Emin olun ki iş yapmıyor görüntüsündeki bu dağınıklıklar yeni nesiller üzerinde de olumsuzluklar oluşturacaktır. Çünkü yaşanagelmiş birçok konu maalesef izahı olmayan konulardır.
Son dönemlerde birbirlerimizle yapmış olduğumuz tartışmaları dikkatlice incelediğimizde geçmişteki tartışmalardan çokta fazla bir şeyin değişmediğini göreceksiniz. Söylenen şeyler hep sözler babında kalmış, sadece yol alamamış kalabalıklar oluşturmuşlar. Bazılarımız ise hâkim iktidar/zihniyet çizgisinde İslami söylem geliştirmenin daha fazla kalabalık demek olduğu gerçeği ile orantılı bir hareket çizgisini benimsemiş. Zaten kendisini İslam’a ait hisseden, öyle anlamlandıran birçok kesim iktidar dışı bir söyleme sahip olduğunu söylese de aslında hâl ve hareketleri hiç de öyle söylememektedir ve çoğu zaman da birçok samimi yöneliş zamana yenik düşmüş ve aynı söylemlerin tekrarlarına dönüşmüştür. Böylelikle her kesim kendilerinden olanı koruyup kollama yönünü tercih etmişlerdir ve hâlâ o bildik faaliyetler devam edip durmaktadır. Bu bağlamda bizler siyasi bilinçten çok yoksun, geleneksel din anlayışına sahip İslami bir topluluk içerisinde azınlık olarak yaşamaya devam ediyoruz. Bu kesim bir türlü dünyada olup biten şeylere ilgi duymuyor. Zihinsel olarak kuşatıldıkları sözcüklerin üretildiği yerleri anlamlandıramıyorlar. Mücadele alanının asıl buralar olduğu konusunda bir fikre sahip değiller. Sonrasında İslam diye başka bir şeyleri yaşamayı inançlarının bir parçası gibi görüp sahipleniyorlar.
Genelde bu tarz kavramların manipüle edildiği en azından bizi etkileyen yer Batı’dır.
“Batı’nın, bu şekilde manipüle ettiği pek çok kavram vardır. Bunlardan biri, örneğin “azınlık” kavramıdır. Bu kavramın içi, ABD’nin, Avrupa Birliği’nin lokomotif ülkelerinin (Almanya’nın, Fransa’nın, İngiltere’nin) değişen ihtiyaçlarına göre boşaltılıp yeniden dolduruluyor. Uydurdukları, bizim yarı aydınlarımızın üzerine balıklama atladıkları, ağızlarında pelesenk ettikleri bir diğer kavram da “çok-kültürlülük” veya “mozayik” yutturmacasıdır. Emperyalist ülkeler bununla “farklılıkları ayrılıklar hâline getirme”ye, bu yoldan da başka ülkeleri zayıflatıp çökertme hedefine ulaşmaya çalışıyorlar. Küreselleşme kavramı da öyle… Bu görüş, Batılı sözde bilim adamlarının, Derin Merkez’in çıkarlarına uygun olarak oluşturdukları, gerçekte Yeni Emperyalizm’i maskelemeye yönelik bir ideolojinin ta kendisidir. Bir politika olarak “Washington Uzlaşması” da öyledir. Bizim sözde aydınlarımız sanki bilimin zorunlu bir ürünüymüş gibi gözü kapalı atlamışlardır bütün bu “maksatlı ve tuzak fabrikasyonlar”ın üzerine.”
Demokrasi kavramı da bu tarz kavramlardan bir tanesidir. Türkiye’de ABD’den, Avrupa’dan estirilen rüzgârlarla dokunulmaz, yüce bir kavram hâline getirilmiştir demokrasi kavramı. Oysa Derin Merkez, çevre ülkelerine “Liberal Demokrasi” adı altında, sadece emperyalist sömürüye hizmet eden bir tür “demokrasi düzeni”ni, iç bedhahlarla işbirliği yaparak uygulatmayı bir strateji olarak benimsemiştir. Demokrasi bu yüzden, her şeyi ile birçok sonucuyla bizden çok çirkin Batı’nın çıkarlarına hizmet etmektedir.
Emperyalizm bir yerde zora mı düştü mü, çıkış için hemen yeni bir kavram oluşturuyor, yeni bir teori uyduruyor. Sivil itaatsizlik, önleyici meşru müdafaa, insancıl müdahale ve koruma hakkı gibi…
Peki, nedir bunlar?
Uluslararası ilişkiler uzmanı Prof. Dr. Hasan Köni, bir söyleşisinde, Batı’nın çıkarlarına nasıl hizmet ettiklerini de vurgulayarak bu kavramlara değiniyor, uluslararası hukuk sisteminin değişmesiyle “halkına zulmeden ve soykırım uygulayan rejimlere uluslararası çapta (yani ABD ve müttefikleri tarafından CD) askerî müdahalede bulunulması artık meşru hâle getirildi. Bu çerçevede diyebiliriz ki Kuzey Afrika ve Ortadoğu’daki halk kalkışmaları o bölgelerdeki insanların demokrasi özleminden değil, dışardan kaynaklanmaktadır. (Prof. Dr. Cihan Dura, Çirkin Batı’nın kavram Emperyalizmi ) Tabii bir de şu an bizleri de epey etkisi altına almış olan yine Batı’nın çıkarlarına hizmet eden modernite kavramı var.
Modernite felsefi gücünü 18. yüzyıl Aydınlanma felsefesinden almıştır. Akıl ve insan ön plandadır fakat bu hâli ile toplumları da dönüştürmektedir. Laikliği ilke olarak benimsediği, breyin ve özgürlük fikrinin yaygınlaşıp güçlenmesini amaç edindiği için dini hayatı ve düşünceyi hep arka planda tutar. Tabii buna İslam dini de dâhildir. Din burada etken rol oynamaz ve sadece vicdanlarda psikolojik rahatlama işlevi görür. Modernite bireyi öne çıkarıp aklına geldiği gibi özgür bir yaşam vaat ettiği için burada bencil duygular söz konusudur. Böylelikle bütün ilişki bağlarımızı kaybederek modern toplumun bir bireyi oluyoruz. Tabi ait olduğumuz inanç sisteminin dışında birtakım davranış biçimleri de ediniyoruz. Yalnız Allah’a güvenmemiz gerekirken banka hesabımız ya da emekli cüzdanımıza ya da bol maaşlı bir işimize daha fazla güveniyor ve bu güvenle yaşamaya başlıyoruz. Aslında Müslümanlar üzerinde epey fazla toplumsal bir baskı var. Bu kalabalıkların nasıl yaşayacaklarını belirleyen de Batılı ülkeler olduğu ve birtakım güçlü meteryallere ve hayat standartlarına sahip oldukları için bu baskıyı Müslüman aklı bir türlü kıramıyor. Bu durumu algılayabilenlerimiz ise dağınık bir görüntü çizdiklerinden maalesef kamuoyu oluşturamamaktadırlar. Müslümanlar birer aile olarak belki mahallelerindeki baskıyı tersine çevirebilirler fakat tüm bir toplumun/devletlerin baskısını sadece ailelerimiz ile karşılamak mümkün değildir. İşte toplumsal baskıların tüm bu olumsuz kavramların karşılanacağı yerler aslında cemaatlerdir. Bu yüzden akrabalarımızla, komşularımızla toplumun ana dinamiklerini oluşturan kişiler ile bağlar kurmak cemaatleşmek zorundayız. Cemaatler Müslümanların koruyucu sosyal imkânlarıdır. Bu bilince gelmek zorundayız. Belki bizlerdeki en büyük eksiklik bir türlü cemaat olamayışımızdır. Unutmayalım ki Kur’an’ın ayetleri topluluğa/topluma/cemaatlere de seslenmektedir. Vahyin bu yönünü de anlamaya çalışmalıyız.
Yani Batı’nın ürettiği kavramlar aslında Müslüman toplumları dönüştürmekte onlara farklı inanış/hareket etme biçimleri kazandırmakta hatta ev ödevleri vermektedir. Üstelik Batı’nın ürettiği bu kavramların hepsi belli bir amaca yöneliktir ve hepsinin de birbirleri ile bağlantıları bulunmaktadır. Şunu söyleyebiliriz ki bu kavramların hiçbirisi masum değiller. Hep bu kavramların doğduğu yerlerin çıkarlarına hizmet etmektedirler. Şunu da görüyoruz ki din ile uğraş veren bazı çevreler bu kavramların karşılıklarını Kur’an’dan bulup böylesi kavramları Müslümanların hayatlarına müdahil etmemelerini öğütlemeleri gerekirken bu kavramları İslam’ın içinde imiş İslam bu kavramları onaylıyormuş gibi gösterme gayretleri içerisine giriyorlar.
Herhâlde bu bağlamda en fazla gündemde tutulan Batılı kavramlardan biriside laiklik kavramıdır. Zaten daha öncede söylemiştik ki yukarıda bahsettiğimiz kavramlar da dâhil hemen hemen tüm Batılı kavramlarının birbirleri ile ilgisi vardır. Bunlar Batılıların yaşam kodlarıdır. Laiklik de çok masum bir kavram değil.
“Laik; Yunanca Laikos, yani halktan olan, din adamı olmayan, Latince Laicus’tan Fransızca Laic veya Laiiue kelimelerinin Türkçe telaffuz şeklidir. Eski çağlardan beri din adamı olmayan, ruhani bir sıfatı ve dinsel bir işlevi bulunmayan kişi, kurum ve nesneleri, kısacası, dinin dışında kalan alanı belirtmek için kullanılır.
Laiklik özünde din alanı ile dünya ve kamu işleri alanının birbirinden ayrılmaları, birbirine karışmamaları anlamına gelir. Bir yönetim ilkesi ya da devletin niteliklerinden biri olarak kişileri ilgilendiren yönüyle bir dokunulmazlık alanı da çizer. Kişilerin dinsel inanç ya da inançsızlıktan, din buyruklarını yerine getirip getirmemekten dolayı kınanmamasını, ayrım görmemesini, serbestçe ibadet edebilmesini, ibadete zorlanmamasını vb. öngörür.
Laiklik kısaca belirtildiği gibi din dışında kalan alanı temsil ediyor. Avrupa’da laiklik olarak ortaya çıkan uzlaşmanın ortaya resmen çıkışından önce, ferdi ve toplumu yönetip yönlendiren dinin (Hristiyanlığın-Ruhban sınıfının) elinden alınacak bu yetkinin kime verilmesi, ait olması gerektiğinde ayrı bir sorun hâline gelmişti. Zira bir boşluk doğacaktı: Yasama Boşluğu.Laikliğin ortaya çıkışına kadar yasama işleri hemen tümüyle kral-kilise ikilisinin elinde bulunuyor. Kral söylese kilise tasvib ediyor, kilise söylese krala uygulattırıyordu. Bu işbirliği bu alanda asırlardır sürüyordu. İşte kral ve kilisenin bu alana müdahalesi olmayacağına göre bu alan içinde düşünülen şey demokrasi olmuştur. Yani demokrasi dinin hayattan uzaklaştırılması mücadelesinin son noktasıdır.
“Tabii bu konuda taraflar arasında bir mücadele söz konusu olmuştur. Mücadele başladığında taraflar görüşlerinde taviz vermeden yürürlerken fıtri gerçekler onları aslı itibariyle fıtrata aykırı olan tezlerinden taviz vermeye, uzlaşmaya sevk etmiştir. Bunun sonucu olarak da “DİN VARDIR ama HAYATTA YOKTUR” şeklinde ifade edilebilecek bir sonuç ortaya çıkmıştır. “ İşte bizler şimdi Hristiyanların sorunları sebebiyle ayrılığa düşüp en son olarak “DİN VARDIR ama HAYATTA YOKTUR” ifadesinde anlaşmaya vardıkları kavram olan demokrasi ve laikliği içselleştirmeye çalışıyoruz. Bu olayı kabul etmemizin İslami hiçbir gerçekliği olamaz. Bu olsa olsa Allah’ın yasağına rağmen müşrik ve kâfirler ile ortak bir yaşam için uzlaşma anlamını taşır.
“Şunu açıkça söylemek gerekir: Din temeline dayanan bir devlet düzeninin demokrasi ile bağdaşması mümkün değildir. Bilindiği gibi, İslam Dini ve onun temelini oluşturan Kur’an, sadece iman ve ibadetle ilgili kurallar getirmekle kalmaz. Bunun dışında devlet yönetimine, toplum düzenine, insanlar arasındaki ilişkilere ve kişilerin davranışlarına yön veren geniş kapsamlı hukuk kuralları da getirir. Bu hukuk kuralları toplum yaşmının her yönünü kapsaması bakımından “bütüncü”, bugünkü deyimiyle ‘totaliter’ bir nitelik taşır. Egemenliğin halka ya da millete ait olması diye bir şey söz konusu değildir. Egemenlik sadece ve doğrudan Allah’a aittir. Herkes O’nun mutlak “iradesine” boyun eğmek zorundadır.” (18.01.1990 Cumhuriyet, Prof. Dr. Münci Kapani, Ercümend ÖZKAN) Bu bağlamda bizler Batılılar tarafından sonrada üretilmiş kavramların neleri etkisizleştirdiğini iyi anlamak zorundayız. Batı’da üretilmiş ya da oluşmuş bir kavrama Batılı kafa nasıl bir anlam yüklüyor buraya dikkat etmek zorundayız. Yani Batı’nın köklerini, kaynaklarını iyi etüt etmeli onların ifadelendirdikleri kavramların bize düşen yönünün neyi ifade ettiğini iyi bilmeliyiz. Yoksa “emanet” diyerek sahiplendiğimiz bu kavramlar tamamı ile elimizde kalabilir.
Yukarıda bazılarını aldığımız sivil itaatsizlik, önleyici meşru müdafaa, insancıl müdahale ve koruma hakkı gibi azınlık, çok kültürlülük, mozaik, demokrasi, laiklik, küreselleşme gibi Batı’da doğan bu kavramlara daha bir dikkatli bakmalıyız. Bu kavramların bizlerin inançlarındaki karşılıklarını öğrenmeliyiz. Bilinç düzeyinde anlamaya çalışmalıyız. Eğer buralarda gevşeklik gösterir isek bizler asıl olmaktan çıkıp bu kavramların sahiplerinin çıkarlarını gözeten sanal kişiliklere dönüşürüz.
Şu an da yapmamız gereken şey belki de buraları görebilmektir. Bizlerin de kendi inançlarımızı sürdürebilmemizi, toplumlaşabilmesini sağlayan kelimeler üretmemiz gerekiyor. Fakat görülen o ki tüm dünyayı etkileyecek kavram üretmek yerine kendi kaynaklarımızı tartışmaya açıyor görüntüsü veriyoruz ve en önemli değerlerimizi yaşayarak bir dönüşüm gerçekleştirmek yerine bu değerlerimiz üzerinde sürekli tartışmalar yapıyoruz. O yüzden bir an önce böylesi tartışmaları bir kenara bırakarak İslam’ın onay verdiği bir cemaat formu ile yol almaya çalışmalıyız. Tek tek ayrı yerlerdeki yürüyüşler maalesef bir anlam ifade etmemektedir. Doğru kavramlara sahip olan, aynı dili konuşabilen kardeşlerimizin böylesi dağınık görüntüleri maalesef hiçte güzel bir anlam içermiyor. Emin olun ki iş yapmıyor görüntüsündeki bu dağınıklıklar yeni nesiller üzerinde de olumsuzluklar oluşturacaktır. Çünkü yaşanagelmiş birçok konu maalesef izahı olmayan konulardır.
İnşallah bu kendimizi hedef alan kendi içinde olan kelime üretiminden vazgeçeriz. Oyunun sahnelendiği yerleri fark eder buralar üzerinden içerik üretmeyi, karşı tezler oluşturmayı başarabiliriz. Farklı yerlerde durarak hepimizi etkisine olan olumsuz etkilerden korunamayız. Sorunların üretildiği yerleri tespit edip ona göre bir yol haritası belirlemeliyiz. Yoksa birilerinin ürettiği kavramları tüketmekle bir ömür geçireceğimiz yadsınamaz bir gerçekliğe dönüşecek.
Selam ve dua ile…
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *