“Allah kâfirlere müminler üzerinde asla velayet hakkı tanımamıştır.” (Nisa, 141) Şimdi Müslümanlar bu hüküm gereği günümüz siyasi anlayışını asla kabullenemezler. Bu inançları ile çelişecektir. O zamanda yorumlar başlayacak. Ödünç kavram diye bir şey üretilecek.
“Laik; Yunanca Laikos, yani halktan olan, din adamı olmayan, Latince Laicus’tan Fransızca Laic veya Laiiue kelimelerinin Türkçe telaffuz şeklidir. Eski çağlardan beri din adamı olmayan, ruhanî bir sıfatı ve dinsel bir işlevi bulunmayan kişi, kurum ve nesneleri, kısacası, dinin dışında kalan alanı belirtmek için kullanılmış.
Fakat İslam bu alanı birbirinden ayırmıyor. Hele ki Müslüman olmayanların yönetici olmalarına izin vermiyor. Hatta İslam siyaset tarihinde hiçbir fakih kâfirin yöneticiliğini tartışmamıştır da. Çünkü Kur’an’la sabittir ki kâfirlerin müminler üzerinde velayet hakkı yoktur. “Allah kâfirlere müminler üzerinde asla velayet hakkı tanımamıştır.”(Nisa,141)
Şimdi Müslümanlar bu hüküm gereği günümüz siyasi anlayışını asla kabullenemezler. Bu inançları ile çelişecektir. O zamanda yorumlar başlayacak. Ödünç kavram diye bir şey üretilecek. Ödünç kimlikler oluşacak. Şimdilik kullanalım daha sonra aslına döner kavramlarını, onların kimliğini geri iade eder kendi kavramlarımızı kullanırız. Böyle bir anlayış Peygamber(a.s.v.) örnekliğinde bulunmamaktadır. Bizler Allah’ın varlığına, O’nun yardımına inanıyoruz. Öteki dünyada yeni bir yaşam var. Ve ilkelerimiz ile bedel ödeyerek oranın sahibi olacağız. Müslümanlar olarak böyle olmalı böyle düşünmeliyiz.
Bir kez İman edenler egemenliğin mutlak olarak “vahye ve Resul’e (s.a.v.) uymayı gerektirdiğini bilmeliler. Bu günün insanı dünyevileşmiştir ve olayları dinin dışından değerlendirmektedir. O yüzden çıkarlar belirleyicidir. Bunların hayatında Allah asla belirleyici olamıyor. Hayatın içinde değil. Zaten bir kişi için bundan daha çirkin bir davranış Allah’a karşı bundan daha küstahça bir tutum olamaz.
İslam’ın öngördüğü bir duruşa sahip olunmadan oluşturulan toplulukların herhangi bir toplumsal değişime katkı sağlaması mümkün de değildir. Zaten olmuyor da.
Şu günlerde kimi İslami çevrelerin cahili sistemlere payanda olarak varlıklarını sürdürmeye çalışmaları İslam adına çok utanılacak bir durumdur. Allah’ın egemenliğini ölçü almayan tüm sistemler Allah’ın hükümlerini dışlayan sistemlerdir. Bunu böyle anlamalıyız.
O yüzden Yüce Allah; “Allah dışında başka dostlar, başka dayanaklar edinenlerin durumu; “ ağdan örülmüş bir yuva edinen örümceğin durumuna benzetir. Hiç kuşkusuz en dayanıksız ev, örümcek yuvasıdır der. Keşke bunların bilincinde olabilsek.”(Ankebut–41)
Yani Allah’ın var olduğunu kabul ediyoruz fakat Allah varmış gibi yaşamıyoruz. Bu hal yaşantımız içerisinde belirgin, görünür değil.
Seyyid Kutub’un dediği gibi ne yazık ki, zaman zaman bu gerçeği unutuyoruz. Bu yüzden, tüm değerlere ilişkin ölçülerimiz karışmakta, bütün bağlarla ilgili düşüncelerimiz karmaşık hale gelmekte, ellerimizdeki tüm kriterler bozulmaktadır. Ne tarafa gideceğimizi, neyi alıp neyi bırakacağımızı bilmez hale gelmekteyiz.
Karşımızda kendi güçlerinin farkında olmadan hareket eden ödünç kimlikler ile toplumda var olan büyük bir kalabalık var.
“Bu kesimler iktidar sahiplerinin ellerindeki caydırıcı güce aldanmaktadırlar. Bu otoriteyi yeryüzünde dilediğini yapabilen tek egemen güç sanıyorlar. Bu yüzden korku ile ümitle bu güce yöneliyorlar. Ondan korkuyor endişeleniyorlar. Vereceği zarardan korunmak ya da onun koruyucu (!) kanatları altına girmeyi garantilemek için onları hoşnut etmeye çalışıyorlar.
En azından bilinçli olanlarımızın böylesi iktidar sahiplerine karşı yumuşak tavırlar sergilemesi olmamalıydı. Bu kesimler yalancıdırlar, hayra engel olmaktadırlar, saldırgan ve günahkârdırlar, mal yarışına girmişler ve kazançları ile övünmekte caka satmaktadırlar. İnananları Allah ile aldatmaktadırlar.
Yüce Allah Kalem suresi 8-15. ayetlerde şöyle söylemektedir.
“Öyleyse yalanlayanlara itaat etme. Onlar istediler ki, sen onlara yumuşak davranasın/müdahene edesin de onlar da sana yumuşak davransınlar. Şunların hiç birine itaat etme: Yemin edip duran aşağılık, herkesi kınayan, söz getirip götüren, hayra engel olan, saldırgan, günahkâr, kaba, sonra da soysuz, alçak, mal ve oğullar sahibi olduğu için, kendine ayetlerimiz okunduğu zaman “eskilerin masalları” dedi. Biz yakında onun burnuna damga vuracağız.” (Kalem, 68/8–15)
Ayette geçen “Müdahene” kavramının anlamı; “Yağ çekmek, ovmak, okşamak, müşriklerin taptıklarına, alçak garazlarına, haksızlıklarına ilişmemek, yalancılıklarına göz yummak, lüzumsuz yere yumuşak davranmaktır”.Laik ve seküler bir hayatı içselleştirmiş vahyi dışlayan böylesi kişilere karşı mücadele etmemiz ve onlardan ayrışmamız emredilmekteyken onlarla aynı havayı soluyabileceğimizi söylemek onların oluşturmuş oldukları sistemlere sahip çıkmak ya da böylesi bir sistem içerisinde İslami yaşantımızı sürdürebileceğimizi düşünmek, Kur’an’ın emirlerini anlayamadığımızı gösterir. Allah’ın “soysuz ve alçak” olarak nitelendirdiği kimselerle ortak noktalarımız olamaz. Eğer böyle bir şeye yelteniyorsak bu onlara kendi adımıza vereceğimiz tavizler sebebiyle oluşabilir. Halbuki böylesi devlet ya da sistemleri güçlü görüp buralara sığınmamız gerçekte aldatıcı bir şeydir.
Bizler Ankebut Suresi 41. ayette geçtiği üzere; “Gerek fertlerin, gerek toplumların, gerekse devletlerin ellerindeki bu güçlere sığınmanın tıpkı örümceğin ağdan örülü yuvasına sığınması gibi olduğunu unutmamalıyız. Bu zayıf, güçsüz ve çaresiz örümceği, gevşek yuva koruyacak değildir. Bu zayıf eve sığınmakla tehlikelerden korunmamız mümkün değildir.
Bizler için Allah’ın himayesinden başka bir himaye, O’nun güvenilir korusundan başka bir sığınak, O’nun sarsılmaz gücünden başka bir destek yoktur.
Tek güç, Allah’ın gücüdür. Biricik dostluk Allah’ın dostluğudur. O’nun dışındakiler istediği kadar büyüklük taslasın, azgınlaşıp zorbalaşsın, istediği kadar zulüm, baskı ve işkence araçlarına sahip olsun kesinlikle zayıftırlar, güçsüzdürler, önemsizdirler. Bunu gerçekten düşünelim. Allah yokmuş gibi davranmayalım.
Allah’a kul ola bizler bizden olmayan birilerinin payandası/sistemlerinin işletmecisi, kölesi/kulu olamayız. O yüzden kendi toplumumuzu inşa etmek kendi değerlerimizi batıldan ayrıştırarak topluma sunmak zorundayız. Yaşadığımız hayatta net kimliğimiz ile gerçekleri saklamadan görünür olmalıyız. Tüm bunları topluca örneklendirmemiz gerekmektedir.
Kur’an’dan öğreniyoruz ki; Allah’ın gönderdiği Elçileri de asla kendilerini başkalarının yönetmesine izin vermemiştir. Davetleri başkaları tarafından destek görmese bile tek başlarına kalsalar bile bu böyle olmuştur. Hz. İbrahim tek başına ümmettir/devlettir.
O yüzden demokratlık bir Müslümanın kimliği olamaz. Ve İslam’ın kendisi Müslümanları yönetmelidir. Yani bizi yönetenler bizden olmalı, kullandıkları araçlar/vasıtalar da İslam’dan olmalıdır. Demokrasi asla İslami bir yönetim biçimi olamaz. Öyle ki; “İslam’ın yönetim biçimini demokrasiye nispet etme gayretini taşıyan mülahazalar yanılgı içinde kalmaya hükümlüdür. İslam, kendi özgün yönetim biçiminde demokrasiden daha fazlasını vaat etmektedir. Onun vaat ettiği noktaya hâlihazırda hiçbir demokrasi uygulaması ulaşamamıştır. Ulaşması da kendi iç bağlamı açısından muhal görünmektedir.
Eğer demokrasiden maksat, siyasal katılım (seçim), azınlığın veya çoğunluğun birbirine tahakkümünün önlenmesi, kişi hak ve özgürlüklerine riayet edilmesi vb. faktörler ise bu faktörler İslam’da kendiliğinden uygulanabilir durumdadır. Uygulanmıştır da… Ancak İslam gene de bundan daha fazlasını kendi tabiiyetinde (uyruğunda) yaşayanlara vaat ediyor.”1
Görüldüğü üzere öyle anlaşılıyor ki; Laiklerin propagandalarına aldanan Müslümanlar Kurulu düzenin partilerinden İslami bir dönüşüm beklemektedirler.
“Kurulu düzenin partilerinden İslamî bir dönüşümü beklemek onun yapısal özelliğine aykırıdır. Üzerine ayak basılan zemin eğer demokratik bir ortamı ifade ediyorsa, demokratik bir ortamın iyileştirilmesinden doğacak sonuç ancak demokrasinin iyileştirilmesini sonuçlar. Onun mülahazat hanesine kayıt geçer.
Eğer İslamî bir ortamın oluşturulması amaçlanıyorsa, bu, İslam’ın öngördüğü yöntemle gerçekleştirilebilir. Demokrasinin kolaylıklarından yararlanarak ulaşılabilecek her sonuç demokrasinin mülahazat hanesine bir artı olarak kaydolur. Buradaki inceliğin kavranmasını önemle ve özellikle talep ediyorum.”2
O yüzden bizler cahili bir sistem içerisinde nasıl bir başarı kazanırsak kazanalım bu İslam hanesine yazılan bir başarı değildir. Bu sözü birçok kardeşimiz ısrarla söylüyorken maalesef kimse bu uyarılara kulak kabartmamıştır.
Hatta Yüce Allah’ın uyarıları bile göz ardı edilebilmiştir.
“Ey Muhammed! Sana indirilen Kur’an’a ve Sen’de n önce indirilenlere inandıklarını iddia edenleri görmüyor musun? Tağuta (İslâm’ın dışındaki bütün sistemler ve kanunlar) muhakeme olmayı istiyorlar. Oysa onu reddetmekle emr olunmuşlardı. Şeytan onları derin bir sapıklığa saptırmak ister.” (Nisa: 60)
Seyyid Kutub bu ayetin Açıklamasında diyor ki ;
“Şu şaşkınların şaşkınlıklarına bak! Bunlar mümin olduklarını iddia ediyorlar, sonra da bir anda iddialarını yine kendileri çürütüveriyorlar. Bunlar bir yandan “Sana ve senden önceki peygamberlere indirilen kitaplara inandıklarını ileri sürüyorlar” sonra da sana ve senden önceki peygamberlere indirilen kitapların hakemliğini benimsemiyorlar. Bunun yerine başka bir kaynağın, başka bir sistemin, başka bir hüküm merciinin hakemliğine başvurmak istiyorlar. Tağut un hakemliğine başvurmak istiyorlar. Sana ve senden önceki peygamberlere indirilen kitaplara dayanmayan; ölçüsünü, kriterini sana ve senden önceki peygamberlere indirilen mesajlardan almayan bir hüküm kaynağının yargısına boyun eğiyorlar. Böyle bir hüküm kaynağı, hem ilâhlığın başta gelen yetkisini kendisine yakıştırdığı için ve hem de hiçbir değişmez kritere bağlı olmadığı için “tağut”tur, yani azgınlık ve taşkınlıktır.
Bu adamlar bu işi bilmeyerek, yanılgıya düşerek yapmıyorlar; tersine yargısına başvurdukları bu tağutun hakemliğine başvurulmasının yasak olduğunu kesin olarak biliyorlar. Çünkü “ona karşı çıkmaları, onu tanımamaları emredilmiştir”. O halde mesele bilmemek ya da yanılgıya kapılmak meselesi değil. Tersine ortada inatçılık ve kasıt vardır. Bundan dolayı bu iddiaları ani “sana ve senden önceki peygamberlere indirilen mesajlara inandıkları” şeklindeki iddiaları geçersizdir, asılsızdır.”3
İman iddiasında bulunan bizlerin bu konularda daha dikkatli kararlar vermemiz gerekiyor.
Müslüman akıl her şeyden önce zihinlerinde Peygamberin (s.a.v.) ideal bir siyasetçi, devlet başkanı olduğunu bilmelidir. O Allah’tan aldığı vahiy ile yani dini siyasete alet ederek devlet yönetmiştir. Din ve devlet işlerini birbirinden de ayırmamıştır. Yine ondan sonra gelen İslam’ın temsilcileri de aynı şekilde Kur’an ve sünnet ile hükmetmişler, Kur’ân’ın ilkelerini ve Peygamberin (s.a.v) öğretilerini belirleyici yaşam kuralı olarak görmüşler bu minvalde siyaset yapmışlardır. Buradaki ayrıntı tabi ki bizlerin mevcut yaşadığımız düzenlerdeki cahili sistemlere bakış açımız ve cahiliye ile bir arada olup olmama hususundaki net tavırlarımız ile ilgilidir.Maalesef bu konuda net tavırlar belirleyemiyoruz. Bu düzen kötü bir düzendir bunu anlayalım.“Önemli olmak kötü düzende kötü olmak anlamına geldiğinden insanın güzel tarafları hiçbir şey olmaya çalışır.” Müslümanlar böylesi bir sistem içerisinde var olmaya niyet ederler ise İslam’dan almış oldukları iyi güzel tarafları görünmeyecektir yani hiçbir şey olacaktır. O yüzden model olmak görünür olmak için; çirkin, kötü, İslam’ın karşısında olan böylesi yerlerden uzaklaşıp bunun dışında bir anlayış ile, tevhidi bir dik duruşla, İslam’a ait olan kimliğimizi göstermeli görünür olmalıyız. Yoksa buralardan çıkan şeyin adı İslam olmaz. Maalesef bizlerin şuanda bu toplumda düşüncelerimizin somut göstergeleri, izleri toplumda görünür değildir.
Fakat ilkeli bir duruş sergilemeye çalışan bizlerin sadece oluşan kötü durum ve tercihleri eleştiriyor olmamız yeterli değildir. Eleştiride bulunduğumuz kimseler ile uzaklaşıyorken bu uzak duruş aynı düşünceyi paylaşan bizleri bir araya getirmiyor. Burada niyetlerimiz ile ilgili çok büyük bir kararsızlık söz konusudur. Ne yapacağımızı ne yapmak istediğimizi bilmiyoruz. Kararlı adımlar atmıyor, sadece yerimizde duruyor, oradan bir takım sözler sarf ediyoruz. Sözlerimizin örnekliliğini hayatın içerisine katamıyoruz. Sözlerimizin karşılığı sokaklarda, şehirlerin ana caddelerinde duyulmuyor. Unutmayalım ki Kur’an ayetleri hayata inmiş oralara müdahale etmiştir. O günün inananları da bu vahye hayatları pahasına şahitlik etmişlerdir. Birbirleri için ölümü göze almışlar dava kardeşliği oluşturmuşlardır. Bizler henüz birbirlerimiz hakkında böylesi duygular beslemiyoruz. Birbirlerimiz kalplerimizi bir kenara bırakalım akıllarımızda bile yer etmiyor. Buralar başarılmadan bireysel olarak bir başkalarını ikna etmek çok zor görünüyor.
O yüzden bizler ilk önce kendimizde olan sorunlar ile yüzleşmeliyiz. Ondan sonra İslam’ın emirleri bizler için bağlayıcı olacaktır.
Böylelikle de bizler, bizden olmayan birilerinin payandası/sistemlerinin işletmecisi, kölesi olmayız. O yüzden kendi toplumumuzu inşa etmek kendi değerlerimizi batıldan ayrıştırarak topluma sunmak zorundayız. Yaşadığımız hayatta net kimliğimiz ile gerçekleri saklamadan görünür olmalıyız. Tüm bunları topluca örneklendirmemiz gerektiğini de unutmayalım. Değerlerimizi geleneğe sürekli yapılabilen toplumun sahipleneceği amellere dönüştürmeliyiz. Bu yola çıkmadan önce de birbirlerimiz için ne anlam ifade ettiğimizi de anlamaya çalışalım.
Selam ve dua ile…
Kaynaklar
1 Rasim Özdenören, Yenişafak İslam ve Demokrasi
2 Rasim Özdenören, Yenişafak islamdışı Düzlemde Parti Kurmanın Mantığı var mı?
3 Seyyid Kutub, Fizilal Nisa Suresi 60. Ayet Tefsiri
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *