Kimlik birey veya topluma ne olduğunu söylerken, aynı zamanda neye inanılması ve ne istenmesi gerektiğini de söylemektedir.
“Her kimlik bir tanımlamadır. Her tanım ise, aynı/benzer ve farklı şeyleri dikkate alarak inşa olunan bir anlamsal çerçeveyi temsil eder.”(1) Eğer siz herhangi bir tanım oluşturmak istiyorsanız bu sizin ne yapmaya karar verdiğinizle alakalı bir durumdur. Ve ortaya çıkacak tanımda sizin bilginiz ve ne yapmak istediğiniz ile alakalıdır. Yani neyi amaçladığınız önemlidir. O yüzden bu tanımı oluştururken, bazı gerçeklikleri ortaya çıkarırken bazen gerçek dışı şeyleri de tanımınıza ekleyebilirsiniz. Bu ise “ Her tanımın az-veya çok bir yanlı bakışı temsil ettiğinin önemli bir kanıtıdır.
Tabi ki bu tanımın bir kimliği olması lazım.” Kimlik, öznesi söz konusu referanslar açısından değerlendirilmekte ve ona bir değer kazandırıp, anlamlandırılmaktadır. Kimliğin yanlılığı da bu aşamada ortaya çıkmaktadır. Bu yanlılığın davranışlara yansıyan boyutu ise, birey veya topluma bazı davranış tarzlarını, tutumlarını dikte etmesi ile ilgilidir. Kimlik birey veya topluma ne olduğunu söylerken, aynı zamanda neye inanılması ve ne istenmesi gerektiğini de söylemektedir.”(2)
Tabi burada bir bireye ya da topluma kimlik oluşturulurken söz konusu referansların neler olduğu önemli bir konudur. Tabi şu ana kadar oluşturula gelen kimliklere dışsal müdahalelerin çok fazla olduğu görülmektedir. O yüzden belki bir ulus oluşturulurken bu yapının bireyleri doğal süreçte kendi öz kültürleri ile bir ulus devlet olamamışlardır. Ve hemen hemen birçoğunda da referanslar genellikle vahiy kaynaklı değildir. Belli bir aşamadan sonra da zaten bu yapıyı kırmak mümkün olmamıştır. Böylesi bir kimlik oluşturulduktan sonra tabi başta da söylendiği gibi oluşturulmuş olan yanlı kimlik anlayışı birey veya topluma ne olduğunu ya da ne olmadığını söylemiş ve bunun dışındaki hareketleri yok saymış ya da baskılamıştır. Böylesi toplumda ikircikli bir kimliğin hakim olması kaçınılmazdır.
Bu kimliğin ana hatlarının yansıtıldığı kimlik ise Ulusal kimliktir. Ulusal kimlik, toplumsal aynılığı oluştururken, toplumun üyelerini ortak bir geçmişin anılarına ve kültür, dil, etnik köken gibi özelliklerine ve üzerinde yaşadıkları coğrafyanın sınırlarına göre tanımlar.
Tam da burada halkı Müslüman ülkeler için sorunlar belirmektedir. İslam dini asla ve asla toplulukları coğrafya ile sınırlamamaktadır. Bu bağlamda toplumların önlerine çizilmiş, onları birbirlerinden ayıran sınırlar yoktur.
Şunu hemen belirtelim ki kimliğin belirlenmesinde öteki kavramı bir dayanak noktasıdır. Öteki olmadan kimlik oluşturulamaz. Öteki terimini Grekler kendilerini yabancılardan ayırmak için kullanmışlardır. Avrupalı Hıristiyan batılılar bu terimi Hıristiyan olmayan barbar olarak gördükleri toplumlar için kullanmışlardır. Yirminci yüzyılda ise Amerika ve batılıların bu kelimeyi cahil ve kendilerinden daha az akıllı olarak gördükleri gelişmemiş üçüncü dünya ülkeleri için kullandıklarını görüyoruz. Yani terim yine batı kaynaklıdır ve içinde öteki olarak gördükleri ülkeleri aşağılayıcı bir anlam yüklüdür. İşin tuhaf tarafı ise çoğu Müslüman olan bu üçüncü dünya ülkelerinin bu tanımlamayı kabul ediyor görünmeleridir.
Ayrıca bu bağlamdaki kimlik değişkendir. Çoğunlukla bireyin isteğiyle değişebilir. Terk edilir veya içeriğinde değişikliğe gidilebilir. Biriciklik sabit kalmakla birlikte ayrıntıda kalan değişiklikler her zaman yaşanabilir. Her iki yaklaşımda kimliğin yaratılmış ve kurulmuş karakterine vurguda bulunurlar.”(3)
Dikkat ederseniz kimliğin değişkenliği önemli bir noktadır. En azından dayanakları vahiy gibi değil. Yani değişmez değiller. Ve bu kimlik şartlara göre değişkenlik gösterebiliyor. Fakat burada tuhaf karşılanması gereken şey; İslami bir kimliğe sahip olan Müslümanlarında değişmemesi gereken kimlik ideallerini ve unsurlarını sıkıştıkları zamanlarda ya da konjektürel şartlara bağlı kalarak değiştiriyor olmalarıdır. Bu İslam dininin kabul etmediği bir değişimdir ve tüm buna rağmen bu bireyler İslam’a aidiyetlerinde bir sıkıntı olmadıklarını savuna bilmektedirler. Şunu unutmamalıyız ki İslami kimlikler kurgusal ve hayal ürünü şeyler değildir. Kaynağını hiçbir zaman değişmez olan vahiyden alırlar.
Evrenselci anlayış ulusal kimlik olarak tanımladığımız bu kavrama kendi rengini vermiştir. Ulusa ilişkin tanımlarda ortak bir kimlik duygusu taşımak önemli bir vurgudur. Aynı dili konuşmak, aynı gelenek ve göreneklere sahip olmak, ortak inançlara sahip olmak önemlidir. Fakat ortak inançlar ne olursa olsun bu kimliğin kendine has bir dikte edici yapısı vardır. O yüzden de kişi asıl ait olduğu inanç bağlamından çoğu sefer koparak kendisine tüm toplumunda dahil olarak dikte ettiği ulus kimlik değerlerini yaşamak zorunda kalır. Bu etkiden kurtulabilen çok az kişi vardır.
Bu evrenselci bakış açısıyladır ki modern düşünce denilen anlam kurgusu bireyleri kendi aklı ile kendisi hakkında karar verebilen bağımsız varlıklara dönüştürür. Kişi artık bir bene sahiptir ve dilediğini yapabileceğini düşünür. Hayali, kurgusal ulus kimlik ilkelerine riayet eder. Fakat İslam böylesi bir özgürlüğü kabul etmez. Vahyin ondan istediği öncesinden belirlenmiş kurallar vardır. Ulusal kimliğin oluşturduğu akılda ise önceden belirlenmiş kurallar yoktur. Kişi tüm bunları kendisi belirler. Bu büyük bir ayrışmadır.
Üstelik İslam bireylerin Arap ya da Kürt, Fars ya da İngiliz olması ile ilgilenmez. İslam’ın sınıflaması; Kâfir, müşrik, münafık ve mümin/Müslüman şeklindedir. Ve üstünlükte bu şekilde Allah karşısındaki tutumları ile alakalıdır.
Bu hali ile ulasa dair bir kimlik tanımı İslam’ın tanımlarına uymamaktadır.
Ayrıca ulusal kimlik İslam inancını kişiler nezdinde zayıflatmaya çalışan modernitenin toplumsal kimliklerinden birisidir. Hatta en yaygın olanıdır.
Bunu Norben Elias şöyle tanımlamıştır.
Ulusallık bir tür sevgidir. Fakat bu sevgi bildik şeylerden tamamen farklıdır. Ona göre önemli olanda burasıdır. Çünkü bu sevgide hedef diğeri, başkası değildir. Ulusal sevgi, bir kişinin, siz diye tanımladığı bir başka insan veya insan grubuna duyduğu sevgiden farklıdır. Bu bireyin biz diye tanımladığı bir guruba duyduğu sevgidir. Kendini sevmenin bir biçimidir. Dolaysıyla bireyin, kendisini bir ulus gurubundan sayması, bir ulusa bağlı hissetmesi ile elde ettiği şey kendisinin bir resmidir. Ulusa ait olduğu söylenen tercihler, değerler, anlamlar aynı zamanda kendi tercihleri, değerleri ve anlamlarıdır.
Görüldüğü üzere ulusa ait olduğu söylenen tercihler ve bu tercihlerin bağlılarının duyguları çok bencil duygulardır. İçerisinde çıkarcılığı ve benini barındıran sanal bir kurgudan ibarettir. İslam bu açıdan bağlılarını hep kendisi dışındaki bireyleri öncelemelerini tavsiye eder. İslam’da sevgiler sahte değildir. Kendini düşünen, önceleyen bir sevgi kötü sayılmıştır.
Burada şunu görmekteyiz ki ulusal kimlik her zaman belirsiz bir kimlik niteliğindedir. Anderson’a göre Ulusal kimliğin nesnesini oluşturan ulus ise “ hayali bir cemaattir.” Ulus bu bağlamda bir cemaat türüdür. Günümüzde iş İslam ile ilgili bir cemaat olunca kaygılar artmakta şüpheci bir bakış açısı oluşmaktadır. Fakat bu bakış ulus kimliğinin bu topluma dikte ettiği kendi düşünsel yapısından kaynaklanmaktadır. Ulusun kedisi zaten koskoca bir cemaattir. Ve bu cemaat hayali bir cemaattir.
Ulusçuluk İslam’a ait bir düşünce sistemi değildir. Bir Müslüman’ın da ulusal bir kimliği savunabiliyor olması düşünülemez.
“ Sure 3, ayet 104’e göre her Müslüman’ın doğruyu buyurma yanlışı yasaklama görevi yükleniyor olması, Batı düşüncesinin değerler sistemine taban tabana zıttır. İslam insana var oluşunun hakkını nasıl vereceğini kurallaştırarak belirtir, yani nasıl davranacağını en ince ayrıntısına kadar önceden belirler. Buna karşılık Batılı yaşam biçimi bireye kendi hayatını oluşturtup sürdürme hakkı tanır. Bu yüzden Seyyid Kutup hayat çizgisini özgürce seçmeyi öngören Batı’ya özgü bu bireyci yaklaşıma karşı derin bir nefret duymuştur. Çünkü ayıp ve günah her türlü yüce müdahaleden uzak tutulacak “kişisel bir mesele” olarak görülmemelidir.”(4)
Bu bağlamda belki bizler ait olduğumuz kimliğimiz ile ulus kimlik üzerinden karşılaştırmalı bir mukayese yapabiliriz. Batılıların galip oldukları bir dönemde neden aynı milletleri birçok devletlere böldükleri düşünülmesi gerekli bir şeydir. Örneğin aynı dili konuşan Araplar’ın neden 17 devlete bölündüğünü anlamamız gerekmektedir. Ki günümüzde Avrupa birliği çatısı altında farklı dilleri konuşsalarda bir araya gelmeye çalışmalarına bir anlam yüklemek gerekiyor. Ulusalcılığın bu şekilde etkilerinin azaldığı bir dönemde batılıların ötekiler diye tanımladığı ve birçoğunun halklarının Müslüman olduğu ülkelere ulusçuluğu neden dayattıkları da düşünülmesi gereken bir şeydir. Ulusal bir kimlik oluşturulurken bu ulus kimliğin kurgusunun hayali olduğunu, kurgusal olduğunu unutmamak gerekir. Gerçekte orda oluşturulan ulusçuluğa ait birçok şey sembol kurgulardır. Ayrıca oluşturulmaya çalışılan tarihin büyük bir bölümü istedikleri ulus yapısına uygun seçilmiş kurgulanmış hayali bir tarihten ibarettir. Hiçbir zamanda Allah’ın boyasının rengini taşımamaktadır. Allah bizleri hiçbir zaman ulusal kimliğimizle değerlendirmeyecek. Değerli olan şey takvamızdır. Kavimler olarak yaratılmamız da tanışmamız içindir. Bizler köklerini İslam’dan yani vahiyden alan İslami bir kimlik oluşturmak endişesini taşımalıyız. Bunu yaparken de Batılılar’ın oluştura geldiği bu tür beşeri kimliklerden uzak durmalı. Böylesi dayatmalara karşı direnebilmeliyiz. En azından bu tür şeylerin altında yatan asıl etmenleri algılayacak görebilecek hikmetli bir duruşa sahip olmak için okumalarımızı derinleştirmeliyiz.
Dipnotlar
1 (Ulusal kimlik, Türk Ulusçuluğunun Doğuşu, Celaleddin VATANDAŞ, Sayfa 7)
2 (Ulusal kimlik, Türk Ulusçuluğunun Doğuşu, Celaleddin VATANDAŞ, Sayfa 8)
3 (Ulusal kimlik, Türk Ulusçuluğunun Doğuşu, Celaleddin VATANDAŞ, Sayfa 18)
4 (Mühürlenmiş Zaman, İslam Dünyasındaki Durgunluk Üzerine, Dan DİNER, Sayfa 171)
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *