Ye Kürküm Ye

Ye Kürküm Ye

Kendimizi de esas alarak bakalım etrafımıza, insanlarla olan ilişkilerimizi hangi kriterler çerçevesince geliştiriyoruz?

“Nasreddin Hoca’yı bir şölene, ziyafete çağırmışlar. Hoca günlük kıyafeti ile gitmiş. Kendisiyle pek ilgilenen olmamış. Hemen evine gidip, en yeni ve gösterişli elbiselerini, üzerine de kürkünü giymiş. Davet edildiği ziyafet konağına tekrar gelmiş. Daha kendisini kapıda görür görmez, büyük bir hürmet göstermişler. Yukarıya çıkarıp salonda başköşeye oturtmuşlar. En iyi yemekleri evvelâ ona ikram etmişler.
Hoca her ikram edilen şey önüne konduğunda, kürkünü yakasından özenle tutup, “ye kürküm ye” diyormuş.
– ‘Hocam, bu nasıl iş, hiç kürk yemek yer mi?’ dediklerinde;
– ‘Ne yapalım, davet sahibi bunları kürküme ikram ediyor. Sonradan kürkümle aramda bir sorun çıkmasın diye ben de kürkümü uyarıyorum.’ demiş.”

***

Bu fıkrayı herhalde bilmeyenimiz yoktur, o yüzdendir ki “Böylesi basit bir fıkra da nereden çıktı?” diye sorulması kuvvetle muhtemeldir.
Ama ben yine de fıkrada işlenen mesajın aslında o kadar da basit olmadığını dilim döndüğünce ve kısaca hikâye etmeye çalışayım:
Malumunuz, sık aralıklarla tekrarladığım gibi bilgi, malumat arzu edilirse öğrenilebilir bir şeydir ve nitekim bugün bu imkânlar bir hayli mevcuttur. Resmi ve gayr-i resmi üniversiteler(!) bu işler için kurulmuş ve icra-i faaliyet eylemektedirler. Dernek, vakıf, cemaat türü yapılar ve bunlara paralel yayımlanan dergi ve kitap nevinden eserler arzu eden insanların hizmetindedir. İstatiki verilere göre de okuryazar yüzdesi eskiye oranla bir hayli artmış, önlisans ve lisans düzeyinde neredeyse diploma sahibi olmayan kalmamıştır. İslam düşüncesi ekseninde derdi olanlar açısından da Arapça bilenler, bu yönde telif ve tercüme eser yazanlar arzu edilen seviyeye(!) çoktan gelmiş yani kültür hazinemiz dolu, kültürlü insan sayısı da yüzde yüze yakınlaşmış durumdadır…
Anlaşılacağı üzre, şikâyet etmenin bir anlamı yok, Türkiye adına söylersek, çok şükür âlim, aydın, entelektüel, düşünce adamı yani mütefekkir, eylem adamı yani aktivistimiz var mı, var…
Her ne kadar bazıları bunun aksini iddia etse de bu böyle(!)…

Peki, o zaman sorun ne?
Bu kadar zenginlik varken Müslümanlar denilince akla niye cem olmak, birliktelik, vahdet vs. gelmiyor da düşünce ve eylem farklılıkları, bölünmüşlük, parçalanmışlık, kaotik yapılaşmalar, sonu gelmez tartışmalar geliyor; yoksa asıl zenginlik bu farklılıkların olması mıdır?

Sorumun cevabını kendim vereyim: Bu dediklerimin hiç birisi bana göre zenginlik değildir ve doğrudan sağlıklı bir toplum oluşmasının enstrümanı olarak da görülemezler…
Zorlama olacak ama şunu kabul edelim artık: Bilgi, malumat, onu dile getiren ve örneklendirenlerle ancak anlam kazanır yani bir değer ifade eder. Aksi halde insanlar Kur’an’da da dikkat çekildiği gibi kitap yüklü eşeklere *  benzetilirler ki bu durumu B.Zeran kardeşimiz İktibas Dergisindeki son yazısında çok da güzel ortaya koymuş. ** Hani derler ya ilmiyle amil olmak diye bir şey, tam da bunun karşılığından bahsediyoruz… Müslüman olarak bir yükün altına giriyoruz ve sonra da o yükün hakkını vermiyoruz! Uyarmasın da ne yapsın Rabbimiz?

Ama durun bir dakika!
Hiç haram işlemeyen, hiç günaha girmeyen yani melekvari insanlardan bahsetmiyorum ben. İnsandır bu, Kur’an’da da işaret edildiği gibi zaaflarla maluldür ve bu sebeple de tövbe ve tabii ki Allah’ın dilemesiyle bağışlanma lütfuna muhataptır.
Kastım, bilgili, kültürlü, diplomalı, bir şekilde kariyerli, statü sahibi filan ama aynı zamanda alçak gönüllü, dost ve arkadaş canlısı, vefa nedir iyi bilenlerdir. Saygı ve edebi elden bırakmayanlardır. İnsanlara sevgiyle, muhabbetle yaklaşanlardır.

Bu insanlar ki kendilerini eleştirenlere tahkir ve tahfif edici ifadelerle saldırmazlar, “Dediklerimiz illa doğrudur demiyoruz, bize vahiy de gelmiyor…“deyip, öte yandan kendi zanlarını dinleştirmezler; müktesebatları gereğince davet edildikleri mekânlarda “en”leri oynamazlar; insanlarla ilişkilerinde para, mal mülk, makam ve statüyü vb.lerini esas almazlar. Bu tür insanlarla şekillenen bir toplum ütopya olarak görülebilir belki ama deneyelim, ne kaybederiz?

Şimdi kendimizi de esas alarak bakalım etrafımıza, insanlarla olan ilişkilerimizi hangi kriterler çerçevesince geliştiriyoruz? Tekrar edeyim, sahip olunan diploma ve buna bağlı olduğu varsayılan bilgi mi, para pul ve mal mülk mü, makam ve mevki mi, kariyer ve statü mü, arkasında nicelik mi, siyasi gücü mü, boy pos ve endamı mı, ne?
Bir Müslüman, sonradan kazanılmış bu şeylerin gelip geçiciliğini, eninde sonunda kendi yapıp etmelerimizle Allah’ın hesap gününde hizaya çekileceğini bilmez mi de şu üç günlük dünyada burnu havalarda gezer ve etrafındaki insanları kibriyle, egosuyla, sahip olduğu imkânlarla ezmeye çalışır?

Nasreddin hoca da “ye kürküm ye” diyerek işte tam bu zaaflara işaret etmiş…
Üzerimizde hangi cins kürk var ve hangi cins kürke itibar ediyoruz, var mıyız muhasebeye?

Ama baştan söyleyeyim; sevgi, saygı ve edebin işlevsel olmadığı; samimi yani sıcakkanlı, alçak gönüllü davranılmadığı; dost, arkadaş, kardeş ilişkilerinde vefanın bir semt ismi olarak anıldığı; paylaşmanın her türlüsünün gereğinin yapılmadığı; paylaşılmış sır nevinden şeylerin rezerv tutulup, sonrasında yüze vurulduğu; “dost acı söyler” kavlini tersinden anlayıp insanı tahkir ve tahfif eden ifadelerin kullanıldığı; yine dost arkadaş ayağına insanların sarakaya alındığı vasatlar,  aman ha, benden uzak olsun. Kur’an’dan ve Peygamber örnekliğinden kendimce mülhem işaret etmeye çalıştığım değer ve davranışlardan uzak ilim de sair imkânları da iddia sahibinde kalsın.

* Cuma 62,5:Tevrat’ın yükü ile onurlandırılmış iken bu yükü taşıyamamış olanların durumu, sırtına kitaplar yüklenmiş (ama onlardan habersiz bulunan) merkebin durumuna benzer. Allah’ın mesajlarını yalanlamaya şartlanmış olanların durumu ne acıdır, çünkü Allah rehberliğini böyle zalim bir halka ihsan etmez!

**Âlim olmak mı, Entelektüel olmak mı? (İktibas dergisi Mayıs 2012)

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *