Kimlerle, nasıl bir vasattan hareketle, hangi ilkeler çerçevesinde ve kaçar kez diyaloga geçtik? Tebliğ ve davet görevimizi, tedricilik ve yakından uzağa ilkesi dahilinde, hangi sıklıkla îfa, hangi yalınlıkla ifade ediyoruz?
‘İş’ nedir, ne değildir ile ilgili yazılarımız olmuştu, ‘İşimiz Zor’ başlığı ile ‘düşüncelerimizi sizlere paylaşmıştık bu sütunlarda. Genel bir özetle, ‘işimizin ne olduğunu’ tekrar söylersek: Allah’ın ismi en yüce olsun, hâkimiyet yalnız O’na tahsis edilsin, dinin tamamı Allah’ ait kılınsın, ilahlık ve rablik tümüyle O’na ait olsun, kulluk ve ibadet yalnız O’na yapılsın, sadece O’ndan sakınılsın ve ancak O’na sığınılıp O’ndan yardım istensin. Bu dünya bir imtihan bilinsin. Bu dünyanın geçici olduğu unutulmasın ve tüm gayretler ahirete yönelik olsun. İşler ‘tevhid’ eksenli, ilişkiler ‘adalet’ odaklı yürütülsün. Sabitlerimiz olsun, sabit ayağımızın hep ve ancak ilahi hikmetle bildirilen hakikatlere uygun bir duruşu, son elçinin şahitliğinden örnek alınmış bir vizyonu olsun. Değişkenlerimiz misyonumuzla çelişmeden, zamana uymaya/uydurmaya çalışmadan, ‘asrın idraki’ vurgusunu doğru anlayarak, metod ve yöntemlerimizde de hassas davranarak, imanımızın eminliğinde salih ameller işleyerek, Kur’an ışığında belirlensin. Davet ve tebliğ kendimizden başlanarak hep sürsün; vasat ümmet bilinciyle ‘iyiliği emredecek, fenalıkları engelleyecek’ hayırlı bir topluluk ve nihayet samimi bir millet/ümmet bilinci dahilinde o istenen cemiyet teşekkül et(tiril)sin. Samimiyet ve ihlâsla, ihsan çerçevesinde iş eylensin. Ta ki, imtihan yüz akı ile verilebilsin.
‘İşimizi’ anlatmayıp sadece ‘nasıllığı’ üzerinde durmayı düşündüğümüz yazının girişi, handiyse bir yazı boyutuna ulaşmak üzere! Buradan da bir çıkarımda bulunacak olursak; ‘işimizin kolay olmadığı’, hafife alınamayacağı, ihmal edilebilir olmadığı anlaşılmış olması gerektiği gibi, en az bunlar kadar önemli olarak, ‘doğru sözü en güzel biçim de aktarmak’ da önemlidir ve dahi ‘tekrar’ olgusu asla terk edilmemelidir.
Unutmadan; tüm bu ‘iş’ sadedinde serdedilenlere büyük oranda ‘evet’ derken, ‘vahdet/kardeşlik’ uğrunda mücadele ettiğini deklare ederken, birbirini dışlayacak, ayak bağı görecek, ötekileştirecek; hak ve hakikat arayışında olduğunu ifade ederken, kendilerine duyurulan hakikatlere, hikmetli işlere kulak tıkayarak; sırf Allah rızası için çabalıyoruz derken şeytanı kıskandıracak ve memnun edecek fitne ve tefrika tezahürlü davranışlar anlaşılır ve kabul edilebilir gibi değildir. ‘Ortak akıl, ayniyet, sinerji ne yana düşer, kardeşlik nice bir iştir?’ soruları/sorunları kimsenin umarına gelmemektedir? Keza Kur’an ortada iken, çözümden uzak tutulması, mehcur bırakılması, anlaşılmaz addedilmesi, değer atfediyorum derken tabiri caizse önemsizleştirilmesi; peygamber sevgisini vurguluyorum derken, şekle ve şemaile indirgenmesi, örnek alınmaktan uzak kılınması; iletilen dinin yerine üretilen geleneksel ve şu zamanlarda modern hurafelerin öne çıkarılması.. işimizin kendi ellerimizle daha da zorlaştı(rıl)ğı noktalardır.
Nerede hata yapıyoruz? Eksik ve/veya yanlış yaptıklarımız nelerdir? Nereden başlamalıyız? Niye biz ‘başarılı’ olamıyoruz? Allah -haşa- yardımını neden nasip etmiyor? İnsanlar bu dine neden teveccüh etmiyorlar? Kur’an ortada, resulün örnek hayatı malumumuz iken neden bu hallerdeyiz ve toplumsal hidayetin uzağındayız? Örnek şahsiyetler zor zamanlarda, tüm zorluklara yokluklara rağmen göğüs germiş, çığır açmış iken bizler şu görece kolay zamanların ve fırsatların zamanında imkânlar da artmış iken niye bırakın aynı çığırı/çınırı takip etmeyi, izi kaybediyor, benzer çıkışları yapamıyoruz? Sorun ‘yoksunlukla’ alakalı demek ki! Bir de yoksunlukla ilgili sorunumuzun farkına varıp doğru teşhis yapabilsek, o zaman doğru çözümler için ilk adımları atmaya sıra gelebilir. Tüm bu soruların, sorunlar yumağı oluşturduğu aşikârken, şimdi dönüp; işimizle ilgili ’ne’ ve ‘niçin’ sorularının doğru anlaşılmadığını ve dönüp buralardan işe başlanması gerektiğini söylesek bir tenakuza, açmaza, kendimizle ve söylediklerimizle bir çelişkiye düşmüş olur muyuz?
Bilginin ve bilincin, tefekkür ve düşüncenin, aklen ve kalben emin bir boyutta iman ederek, burada da sıkı ve samimice durarak, hayatının bütününü kulluk hassasiyeti ile sürdürmek azminin ertelenmemesi, ihmal edilmemesi gereken hususlar olduğu açıktır. Nitelik mi nicelik mi; şahsi liderlik mi fikri liderlik mi; bireysel değişim mi toplumsal değişim mi; zafer mi sefer mi; mücerred iman kafi mi iman amel bütünlüğü gerekli mi; dünya mı ahiret mi; bilgi mi eylem mi; sabit değerler mi değişkenler mi; iletilen din mi üretilenler mi.. şeklinde uzatılabilecek sorulara/sorunlara mutlaka ve mutlaka, kitabına uydurmaya çalışmadan, hesap vereceğimiz gerçeğine binaen Kitab’a uyarak cevaplar vermeliyiz. Bu cevaplar, bize daha öncesinde örneklendirilen, öne geçenler/öncüler, nimet verilenler tarafından, benzer süreçlerde uygulanan yöntemler benzeri, misyonumuza uygun olmalıdır.
‘Allah’ın yardımı ne zaman?’ diyecek kadar daralmadık ki hayıflanmaya hakkımız(!) olsun. Eğer, sadece ‘kelimei tevhidin ve emri bil maruf vennehyi anil münker’in hakkını verebilseydik –ki bu düsturlar tüm kulluğun bir özetidir adeta!- çok şeyler değişirdi: Kendi hayatımızda, daha ziyade konforlarımız bozulmuş, huzurumuz kaçmış, belki güvenliğimiz de kalkmış olarak; toplumun hayatında da mesajı alma ve verecekleri karşılıklar açısından. Hem bu karşılıkların; Allah’ın sonuçları halketme, takdir etme ve hidayeti yed-i kudretinde bulundurması hasebiyle lehimize olmayacağını kim iddia edebilir? Yeter ki biz üzerimize düşeni yapalım. Yeterince yapalım. Yapılması gerektiği gibi yapalım. Kendimizce mazeretler, aklımızca yöntemler icat etmeden…
Kimlerle, nasıl bir vasattan hareketle, hangi ilkeler çerçevesinde ve kaçar kez diyaloga geçtik? Tebliğ ve davet görevimizi, tedricilik ve yakından uzağa ilkesi dahilinde, hangi sıklıkla îfa, hangi yalınlıkla ifade ediyoruz? Söylediklerimizden çok, söylediklerimizin bizi ne hale dönüştürdüğünün dikkate alındığı gerçeğini dikkate alıyor muyuz? Yapıp ettiklerimizin söylediklerimizle bir insicamı var mı? Hal dilini işe koştuk mu? Vesilelere sarılıyor muyuz? Temsil liyakatimiz var mı? İmkânlarımızın farkında mıyız ve bunları olabildiğince davamız uğrunda seferber edebiliyor muyuz? Ahireti erteliyor muyuz, yoksa yakin bir gerçek olarak mı görüyoruz? ‘Yakin’ görüyorsak bu ‘hal-i zül melalimiz’ nedendir? Lezzetleri yok eden, kendisinden kaçıp durduğumuz ‘ölüm’ gerçeğinin farkında mıyız? İla ahir…
Kısaca ‘Nasıl’, nasıl olmalıdır: ‘Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!’ ve ‘Yakin gelene kadar Rabbine kulluk/ibadet et!’ emirlerini muhtevi kitabımıza sımsıkı ve beraberce sarılarak…
‘Nasıl’ derken birçok soru hâsıl oldu! Bilmem meramımızla ilgili kafalarda bir soru oluşturup sorunun çözümüne katkı olacak bir girizgâh gerçekleştirebildik mi?
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *