Bugün Müslümanlar; zamanla güce boyun eğen kendi arkadaşlarının nasıl da yanlarından ayrılarak düşmanlarının dostları haline dönüştüklerini de tecrübe ediyorlar.
Güçlü; dolayısı ile güçlü insan tanımı süreç içerisinde anlam değişimlerine uğrayan bir tanımdır. Bu tanım ile ilgili zamanlar boyunca faklı anlamlar öne sürülmüştür.
Toplumun yüklediği anlamda oldukça yalın bir tanımlamadır. Genelin ifadesi olarak; sakin/ sessiz, kendi halinde, başkalarını incitmekten çekinen insanlar zayıf görülmüş, vurup kıran, iri yapılı insanlar da güçlü olarak tanımlanmıştır. Ayrıca para gücüyle istediğini yapabilen varlıklı insanlara da hep güçlü insan denmiştir. Hatta fakir kesimin zenginlerin yaşadığı hayat hep ilgilerini çekmiştir. Onlar gibi güçlü! olmak istemişlerdir.
Oysa günümüz psikolojisi bu konuda farklı bir görüş ileri sürmüştür. Artık hırçın, kırıcı, çabuk sinirlenen ve herkesle kavga halindeki insanlar güçlü kabul edilmemektedir. Bu tür insanlar da ellerindeki güç faktörlerini kaybetme telaşı içindedirler. Onların da korkuları, güvensizlikleri ve endişeleri vardır.
Korku ve endişe içinde olan kişi güçlü olabilir mi?
Güçlü insan, hiçbir şeyin eksikliğini duymayan, kendisine güvenen yalnız Allah’tan korkan ve gelecekten korkmayan kişidir. Onun dışındaki gelişmeler ne olursa olsun, Allah’a güvenerek gelişmelerden etkilenmeyen kişidir. O yüzden başkalarını yıkıma uğratan olaylar onun moralini bile bozmaz. En büyük sorunlar karşısında bile bir çıkış yolu olabileceği bilincindedir. Bağımlılıklarından kurtulmuş ve gerçek anlamda özgürlüğe kavuşmuştur. Başkalarının hırsına başkalarının hayat şekline başkalarının zenginlik diye tanımladıkları yaşantılarına asla özenmez. O’nu hiç bir şey satın alabilecek durumda değildir.
Bir de gücün hükmetme, kontrol etme, ezme, aşağı görme, hiyerarşi, inanç sistemlerinin manipüle edilmesi, sınıflandırma, kıyaslama, yok etme gibi yıkıcı kavramlar üzerinden anlam kazanması var ki bu durum dünyamızı ve bizleri sona doğru götürmektedir. Şu an bütün bir İslam coğrafyası Batılı güçlü! Emperyalistlerin savaş arenasına dönüşmüş durumda. Ve Müslümanlar kendi topraklarında bunun farkında olmasallarda buna mecbur bırakıl salarda kendi kendilerini öldürüyorlar. Ölümleri ve kanları üzerinden batının silah endüstrisini ve ekonomisini güçlendiriyorlar.
Bugün Müslümanlar; zamanla güce boyun eğen kendi arkadaşlarının nasıl da yanlarından ayrılarak düşmanlarının dostları haline dönüştüklerini de tecrübe ediyorlar.
Kendilerini nasıl isimlendirirlerse isimlendirsinler ilkelerinden taviz vererek güçlüden yana olanlar korkak ve kaypak olurlar, güç merkezi değiştikçe onlarda tekrar tekrar dönerler.
Günümüzde fakirler için ise her şey çok kötü durumda. Duygularına hitap edilerek oyalanıyorlar fakat bunun da farkında değiller. Esas ücret dağılımından kendilerine pay ayrılmıyor. Onları koruyacak, savunacak, yanında tutacak Nuh Peygamber gibi bir savunucuları da yok. Üstelik bugünün Müslüman liderleri kendisine omuz vereceklerin Müslümanlıkları ile de ilgili değiller. Sadece sayısal çokluklar belirleyici oluyor. Allah katında üstünlük olarak geçerli olan takvanız bu alanda işe yaramıyor.
Hz Nuh bugünün mazlumlarının savunacağı samimiyete ve cesarete sahip bir lider. Hz Muhammed(s) mazlumların savunacağı hayatını örnek alacağı samimiyete ve cesarete sahip bir lider. Hz İbrahim, Hz Musa yine aynı şekilde örnek alınacak liderler. Ve daha birçokları da öyle. Allah’ın kendilerine nimet verdikleri bu elçilerin hayatlarının, yaşadıkları dönemdeki mevcut cahili otoritelere karşı net duruşlarının, tavır ve davranışlarının örnek alınması gerekirken, saçı sakalı, giyim tarzı, oturuşu kalkışı, mucizeleri daha fazla gündemde tutulup, örneklendirilip yaşanmaya çalışılmaktadır. İslam bu hali ile hayatın içine/merkezine bir türlü sokulmuyor. Bugünkü Müslümanlar! Ekonomileri ile dinlerini siyasetleri ile dinlerini devlet yönetimi ile dinlerini birbirinden ayrı tutuyorlar. O yüzden İslam adına zenginlerin kazandıkları paradan fakirlere hak talep edilemiyor. İşçilerin emeklerinden artı değer olarak elde edilen karların adilce paylaşımından söz edilemiyor. Zengin kesim hep farklı bir biçimde karlı bir hayatı yaşıyor.
İşin ilginç tarafı mazlumu savunmaya mazlumların kendisi bile izin vermiyor. Modern sihirbazlıklar ile öylesine büyülenmişler ki sömürülüyor olduklarını akdedemiyorlar. Mazlumdan yana olmakta karşı tarafta iyi bir etki bırakmıyor. Hatta Mazlûmdan, mağdurdan yana olmak saflığın ötesinde bir nevî ahmaklık olarak algılanabiliyor. Düşenden, daralandan, darda kalandan taraf olmak bir nevî saflık olarak görülmeye başlanmış. Sanki zayıfın yanında olmak, düşenin elinden tutmak, işini bilmemek olarak ifade ediliyor artık. Güçsüz bırakılmış fakirliğe mahkûm edilmiş insanlar kendilerine yardımcı olunmasından bile rahatsızlar, zaten süreli başkaları tarafında çokta değer verilmeyen hayatlarından endişe ediyorlar. Hayatları üzerindeki tasarrufun sadece Allah’a ait olduğu bilincinden yoksunlar. Hal buki bu davranışlar bizlere Allah elçilerinin, yani Peygamberlerin öğrettiği erdemli davranışlardır. Dar günde de, rahat zamanda da haklının yanında olmak, onu savunmak, geleceğimizi düşünmemek, akılsızca davranmak anlamına gelmiyor. Fakir ve güçten mahrum bırakılmış olabiliriz ama elinde hiçbir şeyi olmasa da hak olanların yanında olmak ölümden sonrası ve ilerisi için daha karlı bir alışveriştir. Çünkü bu bizim temel inancımızdır. Öyle ki bizlerin asıl mekânı burası değil ve Allah’ı razı etmek gibi bir görevimiz var.
Örneğimizde O’nun elçileridir.
Bir gün Mekke müşrikleri Peygamberimiz (sav)’e geliyorlar “Ya Muhammed (sav) tamam biz sana iman edeceğiz fakat senden bir isteğimiz var. Şu Mekke’nin fakirleri, zayıfları onlarla oturduğumuz zaman onlar arkada seni dinleseler. Biz de seni ön tarafta, hemen karşında dinlesek” diye bir teklif getiriyorlar.
Allah Resulü bir an duraksıyor, düşünüyor. Acaba onu kabul etsem sohbetlerle beraber kalpleri birbirine ısınır ondan sonra bu farklı düşünmeyi onlardan kaldırabilirmiyim diye düşünüyorken, bir anda Allah ayeti gönderiyor “Ey Muhammed eğer biz senin kalbini sabit tutmasaydık az kaldı onların söylemiş olduğu teklife meyil edecektin. Eğer onların söylemiş olduğu teklifi kabul etseydin o zaman sana hayatın ve ölümün bütün sıkıntılarını tattırırdık” diyen Rabbimiz buna müsaade etmiyor. Kur’an bu tarz davranışları emr eden örnekler ile doludur. O yüzden Bizler de bütün yaşantımızda haktan yana, yani Rabbimizin razı olmuş olduğu ölçüler yönünde kararlarımızı almalıyız.
Ellerinden gücü alınmış olan fakir, mazlum insanların örnek alacağı hakiki liderlerde; Allah ile olan bağını koparmamış, O’nun sözünden her ne şart olursa olsun ayrılmayan Salih insanlar olmalıdır.
Bakın yine Ta-ha suresinde korkunç bir tartışma yaşanıyor. Çağın Firavunu’nun tehdit dolu sözlerine şahit oluyoruz. Kendisine danışılmadan Musa’nın Rabbine iman eden sihirbazların topunu asmakla tehdit ediyor.
(Firavun) Dedi ki: “Ben size izin vermeden önce O’na iman ettiniz öyle mi? (Taha–71)
Sihirbazlar Musa’nın Rabbine iman etmişler. Artık Rabb (hüküm koyucu) olarak Hz. Musa’nın Rabbine tabi olacaklarını ilan ediyorlar. Tabii bu çok basit bir tercih değil. Ve arkasından Firavun’un tehdit dolu sözleri geliyor;
”Andolsun sizin ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama keseceğim, topunuzu asacağım.” (Taha–71)
Bu ölüm tehdidi sihirbazlarda pek de korkuya sebebiyet vermemiş gibi görünüyor.
“Çünkü onlar, öteki dünyanın varlığından bütün kalpleriyle emindirler.’’ (Bakara–4)
Burada takva kavramının ahiretle ilişkisi çok güzel bir örnekle ortaya konulmuş. Sihirbazlar öteki dünyanın varlığına tam bir teslimiyetle inandıkları için Firavun’un tehditleri sihirbazlar üzerinde pek bir etki göstermiyor. Onlar daha çok öteki dünyadaki sonları ile ilgili bir endişe taşıyorlar. Yani Allah’tan asıl Rablerine inananların ilki oldukları için kendilerini affetmesini diliyorlar. O an iman ettikleri Rablerini en büyük güç olarak görüyorlar. Firavun’un kendileri üzerindeki gücü etkisi artık bu yeni inançları ile kaybolmuştur. Bu noktada Firavun’a da bir çift sözleri var, diyorlar ki;
“Sen, yalnızca bu dünya hayatında hükmünü yürütebilirsin. Gerçekten biz Rabbimize iman ettik; günahlarımızı ve sihir dolayısıyla bizi kendisine karşı zorlayarak-sürüklediğin (suçumuzu) bağışlasın. Allah, daha hayırlıdır ve daha süreklidir.” (Taha–72–73)
Firavun’a hükmünün dünya hayatı için geçerli olduğunu söylüyorlar ve kendilerine yöneltilen tehditlerden korkmayarak yapmaları gereken davranışı da sergiliyorlar. Rablerinin karşısında sorguya çekilecekleri güne hazırlık yapıyorlar, zira o günün varlığına ölümü göze alma pahasına kalpten inanmışlar. Yaşanılan dönem itibari ile bu takva sahibi müminler Peygamberleri olan Hz. Musa’ya böyle bağlılık göstermişler ve onun Rabbine iman etmişler. Hz. Musa’nın iman ettiği Allah’ı yegâne Rabb (Hüküm koyucu) olarak kabul etmişlerdir. Peki, biz Müslümanlar karşılaştığımız bu ve benzeri olaylar karşısında Hz. Muhammed (S)’e aynı bağlılığı gösterebiliyor muyuz? Onun inandığı Allah’ı yegâne Rabb (Hüküm koyucu ) olarak kabul ediyor muyuz? Kabul ettiğimize dair birtakım işaretler hayatımızda müşahede edilebiliyor mu? Bu soruları kendilerini gayet iyi tanıyan kardeşlerimiz cevaplasınlar. Ama genel itibari ile şu anda bizlerin yaptığı şey, Mekke’deki Hanifler gibi sadece törensel bir din algılayışını hayata yansıtmamızdır. Öyle ki, tüm dünyadaki cahili mevcut otoritelere /sistemlere / yönetimlere karşı gelen bir din/eleştiri anlayışına sahip değiliz. Şu bir gerçek ki, mevcut beşeri sistemler için kendi kendimize yerine getirdiğimiz gündelik ibadetler herhangi bir sakınca oluşturmuyor. Aynı şekilde Mekke’deki Hanifler için de müşriklerin putlarına tapmamalarına rağmen onlar içinde böyle bir sakınca söz konusu değildi. Çünkü mevcut işleyişe karşı herhangi bir itirazları yoktu. Eğer Rabbimiz Haniflerin bu davranışını onaylamış olsaydı Hz. Peygamber’i (S) bu topluluğa uyarıcı olarak göndermezdi. Fakat Rabbimiz böyle bir din anlayışını kabul etmemiştir. Ve bizler için yaşam içerisinde tehlike oluşturmayan bu yüzdelikli din anlayışını da Rabbimiz kabul etmeyecektir. Peki, bu korkularımız, dünyaya bağlılığımız bizleri nasıl bir İslami anlayışın savunucuları konumuna dönüştürdü?
Hiç düşündük mü?
Bir takım çabalar gösteriyoruz ama bu çabalarımız kendi kimliğimizi yansıtan çabalar olmaktan epeyce uzak. Ötekilerin rahatsızlıkları karşısında yanlış anlaşıldığımızı düşünerek sürekli açıklamalarda bulunuyoruz. Üstelik onların doğru anladıkları konularda bile “siz bizi yanlış anladınız” gibi çok yakışıksız sözler sarf ediyoruz.
Hal bu ki Allah’ın elçisi Hz. Şuayb hiç te bizlerde ki gibi bir dili kullanmıyor. Bakın Şuayb Peygamber nasıl cevaplar veriyor:
“Soydaşları dedi ki; “Ey Şuayb, atalarımızın taptıkları ilahlara tapmayı bırakmamızı ve mallarımız konusunda dilediğimiz tasarrufları yapmaktan kaçınmamızı emreden, empoze eden faktör, şu kıldığın namaz mıdır? Aslında sen yumuşak huylu, uslu ve aklı başında bir adamsın. ” (Hud-97)
Ayette geçtiği üzere aslında müşrikler Hz. Şuayb’ı çok doğru algılamışlar. Bu durumda da herhangi bir gariplik görünmüyor. Fakat yukarıdaki ayette müşriklerin sorduğu soruya Hz. Şuayb’ın verdiği cevap bizim verdiğimiz cevaplarla büyük farklılık arz etmektedir. Üstelik verdiğimiz cevaplardan öyle anlaşılıyor ki, kıldığımız namazın ötekileri rahatsız eden bir yanı da yok. Acaba böyle bir soru sorulmuş olsa nasıl bir cevap verirdik? Ayrıca bu yaptığımız şeyler batıl sistemler tarafından birer tehdit olarak görülmüş ise ’’ Siz beni yanlış anlamışsınız’’, ‘’aslında ben öyle demek istememiştim” mi derdik? İyi de insanlar; hep yanlış anlaşıldığımızı söylediğimiz, İslam’ın net-açık mesajını ortaya koyamadığımız bir ortamda İslam’la nasıl tanışacaklar? “Hz. Şuayb Peygamber de namazın anlamını, işlevini doğru algılayan düşmanlarına, “yok canım, siz beni yanlış anlıyorsunuz’’ mu demeliydi ?’’ (M.A. Durmuş) Rabbimiz açık bir şekilde Hz. Şuayb’ın diliyle bizlere müşriklerden ayrışmamız gerektiğini, onlarla aynı şekilde düşünemeyeceğimizi ve ibadetlerimizin onları rahatsız eden bir yanının olması gerektiğini bildiriyor. Yani bizzat kendi söz ve eylemlerimiz doğrultusunda müşriklerin bizleri yanlış (!) anlamalarını istiyor. Bizim ismimiz (müslüman), ibadetlerimiz onları rahatsız etmeli ve biz bu sebeple inancımızı gizlememeliyiz. Zaten Hz. Şuayb da öyle yapıyor. “Evet, benim kıldığım bu namaz sizin mazlumları ezen düşüncelerinize karşı durmamı emrediyor” diyor.
Kur’an’da bahsi geçen Hz. Nuh’un toplumuyla ilgili serzenişine şahit oluyoruz.
Diyor ki ;
[Ve bir zaman sonra, Nûh] “Ey Rabbim!” dedi, “Ben halkıma gece gündüz çağrıda bulunuyorum. Fakat bu çağrım onları yalnızca [Senden] daha da uzaklaştırdı.” (Nuh 5-6)
Hz. Nuh’un mesajı ilettiği toplumun önderlerinin statü sahibi, büyüklenen, zengin bir sınıf olduğu anlaşılıyor. Hz. Nuh’un ilettiği mesajın kendilerinin statüleri için bir tehdit oluşturacağını anlamış olsalar gerek ki, Allah’a kul olmaya davet edildiklerinde bu sözleri işitmemek için parmaklarıyla kulaklarını tıkıyorlar.
“Ve doğrusu, onlara bağışlayıcılığını göstereceğin ümidiyle ne zaman çağrıda bulunduysam parmaklarını kulaklarına tıkadılar” (Nuh 7)
Bu sözleri dikkate almıyorlar. Rahatsızlık duyuyorlar ve bunu belli de ediyorlar.
Diyorlar ki:
“Kavminden hakkı kabule yanaşmayanların ileri gelenleri: ‘Biz senin kişiliğinde bizim gibi ölümlü bir insandan başka bir şey görmüyoruz’ dediler, ‘Üstelik, hemen ilk bakışta, içimizde, aşağı tabakadan birtakım (dar görüşlü) insanların dışında kimsenin seni izlediğini de görmüyoruz; dolayısıyla, bize karşı bir üstünlüğünüz olduğu görüşünde değiliz; tersine, yalancı kimseler olduğunuzu sanıyoruz!” (Hud 27)
İlk itirazların Nuh’un mesajına kulak veren yol arkadaşlarına oluyor. Fakirler, toplumda herhangi bir statüleri yok. Tabii ki bu iki kesim arasında hak-batıl mücadelesinin olması da kaçınılmaz. Bu zümre istiyor ki zenginliklerine dokunulmasın, fakirler üzerindeki otoriteleri devam etsin. Bu yığınlar kendilerinin belirledikleri gündemi yaşasınlar, kaygı ve korku arasında bocalasınlar… Böylelikle onların alın terleri üzerinden rahat yaşamlarının ve sömürülerinin devamını arzulamaktadırlar.
Nuh’un uyarıcılığıyla karşılaşana kadar bu fakir zümre oluşan bulanık havada doğruyu görememekteydi. Buradaki sahne aslında çok hafife alınacak bir vakıa değil, çoğu zaman hayatımızda karşılaştığımız ve tercihlerimizde hataya düştüğümüz şeyler.
Toplumlarımızdaki otorite ve güç sahibi, zengin zümreye karşı dik duramamamızı, oluşturdukları gündemlere neden yenik düştüğümüzü sorgulamalıyız. Karşımızda çok güçlü bir kamuoyu var ve biz bunlara ancak sınırlı araçlarımızla karşı durmak zorunda kalıyoruz. Ve şu günlerde bizlerle bazı zamanlar aynı dili kullanan kavramlarımızı ters yüz eden eğitimli bir toplulukla karşı karşıyayız. Üstelik güçlerimizi birleştirecek birlikteliklerde karar veremiyoruz. Onların oluşturduğu gündemlerde kimlik mücadelesi vermek durumunda kalıyoruz. O yüzden uyarıcılarımızın mesajlarını duyduğumuzda parmaklarımızla kulaklarımızı tıkıyoruz.
Aşağı tabakadan, fakir, hiçbir şeye sahip olmayan kimselerin bulunduğu bu meclisin doğruluğunu da sorgulayabiliriz, tercih bizim, ama yine de Hz. Nuh’un tercihine kulak verelim:
“Ey kavmim; üstelik bu mesaj[ı size ulaştırdığım] için sizden bir çıkar da ummuyorum; benim (çabalarımın) karşılığı ancak Allah katındadır. Ayrıca, ben imana erişenleri[n hiç birini] yanımdan kovmayacağım. Çünkü onlar Rablerine kavuşacaklar[ını biliyorlar]; ama size gelince, sizin [doğrudan-eğriden habersiz, yol yordam] bilmez bir topluluk olduğunuzu görüyorum! Hem, ey kavmim, eğer onları yanımdan kovarsam söyleyin, Allah’a karşı kim korur, kim savunur beni? Bunu hiç aklınıza getirmiyor musunuz?” (Hud 29-30)
Sanıyorum iman iddiasında olan bizler için çok güzel bir cevap. “Çünkü onlar Rablerine kavuşacaklarını biliyorlar.”
Eğer onları yanımdan kovarsam söyleyin, Allah’a karşı kim korur, kim savunur beni? İman etmenin, Allah’ı dikkate almanın çok güzel bir tanımı da yapılmış. Onca güce, kuvvete, otorite ve statüye sahip bir topluluk karşısında elimizde hiçbir şeyimiz olmasa da onlara karşı durmak, Allah’a döneceğimiz bilincini kuşanmak, asıl gücün O’nun elinde olduğunu bilmek ve yalnız Allah’tan korkmak…
Bunlar gerçek takva sahiplerinin batıl karşısında vermiş oldukları mücadeleyi ortaya koyan güzel örneklerdir. Dışarıda bir kavga var ve iman iddiasındaki bizlerin mutlaka bu kavgada taraf olmamız gerekiyor. Çünkü “Hak ile batılın çarpıştığı savaş alanında olmadıktan sonra; çağının şahidi, toplumunun şehidi olmadıktan sonra nerede olursan ol! İster namaza dur, ister içki sofrasına otur; ne fark eder!” (Ali Şeriati)
Yani tüm bu örneklerde asla güç ya da çokluk belirleyici olmamıştır. Belirleyici olan şey hak ve adalet ölçüsüdür. Fakat bu adalet ile hükmetme meselesi her kimden gelirse gelsin değildir. İslam’ın ön gördüğü meşru sınırlar içerisinde kalan hak ve adalet ölçüsüdür. Ve bunu da içimizden çıkacak olan Müslüman idarecilerimiz yapacaktır. Kur’an’ı referans almayan hiçbir düşünce adalet üretemez, adil davranamaz bunu çok iyi anlamak zorundayız. Bu konuda da din adına aldatıcılarımıza da dikkat etmeliyiz.
Allah’ın elçileri bağlılarını hiçbir dönemde aldatmadı. Batıl sistemlerin savunuculuğunu hiçbir zaman yapmadılar. Hz Muhammed, Hz Nuh, Hz Musa ve O’nun Rabbine iman eden sihirbazlar örneklerini yukarıda verdiğimiz üzere güce boyun eğmediler. Zalim, güçlü otoritelerin ve yöneticilerinin kendilerini sömürmelerine izin vermediler. Allah’ın sözünün dışına çıkmadılar yaşam ile ölüm arasında hep ölümü tercih ettiler.
Umarım namazlarımızda sürekli okuduğumuz Fatiha suresinde; “nimet verilenlerin yani Peygamberlerin yoluna ilet” diye dua ettiğimizin farkındayızdır.
Şunu hiçbir zaman aklımızda çıkarmayalım ki, her ne yapacak olursak olalım bunu bu dünyada iken, iş işten geçmeden yapmalıyız. Eğer bir günah bataklığında isek şu an hala sağ olmamız tüm bu çirkin hayatımızı değiştirmek için kaçırılmaması gereken bir fırsattır. Güçlülerden değil haklılardan yana duruş sergileyelim. Gerçek manada iman ve takva sahipleri olalım. Güç algımızı Allah’tan yana kullanarak korkularımızı yenelim. Bizi bu dünyaya bağımlı hale getiren ayartıcılara karşı direnç gösterelim. Peygamberlerimizin yolunu takip edelim.
Unutmayalım ki ; “Kim bu dünyada (hakikate karşı) kör ise; o ahirette de kördür. Yol bulmadaki şaşkınlığı daha da beterdir.” (isra:72)
Bizden hatırlatması;
Hud 113.Ayet: Zulmedenlere meyletmeyin; sonra size ateş dokunur (cehennemde yanarsınız). Sizin Allah´tan başka dostlarınız yoktur. Sonra (O´ndan da) yardım göremezsiniz!
Adaletin ölçüsü zengin ya da fakir olmak değildir. Akrabalık bağlarımızda değildir. Müslümanlar adaletsizlikten adam kayırıcılıktan uzak durmalılar. Malları ve zenginlikleri üzerinde gücü elinden alınmış fakir insanların hakları olduğunu kabul etmeliler.
O yüzden ;
Ey iman edenler, kendiniz, anne-babanız ve yakınlarınız aleyhine bile olsa, Allah için şahidler olarak adaleti ayakta tutun. (Onlar) ister zengin olsun, ister fakir olsun; çünkü Allah onlara daha yakındır. Öyleyse adaletten dönüp heva (tutkuları)nıza uymayın. Eğer dilinizi eğip büker (sözü geveler) ya da yüz çevirirseniz, şüphesiz Allah, yaptıklarınızdan haberi olandır. (Nisa Suresi, 135)
İnşallah sözü geveleyenlerden, Adaletten dönenlerden, çıkarlarımız ve güç ihtirasımız için Allah’a karşı şahitliğimizden dönenlerden, zengin fakir ayırımı yapanlardan, heva ve tutkularımızı önceleyenlerden olmayız. Güç, zenginlik ve istediğimiz her şey gelip geçicidir. Ölümle birlikte son bulacaktır. Öteki dünyada her ne yaptı isek amellerimizden sorguya çekileceğiz. Bizde kalanlar iyi yaptığımız şeyler olacaktır. İnşallah haklı ve haksızı ayırıp taraf olacağımız yönü belirlerken haklı olanı tercih edecek bir düşünceyi, bilinci Allah bizlere nasip eder.
Allah hepimizin bu zor yolda yar ve yardımcısı olsun.
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *