‘Filistin meselesi’ özelde bu coğrafyalar ve genelde de tüm müslüman(ım diyen) coğrafyalar için ilk sırada gelen meselelerdendir. ‘Başörtüsü’ meselesi…
‘Filistin meselesi’ özelde bu coğrafyalar ve genelde de tüm müslüman(ım diyen) coğrafyalar için ilk sırada gelen meselelerdendir. ‘Başörtüsü’ meselesi gibi. Nitelikleri ve boyutları farklı olsa da bu böyledir. Nitelik ve boyutlarının yanında halkın hassasiyetleri ile yönetici kesimin, devlet aklının meseleyle irtibatları, bakışları ve hissiyatları da farklıdır ekseriyetle…
Filistin/Kudüs/(farklı algı ve açılımlarıyla)Mescid-i Aksa meselesi tek hakiki pencere ‘ümmet’ perspektifinden bakacağımız tek değer olarak kaldı elimizde! Tek ortak gündem… Gündeme gelişi, gelişimi, süreci ve sonuçlarına pek müdahale, etki edemediğimiz… Her konuda tarihin kendi koşullarında düşünülüp anlaşılması, hatta bırakılması gereken o kadar sun’i pencerecik açılmış ki başımızı kaldırıp olan biteni görüp idrak edemiyoruz. Siyasi, itikadi/kelami, fıkhi (her ne kadar Şii-Sünni iki ana damar gibi görünse de) o kadar çok parçaya bölünmüş, sığ ve dar kanallara hapsedilmişiz ki ‘ümmet’ meselesinde dahi tek yürek olup bir hareket hattı oluşturamıyor, farklı etkinliklerle etkinliği azaltıyoruz. Ümmet bilinci, kardeşlik hukuku sadece söylemde kalmış! Fiziki sınırlar gibi zihinlerimiz bile bölük pörçük kılınmış!
Gerçi son zamanlarda bu topraklar açısından başörtüsü meselesi de gündemden düştü, farklı sonuçların ‘verilmesi mi diyelim, alınması mı’, açılarından. Lakin şunu söylemeden geçmeyelim; başörtüsü meselesi esasında çözülmedi, asıldan çözülmedi, şekil açısından bir getiri söz konusu olsa da mesele içerik ve ‘dine dair’ olanla ilgili olarak çözümsüzlüğe, içerik dejenerasyonuna evrilmiş oldu. Yani daha çok ‘götürüsü’ söz konusu…
Filistin meselesi de usulden sorgulanınca böyle… ‘Miş’ gibi yaklaşımlar, gelip geçici ilgiler, meselenin etrafından dolanmalar… Dinin bütünü düşünüldüğünde elde avuçta olanların/kalanların esamisi okunmazken, nitelik açısından sosyal hayatın büründüğü, bürünmesi gereken renk sadra şifa olmazken, bu meseleye insanımızın bir ‘iman’ umdesi mesabesinde yaklaşması, üzerinde durmayı gerektiriyor. Her şey bir tarafa bu mesele bir tarafa!
Şimdi, meselenin farklı boyutlarına girmeden, yerelde tüm coğrafyalarımızda yaşanan savrulmalara değinmeden bu meselenin halline dair çala kelam bir şeyler teklif edeceğiz. Meseleye bir de bu açıdan bakalım, düşünelim, belki fayda verir! Yoksa; zaten yok!
Genelde şöyle bir tablo tekrarlanıyor: Bir şeyler oluyor, günler gelip geçiyor, gündemler servis ediliyor/değişiyor, sair yerlerde farklı olgular olup bitiyor, bağlantılı olsun veya olmasın hemen araya, ‘dizi arası reklam’ gibi oralardan bir enstantane, bir fragman yerleştiriliyor ve hızlandırılmış şekilde bir veri ile muhatap kılınıp meselenin orta yerinden değil, kıyısından kenarından olaya dahil edilip bırakılıyor ve anlamadığımız bir şeklide, tekrar, sanki mesele hallolmuşçasına geri çekildiğini görüyor, yaşıyoruz. Meselenin bütününe hiçbir zaman vakıf olamıyor, asla bütününe bakamıyoruz resmin! Asla dair değil, ayrıntılarla ilgili, malumatlarımız da ilgilerimiz de!
Bakınız, sözlerimiz yanlış anlaşılmasın, oralarda yaşananlar şöyle böyle demiyoruz; bir insanlık sorunu, bir müslümanlık davası oralarda el’an yaşanmaktadır, en vahim boyutlarıyla… İç acıtacak, hepimizi ilzam edecek boyutlarıyla! Dediğimiz, meseleye böyle bakılıp yaklaşıldıkça –daha doğrusu, doğru yerden bakmayınca- ne bir çözüm olacak, ne de orada yaşayan müslüman kardeşlerimiz bir rahata kavuşacak! Ne emperyal yamyamlar, vampirler kana doyup, kaosa ‘dur’ diyecekler! Ne de şımarık oğlan Yahudi azgın azınlık da meseleyi ‘dine dair’ görüp, yalana, talana devamı bırakacaktır!
Biz, ‘bize dair’ olanı hakkıyla, gerektiği gibi ve olması gerektiği kadar yaparsak en azından ‘vicdanen’ rahatlar, ‘dinen’ mes’uliyetten kurtulabiliriz! Bu da elbette imkânlarımız ve vüs’atimiz/gücümüzün yettikleri ile doğru orantılıdır. Gücümüzün nelere yettiğini de biz ne dersek diyelim, ister azaltalım ister artıralım fark etmez, en iyi bizleri yaratan Rabbimiz bilmektedir. Topu taca atmakla, dar alanda paslaşmalarla ancak kendimizi kandırabiliriz! Hani ‘sömürüye müsait olma’ hali ve ellerimizle yaptıklarımız yüzünden başımıza gelenler olgusu var ya, o kabilden! Atasoy Müftüoğlu ağabeyin dediği gibi; ‘doğru soruları soramadığımız için’, yanlış soruların bulunamayacak doğru cevaplarıyla oyalanıyor ve en çok da ‘çeldiricilere’ takılıp kalıyoruz! Ya da doğrular, yanlış sıralamayla kurgulanarak sıralanınca yalanın başka bir çeşidi devreye girmiş oluyor!
Öneri şu: AK Partinin ve MHP’nin hemen tamamının, yakın/civar camiaların üç beş puanlık bonuslarının hepsinin, CHP’nin en az yarısına yakınının, hatta daha fazlasının kamuoyu desteğini alabilecek, ortak bir ankete/referanduma da konu kılınabilecek tarzda, katılımcıların açık görüş ve fikir beyanlarını, sonuçların bedellerini üstleneceklerini deklare edecekleri bir biçimde üstelik ciddi yaptırımlar, yol haritası, ilişkilerin tüm biçimlerinin askıya alınacağı, uluslararası vicdanı körelmemiş çevrelerin de öneri ve destekleri ile kalıcı boyutta bir kararlılık… ‘Ya herru, ya merru’ yani! Ekonomik, siyasi, askeri tüm alanlarda bir irtibatsızlık! Bu zor bir süreç, ama imkânsız değil; biraz zaman alır, yeter ki samimi ve şeffaf davranılsın! Hemen tüm dini aidiyet çevrelerinin insanlığa örnek bir yaşama modeli sunabilecekleri ‘en mümkün’ ihtimal maalesef ayak oyunlarına kurban ediliyor!
Hani bir zamanlar ‘Her Müslüman tükürse İsrail’i sel alır, boğulurlar!’ deniyordu ya; ne tükrük kaldı ağızlarda, ne yutkunma takati ne de tükürme fikri! Takdir edersiniz ki bu öyle birkaç kişinin, hatta kesimin öyle deterjan, kola protestosu ile olacak iş değildir! Şimdilerde bir azgın müstekbirin, yeryüzü teröristinin Kudus’ü İsrail’in başkenti ilan etmesi benzeri ona da haddini bildirecek şekilde devlet(ler) bazında ilişkileri gözden geçirmek, aynı resti, çekebilmektir. Suudi müftünün bakmayın İsrail, Hamas’la ilgili fetvasına; bu şu an ki batılı ülkelerin de katılımıyla onların da foyasını ortaya serecek faklı bir konsensüse kapı aralanabilir. Gerçi bundan hayır da gelmez diyebilirsiniz. Eyvallah! Buna gerek kalmadan zaten mevcut İslami hassasiyetleri -her türlü zaafa rağmen- ‘ümmet’ paydasında vurgulayabilmek, bir ortak kanala sevk edebilmek gerekmektedir.
Diyelim ki uluslararası boyutta bir konsensüs oluşturulamadı, yerli bileşenler katılımcı olmadı; bu kendini meseleye her açıdan ilintili, ait gören AK Parti taban ve seçmeninin, idareci, vekil ve hayli zamandır hükümet eden yetkililerinden talep etmeleri gereken bir ‘boyun borcu’ mesabesinde bir haktır, öyle olmalıdır! Taban ve araftaki/etraftaki yakın halkalar, tabiri caizse İsrail’e (siyonist azgın azınlığı, işveren ve işbirlikçilerini kastederek ) ve onu ileri karakol gibi kullanan üst akıllara sövüp sayacaklarına, bu talebi ısrarla ve öncelikli olarak gerektiği her zaman kendilerinden destek talep edenlerden istemeli değil midirler?! 15 Temmuz’da halk beklentinin ve sanılanın aksine üzerine düşeni fazlasıyla nasıl yaptıysa, bu talebin tutarlı ve oldukça haklı bir niteliği var/olacak demektir. Her ilde belli zaman ve zeminlerde yapılan gelip geçici, sayısı/katılımcısı ne kadar olursa olsun protestoların, enerji boşaltmak ve gönül rahatlatmak dışında, mel’unların ekmeğine yağ sürdüğü de düşünüldüğünde sadra şifa olmadığı aşikârdır.
Gerçi diyeceksiniz ki ‘Mavi Marmara’ meselesi hükümet ile İHH arasında dahi bir nizaa durumuna gelebildiyse, o konuda dahi canilere gerekli bedel ödettirilememişse, Mısır darbesi, Filistinli yöneticilerin sağa sola sapan tavırları, Arap ülkelerinin sahte yüzleri, Şii- Sünni endeksli kamplaşmalar meseleyi girift ve handiyse çözümsüzlük sarmalına itmişken bu söylenenler çok olsa denildiği gibi ‘çala kelam’, beyin jimnastiği kabilinden kalmaya mahkûmdur!
Olsun; en azından doğru bir yol takip edilmiş, süreç doğru işletilmiş olur. Bu talep bir turnusol görevi de üstlenmiş olur aynı zamanda. Yıllardır verilen sorgusuz sualsiz desteğin, karşılığı alındığında, yine dolaylı olarak bu talebe cevap verme makamında olanların ellerini güçlendirecek bir jest kabilinden, küçük bir karşılık olarak… İlk müracaat yeri AK Partinin tüm il ve ilçe teşkilatları ve en nihayet topyekûn olarak genel merkezi olmalıdır. Cumhurbaşkanlığı olmalıdır. Değil midir ki mesele ‘namus meselesi’ olarak addedilmektedir. Keza bizim coğrafyalarımızın –pek ümitvar olunamasa da- Filistin davasını dava edinen tüm müslümanları da aynı talebi, eşzamanlı olarak ve tekraren, üst perdeden kendi yöneticilerinden talep etmelidirler. Neticede akla kara, samimi ile suistimalci, dava eri ile sineği, halis niyetlisi ile çıkarcısı, emini ile münafığı kısmen de olsa açığa çıksın!
‘Bu iş gerçek anlamıyla da mecazen de ‘duygusal’! ‘Gönlümüz senden yana, kılıçlarımız Yezid’den..!’ diyenlerin bu çağda bir tekrarını yaşıyoruz maalesef!
Tamam, uluslar/devletlerarası ilişkiler uzun solukludur, strateji ister, karşılıklı çıkar ve antlaşmalara dayanır, planlamaları, işleyiş kuralları vardır, hamasetle olmaz da; bu talep hamaset midir, buna bir karar vermek, tespit etmek lazım! Sorun halka; açığa çıksın her şey! Kimse kimseden, olay ve olgulardan geçinmesin!
Buyurun…
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *