Kulluğa aykırı, ahde vefasızlık içerek, imanın emniyetine halel getirecek ikircikli ve müdahaneci tavırlardan da uzak durmak gerekmektedir!
Mülk suresinin hemen başında ‘Hayatı ve ölümü kim daha iyi işler işleyecek diye yarattı!’ buyurarak dikkatlerimizi ‘imtihan’ olgusuna çeken Rabbimiz mü’min ve müslim her bireyden ciddiyet, şuur ve hassasiyet beklemektedir.
Bu iş, yani teslimiyet işi bir tercih meselesidir. Zorlama yoktur! Kişinin tercihi vardır! Tercihini son din İslam’dan yana kullananlar için ise bir başıboşluk, sınırsızlık ve sorumsuzluk düşünülemez! Bu teklife, Allah’ın tarihe, son elçisi Hz. Muhammet vasıtasıyla ve son vahyi Kur’an ile müdahalesine ‘evet’ diyerek teslim olan kişiden, artık hayatın tümü içinde kendisinden istenen tarzda bir kulluk gerçekleştirmesi beklenmektedir. ‘Allah ve resulü bir şeye karar verdiklerinde mü’min erkek ve kadınlar için tercih hakkı yoktur!’ayeti bunu en sarih biçimde ortaya koymaktadır. İhmallerden kusurlardan söz etmiyoruz! Bunlar imkân dâhilinde olan ve Yaratıcının yarattıklarını en iyi bilen oluşundan kaynaklanarak, bir arızi durum görülebilecek bu haller için ‘tövbe’ denilen müessese konulmuştur, yine Yaratıcının eşsiz rahmet ve merhametinin nişanesi olarak! ‘Arızi’ diyoruz, zira Müslüman birey günahı yol edinmez, onun için kasıttan söz edilemez, ancak yanılgıdan, hatadan söz edilebilir!
İşte tercihini İslam’dan yana kullananlar için, kuralları, bu dinin yol kılavuzu olan Kur’anda beyan edilen hususları, son elçi Hz. Muhammed’in örneklediği biçimde hayatına aksettirmek tek yoldur! Bu hususlar genel olarak ‘helal haram’ olarak nitelendirilmektedir. Rabbimizi razı edecek her şey bu kulluğun gereğidir! Yalnız kendi zanlarımız, kendi gelenek örgümüz, türedi ve bidat kabilinden yönelimler, ‘atalarımızdan gördüklerimiz olarak’ genellenebilecek, tahkik edilmemiş, peygamberin yaşamında izi bulunamayacak, Kur’anın onay vermeyeceği eylem biçimi her ne olursa olsun ‘iyi niyet!’ taşısa da makbul olmayacaktır! Bırakınız Rabbimizi bu zanlarla razı etmeyi, belki gazabı müstahak olunacaktır.
Kulluk yani ubudiyet anlam çerçevesi olarak üç şekilde düşünülebilir. Biri olumlu, diğer ikisi olumsuz anlamdaki kullanımlarını şu şekilde düşünebiliriz: Olumsuz olanların ilki sosyal bir biçimde, fizikî yararlanma şeklinde tezahür eden efendi köle ilişkisi ki ister savaş hukuku sonucu olsun, ister hayatın içinde bir köleleştirme, sömürme, güçsüz kılma, gücünden yararlanma şeklinde olsun İslam bu tarz kulluğu/köleliği kaldırmak yönünde bir teşvik uygulamış hatta bunu bile bir ibadet formuna bağlamıştır. Diğer olumsuz olanı da fizikî olarak değil de psikolojik olarak, duygu olarak bağımlı olma, gönüllü veya gönülsüz olarak kendisi de bir kul ve yaratılmış olan birine veya bir şeye perestiş etme/ettirilme şeklinde tezahür etmektedir! Dinin en çok üzerinde durduğu, bir ‘şirk’ olarak tanımladığı bu durum insanlık tarihi ile yaşıt, hak batıl mücadelesinin de başat sebebidir! Kula kulluk olarak tavsif edilen bu durum sahibini azaba, cehenneme sürükleyen en belirgin yanlış yol ve siyah rengin en koyusu olarak betimlenebilir! Yeryüzünün müstekbirleri, sahte ilah ve rableri, zalim ve facirleri, tağut ve firavunları mustazaflar üzerinde bu tarz bir baskılama ile kişilikleri, şahsiyetleri, akılları rehin aldıkları için her türlü dünyevi ihtiraslarını, keyfi düzenlerini itiraz gelmeden sürdürmektedirler! Burada mustazaf kavramının da Kur’anî terminoloji etrafında tashih edilmesi gereği aşikârdır! Keza ‘sabır’ ve ‘itaat’ kavramlarında olduğu gibi! Bahsettiğimiz zorba eğilimlere tek soylu itiraz da müslüman ve mü’minlerden beklenmektedir! Bu da bir ibadet bilinci içinde kotarılabilecek bir meseledir. Kula kulluktan kurtularak kulluğu âlemlerin Rabbine hasretme mücadelesi azîm bir iştir ve başlı başına bir ibadet biçimidir/tavrıdır. İstisnasız tüm peygamberlerin bidayetten beri mücadeleleri bu tarz bir meydan okuma, itiraz yöneltme, ‘kralın çıplak olduğunu haykırma’, sapmış ve azmış toplulukları vahyin aydınlığına yönlendirme, kişi ve kişilikleri zulmün karanlıklarından kurtarma mücadelesi olmuştur; gerçeği, hakkı, doğruyu örnekleyip beyan ederek. ‘La’ ile şahadete, kelimei tevhide başlamanın esprisi de bu olsa gerek! Önce bağlarından, boyunduruklarından kurtulacaksın, iradeni eline alacaksın, yaratıcı/yönetici/hüküm sahibi/egemenlik sahibi/hayatın ve ölümün tek mercii/yegâne İlah ve Rab/ tek otorite/sığınılacak ve kulluğa layık biricik Mabud olarak yalnız ve ancak O’na bağlanacaksın. Başka üstün ve aşkın güç tanımayacaksın! ‘İllallah’ diye haykıracaksın!
Olumlu manada kulluk ise ‘illallah’ diye haykırdıktan sonra, istikameti bozmadan, yakîn gelene değin bu ahde vefa göstererek, ‘emrolunduğumuz gibi dosdoğru olarak’, bizden istendiği şekilde hayatımızın her an ve safhasını ‘ibadet’ hassasiyeti içinde şekillendirip sürdürmektir. Mü’min ve müslüman şahsiyetin muvahhid bir duruş ile durmaksızın hayatın yaratılış gayesi olan ‘imtihan’ olgusunda Rabbini razı edecek mükellefiyetleri mükemmelce kuşanmasıdır. ‘Mükemmellik’yakalanamasa bile bir iddia ve ilke olarak, ispatı yaşayarak gerçekleştirilmeye çabalanan bir ideal olmalıdır. ‘İbadet’ kavramı ile karşıladığımız kulluk olgusu, geçici, keyfî ve indî, ertelenebilen, isteğe bağlı olarak asla düşünülemeyecek bir biçimde, yine kulluğumuzu kendisine hasretmek zorunda olduğumuz Yaratıcı tarafından düzenlenmiş, ilke ve kurallara bağlanmıştır. Bu düzene uymak zorundayız! Yeni biçim ve formatlar belirlemek kimsenin haddine değil! Helal haram belirleme, dinin sınırlarını çizme, ibadet yol ve yöntemlerini tespit etme yalnızca Rabbimizin uhdesindedir! Aksi bir tavır şirket teklifi/eğilimi olup hâkimiyete müdahale, yetki paylaşımı talebi, rububiyete ortaklık hadsizliği olacaktır! Çeşitli sayılarla ifade edile gelen ‘farzlar’ olgusunun ötesinde ve üstünde bir durumdur ‘ibadet/kulluk’ yönelişi!Dualarımızın/yönelişimizin/sığınışımızın, formel/ritüel şeklindeki namaz, oruç, hacc, zekat vb. nüsûkumuzun, hayatımızın ve ölümümüzün tümü kopmaz ve parçalanamaz bir bütünlük içinde ‘ibadet’ olgusunu oluşturmaktadır. Bu yönelişin ‘emin olmak ve güvenmek’ şeklinde ‘neyi, niçin ve kimin için, nasıl’ yaptığının farkında olmak, şuurlu ve bilinçli bir şekilde sıradanlıktan kurtarılmak gereği vardır! Kuru bir sözle/söylemle olmadığı gibi bu yöneliş, maksattan uzak ve amaçsızca, ahlaka dönüşmemiş bir biçimde, sahibinde iz, muhatabında etki bırakmayan bir boyutta da olmaz! Namazı tüm kötülüklerden/haramlardan uzak durmaktan, zekâtı faiz ve ölçü ve tartıda hileden/yalancılıktan sakınmaktan, orucu içki ve kumardan kurtulmaktan, haccı her türlü kardeşliğin/ümmet bilincinin önüne çıkarılan engelleri kaldırma cehdinden ayırarak, ‘o başka bu başka, şimdi sırası mı diyerek!’ tefrikadan kurtarmadan bu ibadî bütünlük sağlanamaz! İstenen kulluk sergilenemez! Müslüman, mü’min ve muvahhid kişilik/kul ortaya çıkarılamaz! Bu kişinin kendiyle sınırlı bir durum da olmayıp yakından uzağa doğru toplumun değişimi ile alakalı tebliğ, davet, şehadet, ıslah, ihya, inşa ve gereğinde inkılâp boyutlarını da havi olmalıdır. Malum ifade ile ‘Ağyarını mani, efradını cami’ bir yöneliştir bu! İtidal ve denge içinde olmaktır! Samimiyet, ciddiyet, sözüyle özüyle bir olmak, bilgi ve bilgelik sahibi olmak, hikmetle eylemde bulunmak, liyakat kapsamına alınabilecek donanım özellikleridir! Yine kulluğa aykırı, ahde vefasızlık içerek, imanın emniyetine halel getirecek ikircikli ve müdahaneci tavırlardan da uzak durmak gerekmektedir! Bu yaklaşım ‘Yoksa siz kitabın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz!’ ayetinde anlamını bulmaktadır.
Tabi bu bir yarış; kimisi öne geçecek, kimisi ortayı ya yakalayacak ya da buna gayret edecek, her şey vüs’atince/gücünün yettiği kadar! Yalnız yaya kalanlardan, dökülenlerden ve üçüncü şıkka talim edenlerden olmaktan Allah’a sığınalım, sa’ye sarılalım!
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *