İman, insani durumların bütün boyutlarını içerisine alır. Bütün insani durumlar, iman ikliminde ikna edici yanıtlar bulur. Rasyonalizm yalnızca araçsal akılla ilgilidir.
Irkçı, sömürgeci dil/söylem, halkların, kim ve ne olduklarını, kim ve ne olmadıklarını belirleme, tanımlama hakkının kendisinde olduğunu iddia edebiliyor. Sömürgeci dil/söylemin yüzyıllardır sürdürdüğü iddialar sebebiyle İslamî dil/söylem, dışlanmış, aşağılanmış, unutturulmuş, marjinalleştirilmiş; İslam yalnızca geçmişin bir gerçeği olarak yorumlanmış, değerlendirilmiştir. İslamî dil/söylem, sömürgeci iktidarın sürekli gözetimi altındadır. İslamî dilin, söylemin, eylemin, algının sınırları ve içeriği sömürgeci iktidar tarafından biçimlendirilmektedir.
Bizlerin Müslümanlar olarak bugün sahip olduğumuz özgürlükler, İslamî özgürlükler değil, fiziksel özgürlüklerdir. Sömürgeleştirilen halkların/toplumların hafızaları da bir biçimde gasp edildiği, yağmalandığı için bugün Müslüman halklar, yönlerini nereye döneceklerini bir türlü kestiremiyor. İslam ülkeleri kendi bilincinde olmayan ülkeler haline getirildiği için, kimi zaman milliyetçiliklere, kimi zaman sosyalizmlere, kimi zaman Batılılaşma serüvenlerine giriştiler. Ancak, büyük düş kırıklıklarıyla sonuçlanan bu girişimler, serüvenler hiç bir biçimde tamamlanamadı. Bütün bu girişimlerin çok yapay girişimler olduğu anlaşıldı.
Ulus-devletin oluşturduğu mitolojiler sebebiyle Müslümanlar birbirlerine yabancılaştılar, ortak yanlarını, ortak sorumluluklarını, ortak mücadele yükümlülüklerini unuttular. Ortak aklı, ortak meşveret’i, ortak eylem iradesini kaybettiler. Batı’nın en büyük korkusu, Müslümanların, Ümmet’i gerçek kılabilecek bir bilince uyanmaları korkusuydu. Bu nedenle İslam’a yönelik bütün Oryantalist saldırılar Müslümanların hiç bir zaman Ümmet bilincine uyanmamalarını sağlamak yönünde olmuştur. Bugün, İslam dünyasında Ümmet’i gerçek kılabilecek bir mücadele ne yazık ki söz konusu değildir.
Günümüzde emperyalist denetim/gözetim bütün İslam ülkelerinde bir biçimde sürdürülüyor. Dün, “uygarlık ihracı” klişesi maskesi kullanılırken, bugün “demokrasi ihracı” klişesi/maskesi kullanılıyor. İslam ülkelerindeki sömürgeci işgallerin, fiziksel anlamda çok yakın bir geçmişte sona erdirildiğini hatırlamak gerekir. Mısır-1936, Irak-1932, Suriye-Lübnan-1945, Libya-1951, Tunus-Fas-1956, Cezayir-1962. Aradan geçen kısa bir süre sonra Irak ve Afganistan yeniden sömürgeci işgal altına girmiş, Libya yeniden Fransız-İngiliz sömürgesi haline getirilmiştir. Ortadoğu ve Mağrip ülkelerinden, yerlerine kendi çıkarlarını temsil edecek yönetici seçkinleri bırakarak çekilen Avrupalı sömürgecilerin yerine, bu defa Amerika yeni sömürgeci olarak geldi. 1950’li yıllardan sonra Ortadoğu ve Kuzey Afrika stratejik önemi olan bir bölge olarak tanımlandı. Bugün, İslam dünyası ülkeleri hiç bir şekilde İslamî tercihler yapma noktasında özgür değildir. Toplumlarımız çok yönlü meydan okumalara etkili karşılıklar veremiyor. Oryantalizm tarafından geliştirilen tahakkümcü dil, İslam toplumlarına yönelik sömürgeci girişimleri meşrulaştırma yolunda kullanılıyor.
Dünya çapında büyük radikal kırılmalar 15’nci ve 16’ncı yüzyıllar boyunca gerçekleştirilen “coğrafi keşifler” yoluyla yaşandı. Sömürgecilikten, köle ticaretinden sağlanan büyük zenginlikler yoluyla İngiliz Sanayi Devrimi gerçekleştirildi. Bu gelişmelerle birlikte Avrupa, Avrupalı olmayanlar üzerinde siyasal ve ekonomik bir egemenlik kurmaya yöneldi. Sözü geçen dönem, Avrupalıların Avrupalı olmayanlara karşı oluşturdukları radikal karşıtlıkların başladığı dönemdir. Bu karşıtlıklara göre, Batı özgürlüğün ve hukukun dünyası olarak tanımlanırken; İslam dünyası da istibdat ve keyfiliğin dünyası olarak tanımlandı. Günümüze döndüğümüzde “özgürlük ve hukukun dünyası” olarak tanımlanan Batı dünyasının NATO aracılığıyla korkunç bir diktatörlük / istibdat / keyfilik / hukuksuzluk sergilediğini açıkça ve bütün boyutlarıyla görebiliyoruz. Bugün, kimi diktatörlükler sorgulanırken, kimi diktatörlüklere karşı ayaklanmalar/isyanlar gerçekleştirilirken, NATO’nun diktatörlüğü/istibdadı, hukuksuzluğu, keyfiliği kontrol edilemiyor, durdurulamıyor, engellenemiyor. NATO’nun uygulamalarına yönelik hiç bir eylem gerçekleştirilemiyor. NATO insan haklarını savunmak gibi çok muğlak bir bahanenin ardında insanlığa karşı çok ağır cürümler işlemeye devam edebiliyor.
İletişim sisteminin ticarileştirilmiş olması nedeniyle bu sistemin kontrol mekanizmalarını ellerinde tutan unsurlar, üretilen enformasyon ya da görüntüleri kendi çıkarları doğrultusunda şekillendiriyor. Karşı karşıya bulunduğumuz enformasyon ve bilgi yoğunluğu karşısında çok seçici, çok dikkatli ve çok eleştirel bir tavır almamız gerekiyor.
Sorgulama, başkaldırı ve özgürlük mücadelesi insani varoluşun vazgeçilemez nitelikleridir. Teslimiyetçilik, uzlaşı, taviz ve boyun eğme, insanın, insani yanının çöküşüyle birlikte başlar. Teslimiyetçiliği bir tercih haline getirerek yaşamak, yaşamak değildir. Onurlu ve bağımsız yaşamak, ancak risk almakla, tavır almakla, muhalif bir duruş sahibi olmakla mümkün olabilir. İnsan kendi kişiliğini, kimliğini ve bilincini tamamlayamadığı zaman, eksik kaldığı zaman, parçalandığı zaman teslimiyetçiliği seçer. Statükolardan kurtulma imkanı varken, bu imkanı kullanmayanlar, özgürlüğe ihtiyaç duymadıkları için böyle davranırlar. Sorgulayıcı bir varoluş tarzına sahip olmadığımız takdirde, kendimizi sağlıklı/tutarlı bir zeminde konumlandıramayız. Taklit eden bireyler de, taklit eden toplumlar da kendilerinin, kendi potansiyellerinin farkında olamazlar. Taklit edenler, kendilerini terk ederler, kendilerinden uzaklaşırlar. Taklitçilik ve sahicilik aynı bünyede birlikte var olamaz. Taklit eden bireyler de, toplumlar da kendilerini hiç bir biçimde doğru tanımlayamaz, ifade edemez, sorumluluk alamaz.
İnsanın/toplumun sahici varoluşu iman temelinde gerçekleşir. İman etmek, eylemde bulunmaktır.
İman, insani durumların bütün boyutlarını içerisine alır. Bütün insani durumlar, iman ikliminde ikna edici yanıtlar bulur. Rasyonalizm yalnızca araçsal akılla ilgilidir.
İdeolojiler, gelenek ve görenekler de insanları, toplumları iradesiz ve bilinçsiz nesneler haline dönüştürür.
Bir davanın tavizsiz temsilcisi olmak, ifadesi / dili / vicdanı olmak, insana büyük bir onur kazandırır. Bir davayı taviz vererek kazanmayı düşünmek kadar umutsuz bir beklenti olamaz.
Gerektiğinde yenilenmeye açık olan, entelektüel merak duygusu içerisinde olan bireyler ve toplumlar, bu yolla kendilerini çoğaltırlar.
Gerçek karakter, kişilik ve şecaat sahipleri statükolara, koşulların belirlediği ya da dayattığı yaklaşımlara, yöntemlere, çerçevelere başkaldırabilecek cesur tercihler yapabilirler. Kendi çıkarlarını, fiziksel güvencelerini, ekonomik güvencelerini ve rahatlıklarını düşünen sağcı, muhafazakar, “hoşgörücü” akımlar, mağdur ve mazlumlarla, zayıf ve güçsüzlerle değil; mağrur müstekbirlerle, muktedirlerle birlikte hareket ederler.
İktibas, Mayıs 2012, sayı 401
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *