Müslüman olmak demek, ne pahasına olursa olsun, gerçeklerin yanında yer almayı gerektirir. Yerleşik düşünce ve yorumları sorgulayamadığımız için, pek çok konuda yalanlara mahkûm oluyoruz. Bizlere hiçbir öykü’nün bütünü anlatılmıyor.
İslam dünyası toplumlarının halen içersinde yaşamakta olduğu yapısal sorunların temelinde yatan şeyin, Batı’nın sömürgeci tahakkümü ile ilgili olduğu konusunda ısrar ettiğimiz için, kendi zihinsel hastalıklarımızla yüzleşmek istemiyor, bunları hep erteliyoruz. Kronik sorunlarımızla ilgili olarak acımasız değerlendirmeler yapabilecek bir dürüstlüğe ve cesarete ihtiyacımız olduğu gibi, özeleştirel bir açıklığa da ihtiyacımız var. Nostaljik varlığımız/yanımız İslami zamanlarda yaşarken, gerçek varlığımız seküler ve neoliberal zamanlarda yaşıyor. Nostaljik yanımız çok abartılı, çok ölçüsüz, çok romantik bir dil kullanırken, modern/küresel/seküler gerçekler bu dili bütünüyle yalanlıyor. İçerisinde yaşadığımız zamanın bilincinde olmadığımız için, bu zamana nasıl nüfuz edeceğimizi, bu zamanı nasıl etkileyebileceğimizi bilmiyoruz.
Güncelliğin, güncel politik gündemin sınırlamalarına maruz kaldığımız için, bu gündemin sansasyonel/popülist/hamasi boyutlarıyla büyülendiğimiz, güncel politik bağlamın dışına çıkamadığımız için, şimdiki zamana ilişkin İslami sorumluluklardan uzaklaşıyoruz. Güncel politik gündemin/ilginin İslami bir ilgi olduğu yanılsaması içerisindeyiz.
Bizler, bir yandan Batılılaşmayı reddediyor, İslam’a yönelik Batı merkezli tanımlamaları, büyük bir küstahlık sayıyor, bir diğer yanda seküler/liberal hayatlar yaşıyor, muhafazakar democrat politikalarla bütünleşebiliyoruz. Doğu ve Batı gibi ikili karşıtlıkları ısrarla kullanıyor, Batı’yı uzak yabancı olarak değerlendiriyor, ancak, seküler bir dil kullanmakta, seküler bir eğitim almakta, seküler bir hukuka tabi olmakta/başvurmakta hiçbir sakınca görmüyoruz. Bu çelişkiler basit çelişkiler değil, çok büyük çelişkilerdir. Batılılar biz Müslümanları, çarpıtılmış bir çerçeveye mahkûm etmeye çalışırlarken, bizler de Batılıları, bir başka çarpıtılmış çerçeve içersinde değerlendirmeye çalışıyoruz. Ancak bu çarpıtılmış çerçeveler ve yorumlar, Batı’nın özellikle zihin dünyamız üzerinde oluşturduğu tahakkümün nedenlerini, nasıllarını açıklamaya yetmiyor. Sözünü ettiğimiz tahakkümle bütüncül bir hesaplaşmayı mümkün kılabilecek bir zihin/düşünce/kültür dünyasının sahip olmadığımız gibi, böyle bir hesaplaşmayı göze alabilecek entelektüel kadrolarımız da yok. Bizleri, etkisiz ve edilgin kılan geçmişin mirasını eleştirel bir sınamadan geçirmeyi düşünmüyoruz. Şimdiki zamana hitap eden, şimdiki zamanı dönüştürebilen bir dil oluşturmadığımız için, şimdiki zamanı kaybediyoruz. Politik iktidara sahip olmak, zihinsel iktidara sahip olmak anlamına gelmiyor.
Çok şiddetli sorunlarla karşı karşıya bulunduğumuz halde, bu sorunları derinliğine hissetmeyen hayatlar yaşıyoruz, emperyal bir çerçeve içerisinde toplumlarımıza dayatılan, neoliberal değişimle bütünleşirken, toplumlarımızın içeriden gelen İslami bir değişim talepleri yok. Bağımlılıklarımızın ve yetersizliklerimizin nedenleri üzerinde durmuyoruz. Tevhid ve ümmete dayalı kavrayış ve farkındalık dünyası ile ilişkimiz kalmamıştır. Hiçbir iktidar biçimi uyarı/öneri/eleştiri kabul etmiyor. Zihin dünyalarımız sayılarla, biçimlerle, tekniklerle, dünyeviliklerle, iktidarla bütünleştiği ve bütün bunları özümsediği için, niteliksel çözümlemeler yapma yeteneğine sahip değil. Kendilerinde her bakımdan üstünlük vehmeden bireyler, toplumlar, kültürler, cemaatler, bu üstünlüğün bir kuruntudan ibaret olduğu anlaşılınca, narsistik bir bunalım içersine girerler. Bu günün dünyasını şekillendirebilecek bir tarih ve medeniyet tasavvuru yerine, geçmişi tüketerek/kutsallaştırarak ve sömürerek romantik bir tarih ve medeniyet tasavvuru üzerinde yoğunlaşmak, bir hayal dünyasında yaşamaktır.
Müslüman olmak demek, ne pahasına olursa olsun, gerçeklerin yanında yer almayı gerektirir. Yerleşik düşünce ve yorumları sorgulayamadığımız için, pek çok konuda yalanlara mahkûm oluyoruz. Bizlere hiçbir öykü’nün bütünü anlatılmıyor. Zihinsel bir pataloji ile karşı karşıya bulunduğumuz için, herkes anlatılan öykülerin, kendi ön yargılarıyla, bencillikleriyle, mezhepçilik ve milliyetçilikleriyle örtüşen bölümlerini sahipleniyor, savunuyor. Öykü’nün hangi gerekçeyle olursa olsun, ötekileştirdiği unsurların acıları ve mahrumiyetleriyle ilgilenmiyoruz.
Umutsuz bir ahlaki ve vicdani yoksulluk içerisindeyiz.
Tebdili kıyafet eden, maske kullanan vicdanlarımız var.
Dünyada, ne iç, ne de dış politikada kaydedilen en göz alıcı başarılar bile, emperyal çıkarlar adına, emperyalist projenin bir parçası olarak hareket eden Türkiye’nin, Suriye’de, bu ülkenin kültür ve medeniyet varlıklarının, maddi ve manevi kaynaklarının, mazlum /masum/mahrum Suriye halkının büyük bir imha ve ölüme tabi tutulmasına katkıda bulunmasını, bu katkının neden olduğu büyük acıları ve büyük kötülüleri asla unutturamaz, unutturmamalıdır.
Soğuk savaş döneminde, insanlar sağcı ya da solcu gündem doğrultusunda zihinsel kontrole tabi tutulurdu. Günümüzde bu kontrol, sistemin içerisindekiler ve dışarısındakiler merkezinde şekilleniyor. Seküler/liberal/kapitalist/sağcı sistem, bu defa sistemin dışında kalan İslami unsurları tasfiye etmeye çalışıyor. Küresel sistem İran ve Hizbullah aleyhinde bir kanaat iklimi oluşturmaya çalışıyor. Öykü’nün Türkiye’deki yansımalarını takip ettiğimizde, İslami kesimler nezdinde, İran ve Hizbullah hakkında olumsuz bir kanaat oluşturduğu açıkça görülebiliyor. Gerçeğin sınırları ile propagandanın/kurgunun sınırlarını ayırt edememek gibi bir sorunumuz var. Güçlü çıkarlara muhalefet etmek, çok güçlü bir bilince sahip olmayı gerektiriyor. Gerçeklerle, propagandanın sınırlarını fark edemeyenler, “Arap Baharı”, “Arap Devrimleri”, “Suriye Devrimi” gibi konularda dramatik bir biçimde yanıldılar, yanıltıldılar.
İktibas, Aralık 2014, sayı 432
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *