklerini bıraktıktan sonra kadim hedeflerine yönelmesi bu boşluğu kapatabilir.

Yeni İslamcılığa tehditler

Devlet mekanizmasının bir şekilde beka meselesini aşmak amacıyla büyük müesses nizamı ikame eden İslam-Türk-ehli sünnet-gaza omurgasına otur-ması 1923 sonrası için umutvar olmamızı sağlayacak.

Tehlikeler yok değil mi; elbette çok güçlü risklerle karşı karşıyayız… Kemalizmin rehabilite edilmesi en baştaki tehditlerden biri… Muhafazakarlığın sadece ritüel ve simge boyutlarına kilitlenmesi bir başka sorun… Küçük müesses nizamın yani Kemalist statükonun korunması millet bağının çözülmesine de neden olabilir.

Dünya sistemi o derece baskı uyguluyor ki İslamcılığı DEAŞ ile Kemalizm arasında tercih yapmaya bile itiyor. İslamcılığın bunlardan arınması en başta modernleşme öncesi tezlerine dönmesiyle mümkün olabilir. Bu da siyasal yönelimlerle fikri altyapı arasındaki ilişkiyi dengeli kurmakla başarılır. Ülkücülüğün milliyetçi çizgiye gelmesi İslamcılığın milli vasfını, kadim değerlerine rücu etmesini bir arada okumak gerekir. Türkiye’nin İslami dönüşüm geçirerek büyük ve öncü olabileceği fikri bu normalleşmeyi sağlayabilir. Ne yazık ki başta FETÖ meselesi olmak üzere olgular ve hadiseler, İslamcılığın yüklerini atmasına vesileyken yepyeni, marjinalleştirici, sapmalara neden olabilecek düşünceleri de çıkarmaya başladı…

Bu süreçte elbette 1071 sonrasında İslami nizamın kurulmasına neden olan Hanefi-Maturidi yöntem öne çıkıyor; aklın, iradenin ve bireysel tercihlerin gözetilmesi dönemin ruhuna da uygun. Kader, irade, eylem sahasında mühim bir alan açabiliyor, yeni bir sistem kurmada, gaza stratejisi geliştirmede Hanefi-Maturidi özgürlük alanının tesiri ciddi.

Fakat bunu savunurken Kemalist refleksler güncelleniyor, bir Türk Müslümanlığı projesi için yanıp tutuşanlar da kendini gösteriyor. Ya da özgürlük, zulüm, hakları gözetme gibi herkesin kabul edeceği ve bir Müslüman olarak vazifemiz olan konularda Taraf gazetesi diliyle rolünü oynayanlar çıkabiliyor.

Elbette FETÖ ve 27 Mayıs sonrasında güçlenen bazı cemaatlerin mesiyanik din düşüncelerinin sonucunda İslam’ın ne olduğuna dair heterodoks görüşleri güncellemek isteyenler de kendini göstermeye başladı. İslam’ın bir sistem ve nizam getirmediği, ilkelerden ve ibadetlerden ibaret olduğu gibi seküler çıkmalar usul usul seslerini yükseltiyor.

Neo-liberal İslamcılık

15 Temmuz’a karşı dururken milletle irtibatı geliştirip akabinde vartanın atlatılmasıyla yine eski ayarlarına dönen, “Kur’an İslam’ı” dilini tekrarlayanlar, etnik iddialarını hala ve sadece İslamcılık olarak sunup İslamcılığı küçük dünyasında yalnızca kendinin kılmaya niyetlenenlere de göz atmak gerekir.

FETÖ’nün mesiyanik tarzını başka şekilde sunan tarikat ve cemaatler ile Anadolu irfanını İrancılık ve batınilik biçiminde meşrulaştırmaya kalkanlar çok ayrı yerde duruyor. Yeni yönelimlerin nihayetinde ana omurgaya eklemleneceğini, yoksa zaten marjinal kalacağını düşünürken esas tehlikenin neo-liberal İslamcılığın kamuda temsil edilme fikriyatından geleceğini gözardı etmemeli.

1991 yılındaki ittifak, ondan önce CHP ile MSP’nin koalisyonu sadece pragmatik seçim birlikteliği halinde kalmamış, etkileri herkes kendi yoluna gittikten sonra da devam etmişti. Bu sefer İslamcılığın büyük müesses nizamda kalmasına, ülkücülüğün tükenmekte olan ontolojisinin milliyetçiliğe yükselmesine neden olabilir. İslamcılığı normalleştirirken “kazanımları koruma” saikinin donmayı ve tükenmeyi getireceğini görmek gerekir. İslamcılar yıllarca “Devlet bizim, yönetenler değil” diyerek Kemalist statükoyu görmezden gelmişler, radikallerin aksine devlet ile rejimi ayırmışlardı. İslamcılık ila’yı kelimetullah, dünyaya nizam getirme iddialarıyla Anadolu’da İslami bir nizam teşkil etti.

Bugün İslami dönüşümün, ahlaki damganın, ümmeti selamete çıkaracak hareketin, Yavuz Sultan Selim gibi Harem-i Şerif’i işgalden kurtaracak bir kararlılığın önündeki en büyük engel; “Kamuda İslami kimliğimizle yer alıyoruz, devlet de yöneticiler de bizim, başörtüsü meselesi toptan çözüldü, daha ne iddiamız olabilir ki” görüşüdür.

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *