Siyasetin din ve ahlaktan arındırılması bugünün dünyasında görülebileceği üzere siyaseti bir yıkım aracına dönüştürür.
Küresel faşizmin “demokrasi” şemsiyesi altında pazarlandığını fark etmek gerekiyor. Bugünün tarihi geriye doğru ilerliyor. Şirket çıkarları için savaşlar icat edilebiliyor. Endüstriyel-küresel güçler, teknolojik-askeri yapılardan ibaret. Bu nedenle, bu yapılardan hiç bir insani/ahlaki/vicdani tavır beklenmiyor. Kapitalist/emperyalist/küresel sistemle rekabet edecek bir başka güç yok. Soğuk Savaş döneminde Sovyetler Birliği simetri sağlayan bir güçtü. Sovyetler Birliği dağılınca asimetrik bir belirsizlik ortaya çıktı. Varoluşlarını alternatif bir gücün himayesi altında sürdürebilen Ortadoğu ülkeleri, bugün bir uçtan bir diğer uca salınıyor. Günümüzde her ülke piyasanın mantığına teslim olarak, piyasanın gereklerini yerine getirerek kendisine bir gelecek arıyor. İslam ülkeleri piyasanın gerekleri doğrultusunda hareket ederek, Amerikan değerleriyle uzlaşarak/bütünleşerek, Ilımlı-hoşgörülü İslam zemininde tercihler yaparak, Kur’an ve Sünnet’ten bağımsız bir din ve dindarlık algısını seçerek, kendilerini güvence altına almaya çalışıyor.
Soğuk Savaş sonrası dönem, İslam dünyası ülkeleri için sürekli müdahale ve sürekli tahakküme maruz kalmak şeklinde biçimlendi. Bugün, emperyal politik çerçeveler, projeler Hıristiyan köktencilik, Siyonizm, Evangelizm, militarist sağcılık tarafından belirleniyor. Sözünü ettiğimiz çerçeveler her zaman ve her durumda İslam’a ve İslamcılığa karşı içgüdüsel bir düşmanlık içerisindedirler. Bu nedenledir ki; bu çevreler ne pahasına olursa olsun, İslami yönetim talepleri karşısında laik diktatörleri, laik hareketleri sonuna kadar destekleyebilirler. Laiklik modern batı dünyası için vazgeçilemez bir unsur olduğu için, Türkiye Arap ayaklanmaları sırasında, Ortadoğu ülkelerine laiklik önerecek derecede anlaşılamaz bir garâbet sergilemiştir. Günümüzde egemenlik ya da ulusalcılık gibi kavramların küresel etkiler karşısında hiç bir geçerliliği kalmamıştır. Emperyal sistemin tahakküm üreten uygulamaları bir türlü gereği gibi sorgulanamıyor, gereği gibi tartışılamıyor. Dayatılmış bir evrenselliğe mahkûm edilmiş bulunuyoruz. Hıristiyanlıkla uygarlık eş anlamlı olarak kullanılıyor. Türkiye örneğinde izlenebileceği üzere, İslam toplumları, emperyalist bir uygarlığa ait kurumları/kavramları ithal ederek, bu kavram ve kurumlara meşruiyet kazandırarak kendilerini yapılandırmaya çalışıyor. Cumhuriyet Türkiye’si, bedeli ne olursa olsun Batı uygarlığının bütün taleplerine uyum sağlamak kararlılığıyla yola koyuldu. Fransız tarzı katı/fanatik laiklikle bütünleşti. Bu tarihten beri Türkiye modernliğin yüzeysel davranış ve sembollerini temsil ediyor, modernliğin kendisini değil. Batılılaşma kuşkusuz Osmanlı İmparatorluğu döneminden itibaren bir devlet projesidir. Bu proje modern-seküler ontolojinin özümsenmesi amacına yönelik bir projedir.
Toplumlarımızın felaketi zihinlerimizin ele geçirilmesiyle birlikte başladı.
Batı dünyası önce ekonomik egemenlik, sonra siyasal egemenlik, daha sonra da kültürel egemenlik yoluyla toplumlarımız üzerinde ciddi bir denetim sağladılar. Ekonomik egemenlik yoluyla toplumlarımızı sömüren Avrupa, bugün ekonomik bağlamda bir çöküş yaşıyor, siyasal bağlamda büyük bir krizle karşı karşıya bulunuyor. Bu çöküş ve krize rağmen, İslam toplumları Avrupamerkezci dil ve söylemden bağımsızlaşmaları gerektiğini düşünemiyor. Dört trilyon dolar civarında milli gelire sahip olan 57 İslam ülkesinin dünya üretiminin yalnızca yüzde yedisini ürettiğini üzülerek kaydetmek gerekiyor. Rahatsızlık uyandırsa da gerçekleri söylemek gerekiyor. Muhafazakâr ve kültürel bir popülizmle hiç bir biçimde bağımsız politikalar üretilemiyor. Bugün karşı karşıya bulunduğumuz yapısal zihinsel tıkanma üzerinde cesaretle düşünmeye başlayabilmeli, İslami ilginin/sorumluluğun manevi/Batıni spekülasyon üretmekten ibaret olmadığını kanıtlamalı, seküler aklın baskısından özgürleşebilmeliyiz.
Toplumlarımızın statü sorunları, statü arayışları, statü kaygıları ve gerilimleri bir türlü sonuçlandırılamıyor. İslam toplumları olarak bulunmamız gereken yerde değiliz, olmamız gerektiği gibi olamıyoruz. Ortadoğu’da yaşanan ayaklanmalar sonrasında da her şey, bir “devrim” bağlamında değil Batı’nın normatif ölçütleri temelinde, yerel koşulları da dikkate alan yorumlarla yapılandırılıyor. İran’da bağımsız akıl yürütme (içtihad) temelinde gerçekleştirilen İslam Devrimi de bugün geçmişe doğru ilerliyor, bâtınî tevillere dayalı Ahbari söylemi İslam toplumlarına ihraç etmeye çalışıyor. İran’ın İslam Devrimini ihraç etmeye çalışması, İsnâaşeriye-Caferiye mezhebini ihraç etmeye çalışması bir şekilde anlaşılabilir, ancak Bâtınî temellere dayalı Ahbariliği ihraç etmeye çalışması kabul edilemez. Toplumlarımızda yaşanan değişim ihtiyacının, değişim taleplerinin, beklentilerinin ne kadarının iç dinamiklerden, ne kadarının dış etkilerden kaynaklandığını sağlıklı bir biçimde belirleyebilmiş değiliz.
Sınırların düşünceler/fikirler/kültürler tarafından çizildiği bir dünyada yaşıyoruz. Kozmopolit bir dünya kültürü oluşuyor. Twitter kuşağını sözünü ettiğimiz bu kozmopolit kültür yönlendiriyor, etkiliyor, şekillendiriyor. Eski sorunlar, yeni çözümler ister. Hiç bir âlim/düşünür/fakih’e, kendi dönemleriyle ilgili olmayan sorumluluklar yükleyemeyiz, onlardan kendi dönemleriyle ilgili olmayan çözümler bekleyemeyiz. Hiçbir âlim bütün zamanlar için geçerli çözümler üretemez. Bu yolda öne sürülen bütün iddialar bir hezeyan olmaktan öteye geçemez.
Bizler, Müslümanlar olarak bir yanda eski iç sorunlarımızla kuşatılmış durumdayken, bir diğer yanda da yeni dış sorunlar, etkiler, baskılarla kuşatılmış durumdayız. Güç ve iktidar gösterilerinin tayin edici hale geldiği, içerisinde yaşadığımız kötülükler ve utanç çağında, dünyaya/insanlığa hiç bir katkıları olmayan modern-seküler ideolojiler, İslam’ı siyasal bir seçenek olmaktan çıkarabilmek için var güçleriyle çalışıyor. Bizler de, karşı karşıya bulunduğumuz alçaltıcı müdahalelerden, altüst oluşlardan, işgaller, soykırım ve katliamlardan, korkunç iç savaşlardan yeni bir tarihsel, siyasal, ekonomik düşünce üretmeyi başaramıyoruz. Kötürümleştirici eski yaklaşımlar, mezhep aşırılıkları, etnik karşıtlıklar/çatışmalar vb. sebebiyle ikna edici bir dil/söylem/proje oluşturamıyoruz. Bu nedenle hayatın her alanında İslami bağlamda çok büyük gecikmeler yaşıyoruz. Yapısal bir dönüşüm ve yenilik ihtiyacı duymayan muhafazakârlıklar tarafından ciddi bir biçimde engelleniyoruz. Muhafazakârlıklar tarafından engellendiğimiz halde, bunu fark etmiyor ve kendimizi muhafazakâr olarak tanımlıyor, bununla iftihar edebiliyoruz. İçerisinde yaşadığımız muhafazakârlıklar bağımsız yoruma ve düşünceye ilgi duymuyor.
Bilindiği üzere Avrupa’nın üstünlüğü 18 ve 19’uncu yüzyıllarda gerçekleşti. Sanayi Devrimi belirleyici tarihsel bir dönüşümün öncüsüydü. Daha önceki yüzyıllarda dünyada farklı Asya uygarlıklarıyla birlikte İslam uygarlığı da ekonomik açıdan Avrupa’dan çok daha zengindi. Bu uygarlıklar teknik açıdan da Avrupa’nın ilerisindeydiler. İslam toplumlarında toplumsal yapıların katılaşması, dinamizm ve hareketliliğini yitirmesi, kötürümleştirici alışkanlıklar ve tekrarlar, zihinsel donmuşluk, devletin dışında düzenleyici, dönüştürücü, sorgulayıcı toplumsal güçlerden yoksunluk vb. gibi nedenler Avrupalı sömürgecilere cesaret verdi. Zihinsel gelişmeyi engelleyen bağnazlıklarla, geleneklerle; sömürgeci dış etkiler bir araya gelince toplumlarımız iktidar/egemenlik yapıları karşısında itaati, sessizliği seçtiler, eleştirel yaklaşımlar ortaya koyamadılar.
İslam’ın erken dönemlerinde toplumlarımız tarihsel olaylara, gelişmelere, bilimsel ve kültürel hareketlere yönelik olarak çok zengin bir duyarlılık içerisindeydiler. Modern zamanlara kadar toplumlarımızda kitaba yönelik, tarihe, kültür ve edebiyata yönelik, içten/yoğun/nitelikli bir ilgi vardı. 1492’lere kadar sürdürülen üretkenliği kaybettiğimiz için, zihinsel anlamda durdurulamayan bir düşüşe geçtik. Geçmişi masalsı mitler ve öyküler yoluyla efsaneleştirmek yerine, geçmişi akılla, bilimsel analizlerle çözümlemeyi başarabilseydik, bu düşüşü durdurabilirdik. Olağandışı öyküler anlattığımız, askeri ve siyasal olaylarla sınırlı bir tarih yorumunu tüketmeye devam ettiğimiz için olayların doğrudan ve dolaylı nedenlerini anlamakta güçlük çekiyoruz. Tarih, bir dizi olayı sıralamak/öykülemek/tekrar etmek değil, bu olayları hazırlayan nedenleri, olayların kökenini anlamaktır. Yönetimle ve siyasetle ilgilenmeyen bir gelenek bugün de zihinlerimiz üzerinde olumsuz etkilerini sürdürüyor. Bu gelenek yüzünden tarihsel gerçekliğe nüfuz etmekte yetersiz kalıyoruz.
Yaşadığımız yüzyılın bilincinde olmadığımız takdirde bu yüzyıla bir şey kazandıramayız.
Hem bireysel bağlamda, hem de toplumsal bağlamda pragmatik/çıkarcı tercihlerde bulunduğumuz için kendimizi değersizleştiriyoruz. İkili kişilikler, ikili hayatlar yaşıyoruz, ilkesizleşiyoruz. Medyatik popülizm tercihlerimizi etkileyebiliyor. Medya diktatörlükleriyle ilgili olarak her hangi bir şekilde bir rahatsızlık duyduğumuzu söyleyemeyiz.
Görsel alana ilişkin kolaycılık, düşünme yeteneklerimizi yok ediyor. Ekrana, sahneye çıkan herkes bir şekilde her tür doğallığı yitiriyor, gösteri yapmaya başlıyor. Tesettür “moda” haline geliyor. Histerik bir itki olan teşhircilik sınır tanımıyor, hayâsızlık televizyon-internet aracılığıyla teşhir edilebiliyor. Siyaset popülizm propagandası ile varlığını sürdürüyor. Latin-Hıristiyan dünyaya özgü bir kurum olan sekülerlik toplumlarımızda gün geçtikçe meşrulaşıyor. Bu nedenle, bugünün dünyasını seküler algılarla izlemekte, yorumlamakta bir sakınca görmüyoruz. İnsan ve toplum hayatının, dünya ve insanlık hayatının bütün boyutlarına Kur’an’ı Kerim’in ufkundan bakmak gibi bir kaygımız yok. Hayatın bütün boyutlarını içerisine alan İslam algısından/bilincinden uzaklaşıyoruz, uzaklaştırılıyoruz. Tek boyutlu bir İslam algısı doğrultusunda yönlendiriliyoruz. Tek boyutlu bir İslam yaklaşımının hayatiyetinden, dinamizminden, toplumsal/siyasal/tarihsel etkilerinden söz edemeyiz.
Müslümanlar olarak hepimiz için zihinsel anlamda, kültürel ve siyasal anlamda yoğun bir hesaplaşma zorunlu hale gelmiştir. Zihinlerimizi baskı altında tutan karanlık ve şovenist kavramların geçerliliklerini sorgulamakta da çok geç kaldığımızı hatırlamalıyız. Tek boyutlu bir teknik uygarlığın, tek boyutlu bir ilerleme yaklaşımının, maddi konfor ve maddi rahatlıktan ibaret bir modernlik anlayışının sömürgesi olmaya devam edemeyiz. Dünyanın, hayatın, siyasetin din’den, ahlaktan bağımsızlaşması demek, insanlık için iyi bir gelecek olmadığına işaret eder. Siyasetin din ve ahlaktan arındırılması bugünün dünyasında görülebileceği üzere siyaseti bir yıkım aracına dönüştürür.
İktibas, Kasım 2012, sayı 407
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *