“Sevgililer Günü, her yılın 14 Şubat günü birçok ülkede kutlanan özel bir gün. Kökeni, Roma Katolik Kilisesi’nin inanışına dayanan bu gün, Valentine ismindeki bir din adamının adına ilan edilen bir bayram günü olarak ortaya çıkmıştır. Bu sebeple bazı toplumlarda “Aziz Valentin Günü” (İngilizce: St. Valentine’s Day) olarak bilinir. Valentine kelimesi, Batı medeniyetlerinde hoşlanılan kişi veya
“Sevgililer Günü, her yılın 14 Şubat günü birçok ülkede kutlanan özel bir gün. Kökeni, Roma Katolik Kilisesi’nin inanışına dayanan bu gün, Valentine ismindeki bir din adamının adına ilan edilen bir bayram günü olarak ortaya çıkmıştır. Bu sebeple bazı toplumlarda “Aziz Valentin Günü” (İngilizce: St. Valentine’s Day) olarak bilinir. Valentine kelimesi, Batı medeniyetlerinde hoşlanılan kişi veya sevgili anlamlarında da kullanılır.
Günümüzde, bazı toplumlarda sevgililerin birbirine hediyeler aldığı, kartlar gönderdiği özel bir gün olarak devam etmektedir. Tahminlere göre 14 Şubat günü, tüm dünyada 1 milyar civarında kart gönderilmektedir. Bunun yanı sıra hediye alımlarından kaynaklı piyasada satışlar artmaktadır.” (Vikipedi, Özgür Ansiklopedi)
“Sevgililer Günü’nün başlangıcı ise eski Roma İmparatorluğu zamanına uzanıyor. Eski Roma’da 14 Şubat günü bütün Roma halkı için önemli bir gündü. Çünkü bu günde Roma tanrı ve tanrıçalarının kraliçesi olan Juno’ya duyulan saygıdan ötürü tatil yapılırdı. Juno ayrıca Roma halkı tarafından kadınlık ve evlilik tanrıçası olarak da biliniyordu. Bu günü takip eden 15 Şubat gününde ise Lupercalia Bayramı başlıyordu.
Bu bayram, halkın genç nüfusu için büyük önem taşıyordu. Bunun nedeni ise yaşantıları kesin kurallar ile sınırlandırılmış, bunun doğal sonucu olarak bir birliktelik yaşama şansı olmayan bu gençler, sadece bu bayram süresince bile olsa birbirlerinin partneri oluyorlardı.
Hangi genç bayanın hangi genç erkek ile bir çift oluşturacağı eski bir gelenek olan ve Lupercalia Bayramı’nın arife günü yapılan bir çekiliş ile belli oluyordu. Romalı genç kızlar, isimlerini küçük kâğıt parçalarının üzerine yazıp bir kavanoza koyuyorlardı. Erkekler ise kavanozdan bu kâğıtları çekerek üzerinde hangi kızın ismi yazıyorsa o kızla bayram eğlenceleri boyunca beraber oluyorlardı. Bu birliktelikler birbirine aşık olan çiftler için bayram süresinin dışına taşıp genellikle evlilikle sonlanıyordu.
İmparator 2. Claudius, Roma’yı kendi katı kuralları ile zalimce yöneten bir hükümdardı. Onun için en büyük problem, ordusunda savaşacak asker bulamamaktı. Ona göre bu durumun tek sebebi Romalı erkeklerin aşklarını ve ailelerini bırakmak istememeleriydi. İşte bu yüzden, Roma’daki tüm nişan ve evlilikleri kaldırdı.
Aziz Valentine de Claudius’un hükümdarlığı zamanında Roma’da yaşayan bir papazdı. Kendisi gibi papaz olan Aziz Marius ile birlikte Claudius’un yasağına rağmen gizlice çiftleri evlendirmeye devam etti. Ancak İmparator bu durumu bir süre sonra öğrendi. Aziz Valentine, insanları evlendirmeye devam ettiği için tutuklandı ve yaptıklarının cezası olarak sopa ile dövülerek öldürüldü. Milattan sonra 270 yılının 14 Şubat’ında Hıristiyan şehitliğine gömüldü.
Aynı zamanlarda Roma’daki putperestler, şubat ayı içinde kutlanan Lupercalia Bayramı’nı kendi putperest tanrıları için kutluyorlardı. Bayram öncesi yapılan geleneksel çekilişi ise seremoniye bağlı kalarak kendileri için uygulamaya başladılar.
Hıristiyan Kilisesi’nin ilk kurulduğu yıllarda hizmet veren papazlar, bu törenlerin, özellikle de evlenmemiş gençlerin putperestler ile birlikte anılmasından rahatsız oldukları için bir çözüm buldular. Bu gençlerin isimlerinin azizlerle birlikte anılmasını istedikleri için Lupercalia Bayramı’nın başladığı günü Aziz Valentine Günü olarak kutlamaya başladılar. O gün bugündür her yılın 14 Şubat’ı “Sevgililer Günü” olarak kutlanmaya devam ediyor.” (Sevgililer Günü Blog Sayfası)
Bu bilgilerden de anlaşılacağı gibi, “Sevgililer Günü” adı verilen kurgu, bizim inancımızın onaylayacağı bir şey asla değildir. Fakat bu ifsat kurgusunu, kendisini İslam’a ait kabul eden toplumlara kabullendirmek için büyük gayretler söz konusudur.
Bu Batı menşeli bu ifsat kurgusuyla, toplumlarda gönüllülük esaslı gayrimeşru ilişkiler meşrulaştırılmaya çalışılmaktadır. Bu ve benzeri günler daha çok tüketim kültürünü geliştirmek üzerine kurgulanmış görünmektedir. Bu da demek oluyor ki, bu günler olsa olsa kapitalizm dininin ibadetleri olabilirler. Çünkü bizim dinimiz bizlere aşk yerine sevgiyi öğütlemektedir.
Aşk kelimesi “haps etmek”, bir anlamı da “sarmaşık” demektir. Nasıl ki bir sarmaşık bir ağacı çepeçevre sarıp, onun dış dünya ile ilişkisini keser ve sardığı ağacı bir süre sonra kurutursa, aşk da sardığı (tuttuğu) kişiyi çevresinden koparır ve bir süre sonra o ağaç gibi kurutur.
Yani aşk; Ali Şeriati’nin deyimi ile “Görme engelli bir coşku, görmezlikten kaynaklanan bir bağdır. Sevgi ise çok daha başka bir şeydir. Sevgi, bilinçlice bir bağ; apaçık, duru bir görmenin sonucudur.” (Ali Şeriati-Kevir)
Gerçekten de, aşk görme engellidir. Kişinin dış dünya ile ilgisini keser. Sevgi ise bilinçli bir bağdır. Sevginin kontrol etmediği aşk aklın devre dışı bırakılmasıdır ki İslam buna asla izin vermez.
Yüce Allah insanları ebetteki bir erkek ve dişiden yaratmıştır. Birbirlerine ilgi duymaları da çok doğal fıtri bir olaydır. Fakat evlilik öncesi birbirlerine duydukları özlemin adını ne olarak koydukları da çok önemlidir. Çünkü sonrasında bu kimseler birbirlerini çok az görmektedirler. Elbette ki mümin erkekler mümin eşlerinin uyarıcıları ve de sevgi besledikleri destekçileri olmalılar. Birbirlerine saygı ile paylaşılmış bir hayatta yine birbirlerine ait olan işler için yardımlaşmış olmaları kötü bir şey değildir. Müslüman aileler bu bakımdan geleneksel aile tiplerine bakıldığında çok daha imrenilecek durumdadırlar. Çoğu ailelerde eksik olan şeyin ise eşlerine güzel sözcüklerle ifade edilmesinin utanılacak bir şey gibi algılanıyor olmasıdır. Müslüman erkeklerin birçoğu gerçekten de bu konuda çok kaba davranıyorlar. Belki de eşlerinin duygularını biraz daha dikkatle dinlemeye çalışmalılar.
Bu konuda Dr. Mustafa Çamran’ın aile hayatının model aile olarak örnek alabiliriz. Gelin Şehid Dr. Mustafa Çamran’ın eşi hanımefendinin sözlerine kulak verelim.
“Düğün hazırlıkları yaptığımız sıraydı. Benim ailem, “damadın gelip geline hediye getirmesi gerekir, bu bizim âdetimizdir” diye Mustafa’nın evimize bir hediye getirmesini istemişlerdi. Ben de bunu Mustafa’ya söyledim. Mustafa gitti bir paket getirdi. Gittim açtım, bunun bir mum olduğunu gördüm. Nikâh hediyesi olarak mum getirmişti. Yanında da güzel bir yazı vardı. Hemen gidip içinde mum bulunan paketi sakladım. Ne olduğunu sordular, “gösteremem” dedim. Eğer bilselerdi “damat delidir, geline hediye diye mum getirmiş” derlerdi.
Yine aynı sıralarda Annem “seni nereye götürecek, nerde ev tutmuş, kalacağın yer neresi?” diye sordu. Ben de anneme “Yetim çocuklarla ilgilenen o müesseseye çocukların yanına gitmek istiyorum” dedim. Annem gitti orayı gördü yalnızca bir oda, birkaç meyve sandığı ve bir yatak vardı. Bunun üzerine annem şoke oldu ve bir hafta hastanede yattı. Mustafa ise gidip annemin elini öperek ağladı ve ona çok büyük bir sevgi gösterince annem de mahcup olmuştu.
Mustafa beni ailemden istemeye gelince annem ona şöyle demişti: “Evlenmek istediğiniz bu kızın nasıl bir kız olduğunu biliyor musunuz? Bu öyle bir kızdır ki sabahları kalktığında elini yüzünü yıkamadan ve dişlerini fırçalamadan onun yatağını biri toplamalı, önüne bir bardak süt koymalı ve kahve hazırlayıp odasına getirmelidir. Siz böyle bir kızla yaşayamazsınız. Onun için bir hizmetçi de tutamazsınız.”
Mustafa annemin bu sözlerini dinledikten sonra son derece sakin bir şekilde; “Ben onun için bir hizmetçi tutamam; ama söz veriyorum, sağ olduğum müddetçe, uyandığı zaman yatağını toplayacağım, bir bardak sütü ve kahvesini tepside önünde hazır edeceğim.” şeklinde cevap vermişti. Nitekim Şehid oluncaya kadar da bu hep böyle oldu.”(Eşi, Gade Beheşti)
Bu aşk meselesine el atmışken şu tasavvuftaki Allah aşkı meselesine de değinmekte fayda var. Çünkü bu tasavvuftaki Allah aşkı meselesi de bir başka yönüyle sorunlara sebebiyet veriyor. Ne dedikleri bir türlü anlaşılmayan bu hazretlerin her cümlesine bir açıklama yapmak gerekiyor.
Mesela Bestami Hazretleri!: “O, aramakla bulunmaz; ancak bulanlar, yine de arayanlardır elbet” demiş ve ömrünü aşkı aramakla tüketmiş. Yine Yunus Emre’de bir aşk adamı olarak karşımıza çıkıyor. “Allah aşkına tutulmuş, sonra da o ummanlara sığmayan aşkını insanlar için coşturup taşırmış.”, “Benden benliğim gitti hep mülkümü dost tuttu” diye dalıp içinde kaybolduğu o yüce sevgide Vahdet-i vücud’u yaşayıp bütün ikilikleri inkâr ile bir Tek olana vuslatı arayan Yunus, insanlığın manasını aşkta bulur. Anlaşılan o ki bu kimselerin her sözleri başka bir soruna yol açıyor. İkilikleri en büyük aşkları adına inkâr ediyorlar. Yani dünyada iyi ve kötü, şirk ve tevhid, kâfir ve Müslüman diye bir şey yok. Hal böyle olunca müstekbirlerle, tuğyan/taşkınlık yapan/tagutlar ile herhangi bir mücadelede söz konusu değil. Hepsi bir tek vucut Allah’ta kaybolmuşlar ve tek öz olmuşlar. Yani aslında hepsi takva sahibi birer Müslüman. Bu inanışların hepsi bu ve benzeri tasavvuf önderlerinin aşkından ileri geliyor.
Bir de Celaleddin Rumi’nin Şems-i Tebrîzî’ye, ne idüğü belirsiz bir aşkla aşık olduğu meselesi var. Bu konuya da kısaca değinelim. Rumi, Şems’e, “tasavvufi manada âşık” olmuştur. Rivayet o ya Şems’in, yanından ayrılıp gitmesiyle adeta çılgına dönen Mevlana, kendisini sema’a vermiş. Fakat işin garip tarafı bu ya Şems denilen zatı muhterem hiçte masum birine benzemiyor. “Ahmet Eflaki’nin anlattığına göre Şems, Kimya Hatun adlı bir cariye ile Mevlana tarafından nikâhlanır. Bir gün Mevlana Şems’in ziyaretine gider, içeri girince Kimya Hatun’la sevişmekte olduğunu görür. Hemen dışarı çıkar. Biraz bekledikten sonra içeri girer. Yanında kimseyi göremez. Bunun üzerine Mevlana, Şems’e yanındakinin nereye gittiğini sorar. Şems şöyle cevap verir: “O senin gördüğün Cenab-ı Allah idi. Cenab-ı Allah’ın ne kadar sevgili bir kuluyum ki Kimya Hatun suretinde bana geldi.” der. (Ahmed Eflaki, Menakibü’l-Arifin II, 636–637.)
Görüldüğü üzere bu tasavvufi aşıkların durumları hiçte masum görünmüyor. İlk başlarda tanımını yaptığımız aşk/sarmaşık bunları iyice sarmalamış anlaşılan. Platonik/tek taraflı olduğu anlaşılan aşk ile kendilerini dağlara taşlara çöllere vurmuşlar. Anlaşılmayan sözleri ile halk üzerinde çok büyük sapkınlıklara sebebiyet vermişler.
Günümüzde bu kimselerin takipçilerinin dinledikleri müzikler yukarıdaki anlattığımız bu tasavvufçularının anlayışlarına oldukça fazla benziyor. Peygamber telakkileri de oldukça ürkütücü. Dinledikleri müziklerde Hz. Peygamber’i (s), çok ilginç bir şekilde tasvir ediyorlar. Hatta Hz. Peygamber’in haşa Allah’ın sevgilisi olduğunu, tüm alemi de onun için yarattığını ima eden sözlere yer veriyorlar. Aşk kelimesinin böyle şeylerde kullanılmasına kesinlikle karşı olmalıyız. Yüce Allah bizlerin yüce yaratıcısı ve bizler de O’nun kullarıyız. Kulluk görevimizi yapıyoruz bu iş buradan öteye geçmemeli.
Allah aşkına ülkemizde en çok dinlenenler arasına giren şu kasidenin sözlerine bir bakar mısınız?
Muhammed’in O gözleri Sürmeli
Aşık Olan Rüyasında Görmeli
Muhammed’in Kaşları yay gibi
Ağzından dökülen sözler bal gibi
İpek Saçlarla Cemali Nur gibi
Peygamberimizi bir kadın gibi tasvir etmişler. Ve aşık olup rüyalarında görmek istiyorlar. Daha farklı yerlerde ise onun terinin mis gibi koktuğunu söylüyorlar. Bu ne idüğü belli olmayan aşk türü, Hz. Peygamber’i (s) hayatın dışına çıkarmaktan başka bir işlev görmüyor. Peygamber’in (s) müşriklerle yıllarca süren mücadelesi bir kenara bırakılarak kokusu ve kaşları, gözlerinin sürmesi söz konusu ediliyor. Bir de rüyanızda böyle görün deniliyor.
Rabbimizden, bizleri bu durumlara düşmekten korumasını niyaz ederiz. Bu tarz sarmaşıkların gözümüzün önüne perde olmasından alıkoymasını dileriz.
Ne diyelim sevgimiz, sevdiklerimiz yalnız Allah için olsun.
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *