Farkındalığımızı, farkımızı fark ettirecek ibadî ve salih amel odaklı sa’yü gayretimizi çoğaltmalıyız. Bilgi ile donanmalı, iman ile dolmalıyız. Kendi muktesebatımızı bir gözden geçirmeliyiz. Aklımızı başımıza almalıyız.
‘Güç nedir? Güçsüzlük ne anlama gelmektedir? Güçsüzlük bir kader midir? Güç ile başarı arasındaki denge nasıldır?’ vb. suallerin cevaplarını aramaya çalışacağımız bu paylaşımımızda bir ‘birlikte düşünme’ ameliyesi gerçekleştirelim istiyoruz. Konu ile ilgili doğru sualleri sorabilirsek doğru teşhislere ulaşabilir, ondan sonra da doğru çözümler için doğru adımları atabiliriz. Olguya doğru yerden bakabilirsek doğruları ve ona uygun olmayanları görebiliriz. ‘Akıl akıldan üstündür!’, ‘Akıllı olan başkalarının aklından da yararlanmayı bilendir!’ ifadelerince hareket edersek hakikate erebiliriz.
Bu arayışımızı şu sorundan hareketle gerçekleştirmeye çalışacağız: Güç, inanıyoruz ki Allah’a aittir. Yegane güç ve kuvvet sahibi olan O’dur. Dualarımızda daima ‘La havle vela kuvvete illa billahil aliyyil azîm’/‘Aziz ve Yüce olan Allah’tan başka güç ve kuvvet sahibi yoktur!’ deriz. Hatta daraldığımızda, ‘La havle’ deriz ve fakat bu ifade eksik ve hatalı bir kullanım görüldüğünden, hemen istisna kısmını ‘illa billah’ diyerek tamamlarız. Keza İslam’ın son hak din, yegane hak din, korunmuş tek din olduğunu bilir ve tekrarlarız. ‘İnanıyorsak üstün olduğumuzu’ dinimiz, vahiy bize muştulamaktadır. O halde müslümanım diyenlerin, müslüman coğrafyaların içinde bulundukları bu tarifi zor durum ne anlama gelmektedir. Allah inananlarına imdat etmemekte midir? Onların dualarına icabet etmemekte midir? Bu coğrafyalarda hesapsız kitapsızca akan/akıtılan bunca kanın ve gözyaşının anlamı nedir?
Paradoks, çelişki, tenakuz ne derseniz deyin şu an içinde bulunduğumuz açmazlardan biri bu! Bu içinden çıkamadığımız, doğru cevabını veremediğimiz ve bu sebeple bizi hayal kırıklığına iten bir durumdur. Yanlış bir kadercilik anlayışı ve yersiz bir tevekkül anlayışı bu açmazı yaşamamızın sebeplerindendir. Yine şefaat, vesile tahayyülleri, mehdi-mesih beklentileri bu çelişkiyi yaşamamızın hem sebebi hem de sonuçları olarak görülebilir.
Her taşın altından batıl batılı, abd ve israil çıkıyorsa, dünyaya zalim hükümdar olmuşsa, sömürülmedik bir ‘şey’ bırakmıyorlarsa bu ne menem iştir! Batılın bu gücü nereden gelmektedir? Hani batıl zail olucuydu?! Gönüllü veya zoraki köleler olmuş durumda nerdeyse tüm müslüman(ım diyen)lar! Hani zulümle abad olunamazdı! Onların bu gücüne ‘görece’ diyebiliyor muyuz? Niye onlar hep ‘kazan kazan’ durumundadırlar da bizler ‘kaybeden’ durumundayız?!’
Dostlar, ezcümle; bizler ‘güç’ kavramının içeriğini kendi müktesebatımızca doldurmuyor, o gözle okumuyoruz. Bizler Allah’ın gücünün farkında değiliz! Dinimizin kadrü kıymetini bilmiyoruz! İmtihanı unutmuş, istikameti yitirmiş, kılavuz/rehber/nur/şifa/ruh olan; hakikate kılavuzlayan, karanlıkları giderecek olan gerçek ışığı sunan, bu hallere düşmemize vesile olan her türlü hastalığımıza çare getiren, dirilten/sağaltan son/en büyük rahmet/nimet olan kitabımızı terk etmiş durumdayız! Dahası bunu farkında olanımız yok!
Hayaller, algılar, zanlar, heva ü heves peşinde koşuyoruz! Gerçeğe yönelmiyoruz. Doğru suallerin doğuracağı mes’uliyetten kaçıyoruz. Hakikate sırtımızı dönmüş durumdayız. Ahirete karşı dünyayı tercih eder haldeyiz. Kardeşlik hukuku yerine bireysellik peşindeyiz. Tevhid yerine tefrika içindeyiz. Yitiğimizi yanlış yerlerde arıyoruz. Dediğimiz gibi, ekserimiz bunun farkında dahi değil!
Bizler hakiki gücün/üstünlüğün farkına varmayarak kendimize güçlük çıkarıyor, olguları doğru okumamız güçleşiyor, ötekinin sanal ve banal, görece imkânlarını, araçsallığını güç vehmediyoruz. ‘İnanıyorsanız üstünsünüz’ diyen ayet, elhak, tamamen doğruyu söylüyor, lakin bizler bunun çok uzağındayız! Niye? Vahyin ışığından/nurundan uzağız da ondan. Tuzaklara düşüşümüz de bundan. ‘İnandık demekle bırakılıvereceğinizi mi sandınız?’ diyen ayet de doğruyu söylüyor. Ve bizler bunların arasını ayırıyoruz. Kur’anın bütünlüğüne vakıf değiliz! Tombalacılık yapıyoruz. İşimize geleni alıyor, zannımızca zor geleni görmezden geliyoruz! Hakkı hakkıyla temsil edebilsek, batıl elbette zail/yok olacaktır. Hakka mı teslim olduk, dünyaya mı, buna bir bakalım! Ahrete, ‘yakîn’ olması gereken imanımız, onu ne kadar ciddiye almakta, yakın bilerek, uzağa ertelemeyerek, düşünmeye ve amele sevk etmektedir bizi!
Olaylar ve olgular, gelişmeler, bize dayatılan gündemler ve bunlara olan tepkimiz, bizleri batıl bir muhakeme ile -haşa- Allah’ın gücü ile batılın güç(süzlüğ)ünü mukayese hadsizliğini nasıl verebilir? Müslüman ve mü’min bir şahsiyet buna ne hakla, hangi yüzle cüret edebilir? Ama ediyoruz işte! Bu kadar gafil ve cahil bir haldeyiz!
Kendimize bakmalıyız! Ne haldeyiz bir düşünmeliyiz! Onların görece gücünün, bizim güçsüzlüğümüzden kaynaklandığını fark etmeliyiz. Sömürüye kendi ellerimizle davetiye çıkardığımızı bilmeliyiz. Rabbimizin çalışana, üretene, hak edene verdiğini unutmayacağız. Bizler topyekün olarak kendimizde olanları, kendi irademizle, Allah’ın istedikleri doğrultuda değiştirmedikçe, Rabbimizin bu değişimi halketmeyeceğini, toplumsal değişimi sağlamayacağının farkına varmalıyız. Farkındalığımızı, farkımızı fark ettirecek ibadî ve salih amel odaklı sa’yü gayretimizi çoğaltmalıyız. Bilgi ile donanmalı, iman ile dolmalıyız. Kendi muktesebatımızı bir gözden geçirmeliyiz. Aklımızı başımıza almalıyız.
Gelenekçiliğin bizi içine yuvarladığı ‘itaat ilişkilerini’, kadercilik ve tevekkül algılarını, ‘şefaat ve vesile’ sığınısını, mehdi-mesih bekleme gafletini, sırf ‘la ilahe illallah..’ diyerek cennete gireceğimiz vehmini, ’72 olana kadar bölünebilme cevazını!’, içinde bulunduğumuz fitne ve tefrika unsurlarını, kardeşlik hukukuna mugayir tutumlarımızı, birbirimizi (şeytan ve avanesi dururken) ötekileştirme gayretimizi, istişare ve dayanışmadan uzaklaşarak bireyselleşme yanılgımızı, kendimizce mazeretlerimizi, meşrebimizin ve nefsimizin duvarlarını..vs. Kur’ana müracacat ederek, onun onayına sunarak, resulün sahih sünnetiyle şahitliğini yaptığı, Kur’anı hayata taşıma mücadelesini örnek alarak tashih etmeliyiz. Gelenekçiliğin iletilen dine rağmen, eklemeler ve çıkarmalarla bozup farklı/karışık hale getirdiği üretilmiş bir din formunu fark edip dinimizi yalnız Allah’a hasrederek, tutulan bu yanlış yolu terk edip ‘sıratı mustakim’e yönelmeliyiz.
Keza bunlara ilaveten modernizmin ve şimdilerde post modernizmin yeni ve teknolojik hurafelerini, bizleri içine gönüllü veya zoraki(!) ittiği açmazlarımızı, çeldiricileri, tuzakları, hileleri, sahte ışıklar altındaki sahte hedefleri, dünyevileşme adına içine gark olduğumuz yanlış yarışları, konformizm ve çokluk aldanışlarını, birbirimizin ve kendimizin imtihanını zorlaştıracak yanlış, imaj içerikli koşuşturmacaları, savrulmaları, ardı arkası kesilmeyen aş-eş-iş mazeretlerimizi de aynı hassasiyetle ele alarak elemeden geçirmeliyiz. ‘Bunlardan Rabbimiz razı olur mu, bunları bizden O(cc) mu istiyor, bizden istedikleri nelerdir, böyle davranmaya devam edersek akıbetimiz ne olur?’ vb. suallerin cevabını ciddi olarak düşünmeli ve sağdan soldan, abiden şeyhten değil bizzat Kur’andan almalıyız. Modernizmin, nefsin/insanın ilahlığını emreden, karşı din formunda ideolojiler ve izm’ler şeklinde dayattığı yeni din(ler)e karşı müteyakkız olmak zorundayız.
Vallahi, bizi başkalarının, ne kadar anlı şanlı(!) da olsa, hacının hocanın verdiği, nefsimizin, heva ü hevesimizin hoşuna giden cevaplar değil, Rabbimizin Kur’anda buyurdukları, emrettikleri ve nehyettikleri konusundaki hassasiyetimiz kurtaracaktır. Bu idrak hiç de güç değildir! Bizim gücümüz buna dayanmalıdır.
La havle vela kuvvete illa billahil aliyyil azîm…Eğer inanıyorsanız üstünsünüz!
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *