İslam dünyası toplumlarında özellikle eğitimli genç kuşaklar için küresel kültürel gelişmelerin dışında kalmak söz konusu olamaz. Kültürel gelişmeleri eleştirel bir bilinçle izlemek gerekir.
Elektronik iletişim bütün uzaklıkları ortadan kaldırdığı için, küresel kültürel iletişim baş döndürücü bir yoğunluk ve hızla ilerliyor. Her hangi bir ülkedeki hareketlilik, dönüşüm, yenilik diğer bir ülkeyi ya da toplumu etkileyebiliyor. Karşılıklı bağımlılığın somut bir gerçeklik halini aldığı günümüz dünyasında, dışarıdaki her gelişme, her olay, her inşa bir şekilde içerdekiler üzerinde de ilgi uyandırıyor. Bilimsel-teknik gelişmeler ve araçsal akıl maddi düzlemde pek çok sorunu çözümlerken, pek çok sorun üretirken; ahlaki/ insani/vicdani/sosyal/toplumsal sorunlar karşısında çaresiz kalıyor. Bu nedenle, bugün karşı karşıya bulunduğumuz küresel kültürün bir tarihi olmadığını, tarihsel bir derinliğe sahip olmadığını açık bir biçimde görebiliyoruz. Küresel kültür şimdi’nin kültürüdür ve telekomünikasyon sistemi aracılığıyla her yerde aynı anda temsil edilebilmektedir. Bu kültür bütünüyle yapay bir kültürdür, hafızası yoktur, şimdi’nin küresel kültürü hiç bir kimliğe hitap etmez.
Günümüzde tarih Seküler ideolojilere göre şekilleniyor. Seküler ideolojiler “din”i, (İslam’ı) meşruiyet alanı dışına çıkarmış bulunuyor. Din’in temsili sembolik/folklorik ve kültürel bağlamda mümkün olabiliyor. Zihinlerimiz ideolojik manipülasyonlarla yönlendirilebiliyor. Hakikate/gerçeğe yönelik ilginin yerini, sayılara yönelik ilgi alıyor. Sayıların, hesapların, ölçümlerin, tirajların dünyası, zihinlerimizi/ruhlarımızı malûl hale getiriyor. Para’nın ve sayıların hizmetine giren zihinlerimiz ve ruhlarımız bütün erdemlere, erdemli ilişkilere, bilgeliklere veda ediyor.
Müslümanlar olarak tarihsel zamanın karşısında ne ifade ettiğimizi, nasıl durduğumuzu konuşmuyor, tartışmıyoruz. İslami ilgi/algı/bilincin ve yaşayışın bireyselleştiği, bireysel dindarlığın neredeyse moda haline geldiği bir dünya, biz Müslümanları sarsmıyor, ürpertmiyor. Kâbus gibi üzerimize çöken kanlı bir modernlik ve kanlı bir uygarlıkla, ideolojik bir tarihle hesaplaşmayı düşünmediğimiz, buna cesaret edemediğimiz halde, İslami bağlılıklardan, İslami hizmetlerden söz edebiliyoruz. Olayları konuşuyoruz, ancak, olayları hazırlayan nedenleri, düşünceleri konuşmuyoruz. Bu sebeple çoğu kez yanlış tanımlamalar, yanlış yorumlamalar içerisine hapsoluyoruz. Zamanın bizi bekleyebileceğini sanıyor, hep aldanıyoruz.
Gelenekçi statükoculuk, muhafazakârlık, müzmin taşralılık ve köylülük, Bâtınilik biz Müslümanları zamanın dışına sürüklüyor. Değişen zamanların hareketliliğini, dinamizmini yakalayamayan, bunlarla yüzleşmeye cesaret edemeyenler, ya geçmişe iltica ediyor- geçmişi romantikleştiriyor ya da, koşullara teslim oluyor. Hepimizi kuşatan Bâtıni yaklaşımlar, İslami bütünlük bilincini altüst ediyor, insanlara/toplumlara sessizliği/ tepkisizliği/teslimiyetçiliği öğretiyor. Yakın zamanlara kadar, Müslüman toplumlarda yaşayan liberallerden söz ediyorduk, şimdilerde liberal toplumlarda yaşayan Müslümanlardan söz ediyoruz. Neoliberal-Seküler kültür hiçbir çatışma yaşanmadan, hiç bir engelle/muhalefet ve direnişle karşılaşmadan, toplumlarımızı ilhak ediyor. Küreselleşmenin oluşturduğu kozmopolit, Neoliberal-Seküler kültür zemininde yeni bir hayat tarzı biçimleniyor. Çok kültürlülük küreselleşme ideolojisinin bir propaganda aracı olarak kullanılıyor. Gerçek anlamda çok kültürlülüğü tarih boyunca Müslümanlar temsil ettiler. Ulus- devlet ideolojisiyle birlikte çok kültürlülük bilinci yok oldu. Bugün sistem kimi kültürleri içerirken, kimi kültürleri dışlayan bir ilkellik içerisinde, ulusal-ırkçı-ideolojik kategorilerin hiç bir anlamı/değeri olmadığını insanlığa Müslümanlar öğretebilirler.
Sömürgecilik farklı bağlamlarda, farklı kavramlar, farklı gerekçeler, farklı etiketler altında bugün de sürdürülüyor. “Demokrasi ihracı” da yeni sömürgeciliğin gerekçeleri arasında bulunuyor. Ulus-devlet egemenlikleri, ancak milliyetçilikler ve otoriter yapılar yoluyla sürdürülebiliyor. Küresel piyasalar sınırları olmayan bir dünya oluştururken, Ulus-devletler fiziki sınırlarını tahkim etme ihtiyacı duyuyor. Siyasal yönetimleri bir işletmeciye dönüştüren bir dönemden geçiyoruz.
Küreselleşme süreci içerisinde bir yanda büyük bir kaynaşma yaşanırken, bir diğer yanda da ayrışmalar yaşanıyor. Küresel piyasa ile ulusal çıkarlar arasında sürüp giden bir çatışma var. Küreselleşme ile yerelleşme arasında yaşanan gerilimler aşılamıyor. Yapay bir kozmopolitleşme, kimlik ve aidiyet duygularını yok ediyor.
Yapay varoluşlar ve fast-food hayat tarzları oluşturuyor. İnsanlar, toplumlar dünyayı bir pazar gibi görmeye başlıyor, varoluşu bir Pazar yaklaşımı içerisinde algılıyor. Küresel sermaye hareketlerine, akışlarına, yapılanmalara katılabilecek güç, imkân ve yeteneğe sahip olmayanlar için yoksulluk ve yoksunluk bir kader haline geliyor. Küreselleştirici ideolojinin dayattığı kaba ve kirli gerçek “kurallara göre oynamak” ya da “yükselen dalgalarla bütünleşmek” olarak özetlenebilir. Küreselleştirici irade, kendi çıkarlarını sürdürebilmek için önüne çıkabilecek her tür engeli, inançları, kültürleri, siyasetleri ezip geçiyor. Ulus-devletler artık ülke sınırlarından giren ve çıkan bilgileri, enformasyonu denetleme imkânını yitiriyor. Bilgi ve sermaye hareketleri bütün sınırları sembolik hale getiriyor. Teknoloji ve bilgi paylaşımı yoğunlaştıkça, coğrafyanın önemi azalıyor. Yeni sömürgecilik piyasanın dili ve mantığıyla fetihler gerçekleştiriyor.
Uluslararası sivil toplum örgütleri, düşünce kuruluşları Batı dışı dünyaya, örneğin Ortadoğu ülkelerine fikir/yöntem/model satıyor.Bu bağlamda Mısırlı ve Tunus’lu ayaklanmacıları Sırbistan’daki Otpor hareketinin eğittiğini kaydetmek ilgi çekici olabilir.
Küreselleştirici seçkinlerin oluşturduğu, dil/ yaklaşım/ kavramsal çerçeve yeni bir dünya görüşünün ifadesi olarak ortaya çıkıyor. Sözcükler, sözlükler ideolojik amaçlarla üretiliyor. Kültür savaşları devam ediyor. Bizler, Müslümanlar olarak kültür ithal ediyoruz, ihraç etmiyoruz. Batı’nın ideolojik gündemi, dili, söylemi, yorumu
Batı dışı dünyaya ihraç ediliyor. İdeolojik gündem Filistin-İsrail çatışmasını seküler demokrasi ile İslami köktencilik çatışması gibi sanmaya çalışıyor. Kapitalizmi eleştirmek, Yahudiliği eleştirmek gibi değerlendirilebiliyor.
“Arap Baharı” ya da “Arap Devrimleri” olarak tanımlanan süreçleri, yukarıdan beri izah etmeye çalıştığımız gelişmeler ışığında değerlendirmek gerekiyor. Ölçüsüz umutların, ölçüsüz yanılsamalara neden olduğunu hatırlamak gerekiyor. Bir başka birey’e, topluma, ülkeye dayatılan her şeyin, her düşüncenin, her modelin, her yöntemin eksiksiz bir şiddet olduğunu hatırlamalıyız, Filistin’e yönelik çok yönlü, çok acımasız sömürgeleştirme sürerken, nasıl “Arap Baharı”ndan söz edilebilir. Ortadoğu’daki ayaklanmalar maddi öncüllere dayalı ayaklanmalardır. Şimdiye kadar hiç bir ayaklanmada, hiçbir şekilde antiemperyalist bir hassasiyete, tepkiye, öfkeye ve sorgulamaya tanık olunmamıştır. Her ülkede ayaklanmacılar “liberal demokrasi” trenine binmek için acele ediyor. Bizler, kimi devrimlerin (örneğin; İran İslam Devriminin) niçin çok ağır bir biçimde cezalandırıldığını, kuşatma altına alındığını, ambargo altına alındığını, 8 yıl süren ağır bir savaşa maruz bırakıldığını, niçin istikrarsızlaştırılarak, çökertilmek istendiğini, kimi devrimlerin ise niçin ödüllendirildiğini, alkışlandığını, onaylandığını gereği gibi analiz etmiyoruz.
Bütün bunlar niteliksel yetersizlikten ve zihinsel ufuksuzluktan kaynaklanıyor. Resmileştirilmiş ana akımı temsil eden yorumlar sebebiyle, şaibeli devrimleri destekliyoruz. Resmi yorumları paylaşmayanlar, bir şekilde, yalnızlaştırılıyor, tahkir ediliyor, Nato’nun Libya’ya yönelik olarak gerçekleştirdiği büyük terör ve katliam asla kayıtsız kalınamayacak, mazur görülemeyecek, hiç bir biçimde bir mazeretle gerekçelendirilemeyecek ölçüde büyük bir terördür, Nato’nun Libya’ya yönelik benzersiz despotizmi anlaşılabilir, paylaşılabilir, geçiştirilebilir, kayıtsız kalınabilir bir despotizm değildir, Libya’da İngiliz ve Fransız sömürgeciliği tarafından icat edilen sözde “muhalefet” çok kârlı, ancak çok iğrenç bir ihanet sergiliyor. Emperyalistlerin işbirlikçilerini, muhalifler olarak anmak kadar büyük bir münasebetsizlik olamaz. Bunları söylemek, yazmak, tartışmak diktatör Kaddafi rejimini desteklemek anlamına gelmez, gelmemelidir.
Hangi alana ilişkin olursa olsun sahici sorular sormamız gerekir. Akıl-dışı iyimserlikler yaşadığımız için, her zaman utanç verici zihinsel yenilgiler alıyoruz. Günümüz toplumlarında aydınlar, akademik kadrolar, Yüksek öğrenim gençliği, iş adamları camiası küresel bir etkileşim ve iletişim içerisindeler. Küresel ağlar, iletişim örgütleri, dernekler, sivil toplum kuruluşları yeni bir kültürel yaklaşım oluşturuyor ve bu yaklaşımı pazarlıyor, pazarlanan bu yaklaşım içeriğini Türkiye de de izleyebileceğimiz üzere, “insan hakları”, “kadın hakları”, “liberal demokrasi”, “çevrecilik” gibi klişeler oluşturuyor. Küreselleşen aydınlar, akademik kadrolar, üniversite gençliği daha çok Neoliberal-seküler kültürün baskısı altında bulunuyor. Her ülkede televizyonlar Batı medyasından alınan içerikleri tüketiyor. Küresel kültür, bir başka deyişle kültür emperyalizmi, özellikle eğitimli gençlerin bireyleşmesini sağlıyor, bu durum bireyleşmiş gençlerin, yerel otoriteler, diktatörler karşısında bağımsız tavır almalarını, direniş göstermelerini mümkün kılıyor. Bu kuşaklar geleneksel yapılar karşısında da nispi bir özgürlük kazanıyor. Siyasal ve geleneksel otoriter yapılar karşısında eleştirel bir tavrı, duruşu seçen genç kuşaklar bu tavırları sebebiyle büyük bir özgüven sahibi olabiliyor.
İslam dünyası toplumlarında özellikle eğitimli genç kuşaklar için küresel kültürel gelişmelerin dışında kalmak söz konusu olamaz. Kültürel gelişmeleri eleştirel bir bilinçle izlemek gerekir. Küresel kültürün içerisinde kalarak, bu kültürle bütünleşmek ise zihinsel bir yıkıma neden olabilir. Küresel kültürel gelişmelerin etkisiyle “demokrasi” ve “insan hakları” talep eden “Arap Baharı” isyancıları, yine küreselleşmenin baskısı yüzünden İslami taleplerde bulunamıyor. Küreselleşmeci seçkinler ve onların Batı dışıdünyadaki temsilcileri, yerel seçkinler İslam’ın yönetmesini asla istemiyor. Kimi, kültürel parçalar halinde İslam’ın yönetilmesini istiyor. Devlet egemenliklerini zayıflatan küreselleştirici süreçler de, her ülkeden ayaklanmacılara, isyancılara yardımcı oluyor. Diktatörlerin köleliğinden özgürleşen kitleler, bu defa kapitalist-Neoliberal-seküler köleliği seçiyor. Ancak “liberal demokrasi” köleliği Ortadoğu’da devrim olarak algılanıyor. Zihinsel köleleşme ve yozlaşmayla mücadele edilmeksizin bir devrim’e ulaşılamaz. Bu tür bir mücadele gerçek kimliğimizle var olduğumuzda gerçekleştirilebilir, kopya kimliklerle değil. Maddi ve simgesel Batı kültürünün edilgen tüketicileri haline gelen kitleler, sahici bir dönüşümü sağlayamazlar.
Başkalarının görmediklerini görmek, düşünmediklerini düşünmek için, kuşatıcı, kapsamlı, derinlikli araştırmalara ihtiyaç duymalıyız. Düşünme ve eleştirel analizler yapma yeteneğine sahip olmayanlar, her tür provokasyona kolaylıkla alet olabilir, yüzeysel genellemeler içerisinde kaybolabilirler.
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *