İçerisinde bulunduğumuz dönemde Sezar’lara hiçbir şey söylemeyen, uyarıda bulunmayan, bireysel değerlerden ibaret bir İslam yaklaşımı oluşturuluyor. Kapitalist kültür kendisini bütün kültürlere, toplumlara, İslam toplumlarına da uyarlayabiliyor.
Günümüz dünyasında neoliberal söylemin diktatörlüğü hiç bir biçimde tartışılamıyor, sorgulanamıyor, reddedilemiyor. Bütün toplumlar, İslam toplumları da, bu söylem tarafından tanımlanan tarihsel gerçeklikle uzlaşıyor. Yerel diktatörlüklere karşı ayaklanan kitleler, küresel diktatörlüğe boyun eğiyor. Tarihten dışlananlar; kendilerini tarihten dışlayan zihniyetle, model’le uzlaşarak, bu zihniyete yaslanarak, tarihe dönmeye çalışıyor. İsyanların, ayaklanmaların tarihi harekete geçirdikleri, tarihi hızlandırdıkları hatırlanması gereken bir gerçektir. Bütün isyanların, ayaklanmaların kaynağı zalimlere karşı yükselen öfke ve nefrettir. Diktatörlükler karşısında hayatlarını tehlikeye atma noktasına gelenleri takdir etmeli, ancak, ayaklanmaların/isyanların hangi yönde ilerlediğine ilişkin eleştirilerimizi de mahfuz tutmalıyız. Sömürgeci dil, sömürgeci siyaset, sömürgeci ekonomi, sömürgeci kültür karşısında “uzlaşı”dan, “ittifak”tan söz etmek, Müslümanlar olarak çaresiz bir durumla karşı karşıya bulunduğumuzu gösterir.
İslamî varoluşumuz kendi dilimiz, kendi kurallarımız ve kendi amellerimizle anlam kazanır. Kendi amellerimiz dışında dayanabileceğimiz, umut edebileceğimiz başka bir yardımcımız yoktur. Amellerimiz bütün bir yüreğimizle isteyerek ve bilinçli olarak yaptığımızda değer kazanır. İslamî varoluşumuzu ancak, İlahi modelin zaman ve mekânda gerçekleştirilmesi, hayatın ve tarihin bu doğrultuda şekillendirilmesi uğraşısı vererek somutlaştırabiliriz. Müslümanların tarihe karşı kayıtsız/ilgisiz kalmaları düşünülemez. Her Müslüman, içerisinde yaşadığımız dünya sorunları etrafında çözümlemeler yapmakla yükümlüdür. Müslümanlar için inziva/münzevilik söz konusu olamaz. Münzevilik bir tür benmerkezciliktir. Nefs terbiyesi İslamî bir mücadele için yapıldığında bir değer ifade eder, bireysel bir amaç için değil.
Bizler Müslümanlar olarak, hayatımız boyunca yüklendiğimiz sorumluluklarla, ürettiğimiz içerik ve eylemlerle tarihi belirleriz. Allah’ın (c.c.) iradesini tarihe yansıtacak bir bilinci, bir duyarlılığı, ahlakı, çabayı, mücadeleyi, eylemi, içtenlikle, kararlılıkla, cesaretle sürdürmediğimiz takdirde, İslamî ilgilerimizin, ibadetlerimizin bir değer taşımayacağını bilmeliyiz. Zamanı ve mekânı İlahi model doğrultusunda dönüştürebilmemiz için güçlü ve etkili özneler olmamız, üretken, dinamik ve eleştirel bir bilince sahip olmamız gerekir.
İlahi iradenin yeryüzünde en güzel şekilde ifadesi olabilmek için, ahlaki çaba ve ahlaki eylemle bütünleşebilmeliyiz. Eşrefi mahlûkat olan insana evrensel sorumluluklar yaraşır. Allah’ın (c.c.), insanın ve hakikatin birliğini temsil konusunda bulunan Müslümanların sınır tanımayan bir bilgi, bilinç, ufuk, sorumluluk ve bilgelik içerisinde bulunmaları iktiza eder. En mükemmel aklilik, en mükemmel ahlakilik, tevhidi duyarlılığa dayalı bir varoluşu gerçekleştirmekle başlar.
Hayat, başta kendimizi, daha sonra dünyayı ilahi ölçütler doğrultusunda dönüştürme mücadelesidir. İnsani nitelikler evrenseldir, bu konuda hiç bir ayrımcılık yapılamaz. İslamî evrenselcilik bütün farklılıkların üzerinde, bütün farklılıkları içeren, kuşatan, bütünselleştirici bir evrenselliktir. Seküler bir mutlakçılık olarak yapılandırılan ve bütün dünyaya dayatılan Avrupamerkezci Aydınlanma sahte bir evrensellik oluşturmaya çalıştı. Sömürgeci Aydınlanma aklı bugün büyük bir kriz ve kaos içerisinde bulunuyor.
Dünyaya, tarihe, zaman ve mekâna kayıtsız bir İslamî algı düşünülemez. İlahi irade, ilahi bilgi, değer/ölçü içerisinde yaşadığımız dünya/zaman/mekân için gereklidir, zorunludur. Tarihin ve zamanın dışında dondurulmuş bir zihniyetle zaman/mekân dönüştürülemez, gördüğümüz ve yaşadığımız üzere dönüştürülemiyor. Zamanın ve mekânın dondurulması büyük ölçüde tarikatların dini hayata girişleriyle birlikte başladı. Senusilik dışında (Cezayir-1837) bütün tarikatlar (Kadirilik-Rifailik, Mevlevilik, Nakşilik-Şazelilik gibi) tarihe, tarihsel olaylara, çözümlemelere karşı büyük bir ilgisizlik içerisindeydiler. Tarikatlar tarihinde ilk ve son kez Senusilik toplumcu bir tasavvuf hareketi olarak şekillendi. Senusilik İslam’ın bütün boyutlarını içeren siyasal tavrı ve tarzı olan tasavvufi bir hareketti. Sufiliğin İslam’la uzlaştırılmasını Gazali sağladı. Tarikatlar bugün olduğu gibi her zaman duygusal ilgiler ve ufuklar içerisinde faaliyet gösterdiler. Aziz İslam Ümmeti’nin tarihe ve geleceğe dönüşü için kayda değer, her hangi bir katkıda bulunmadılar. Tarikatlar; bugün, bugüne ait olmayan bir dünyada yaşıyor, bütün koşullarla uzlaşıyor. Her uzlaşma bir eylemsizlikle ve düşüncesizlikle sonuçlanıyor.
Uzun soluklu mücadeleler çok güçlü bağlılıklar, cesur ve yürekli çabalar ister.
Bir çıkış yolu bulabilmek için yeni bir kültür oluşturmak, yeni bir düşünce sistemi kurmak gerekir.
Bizleri Müslümanca var olmaktan alıkoyan şey teslimiyetçiliklerimiz, muhafazakârlıklarımızdır.
Muhafazakâr/geleneksel kültürler yeni yorumlar, yaklaşımlar için, hiç bir zaman hazır değildir.
İslam toplumlarında, özellikle de Ortadoğu’da yaşanan gerilimler, isyanlar vesilesiyle İslam’ın asli bir güç olmaktan çıkarıldığını ve yedek bir güce dönüştürüldüğünü görüyoruz. Bu toplumlarda daha çok ulusal talepler, beklentiler ve umutlar üzerinde yoğunlaşılıyor. Ulusal çıkarlar için İslam bir meşrulaştırma aracı haline getiriliyor. Batı’da demokrasilerin çok ciddi bir biçimde sorgulandığı bir dönemde Arap-İslam toplumlarında “demokrasi” talepleri yükseliyor. Bir diğer yanda, emperyal bir proje, İslam toplumlarında mezhep farklılıklarını kışkırtıyor, İran’ı ve bölgedeki bütün Şii unsurları yalnızlaştırmaya çalışıyor. İran karşısında, Türkiye’nin ve Suudi Arabistan’ın rolü güçlendiriliyor. Şii’liğe karşı olması koşuluyla Sünni hareketlerin yükselişine katkıda bulunuluyor.
Batı dünyası paradigma savaşlarını, mücadelesini bağnazca ve ısrarla sürdürüyor. Hemen her ülkede, hemen her konuda, her türlü soruna, modern-seküler-liberal demokrasilerin sınırları/mantığı içerisinde yanıt aranıyor. Müslümanlar olarak bağımsız bir İslamî model, ikna edici bir program ortaya koyabilmiş değiliz. Yeni bir dil, söylem, yapı oluşturmak yerine, modern-seküler yapılara uyum sağlama arayışı içerisinde bulunuyoruz. Müslümanlar dışlandıkları tarihe dâhil olabilmek için “demokrasiler”den yardım umuyor. Dünya sistemi büyük bunalım, gerileme ve çöküş içerisinde, ancak, bu sistemin yerini nasıl bir sisteme bırakacağı, nasıl bir paradigma geliştireceği bilinmiyor.
Toplumlarımızda yüzleşmeye cesaret edemediğimiz yapısal sapmalar yaşanıyor. Tevhid algısını, bilincini, ümmet algısını, bilincini açıkça tehdit eden gelişmeler tarafından kuşatılıyoruz. Bütün insanlığı/Ümmeti kuşatmayan bir yaklaşım İslamî olduğunu iddia edemez. Hayatın kimi boyutlarıyla sınırlı, parçacı, bütünlükten yoksun her faaliyet İslamî olma özelliğini kaybeder. Irk merkezli, mezhep merkezci bir referans sisteminin İslam’la bağdaştırılması mümkün olamaz. Irk merkezci her tercih, her dünya görüşü İslam’dan uzaklaşmak anlamı taşır. Ümmet, mekân ötesi bir kavramdır. Ümmet’le evrensel bir toplum modeli gerçekleştirmeyi kastediyoruz. Ümmet bilinci ve ahlakı mezhep kimliklerini aşan bir yaklaşımı zorunlu kılar. İslamî ilgiyi, her hangi bir coğrafyayla, dille, etnisiteyle, mezheple sınırlandırmak Ümmet’e sırt çevirmek demektir.
İçerisinde bulunduğumuz dönemde Sezar’lara hiçbir şey söylemeyen, uyarıda bulunmayan, bireysel değerlerden ibaret bir İslam yaklaşımı oluşturuluyor. Kapitalist kültür kendisini bütün kültürlere, toplumlara, İslam toplumlarına da uyarlayabiliyor. Bu gelişmelerden toplumlarımızda İslamî anlamda radikal bir değişim/dönüşüm talebinin olmadığını anlıyoruz. Hepimiz niceliksel büyüme, artış ve toplumsallaşma ile çok ilgileniyor, yapısal sekülerleşme süreçleri karşısında sessiz kalıyor, seküler alanı rahatsız etmemeye çalışıyoruz.
Bilinçsizliğe mahkûm olmadığımızı fark etmeliyiz. Batı’dan ithal ettiğimiz paketlenmiş/dondurulmuş seküler klişelerin İslamî bünyemize uygun olmadığını anlamalıyız. İslamî bir tercihte bulunmak demek, evrensel İslam ailesinin sorunlarıyla ilgili olarak sorumluluk almak, bu sorumlulukları alabilecek bir yetenek/birikim sahibi olmak demektir. Hepimiz İslamî ve Müslümanları ilgilendiren her konuda sorumlu yorumlar üretmek durumundayız. Toplumlarımızla ilgili olarak paramparça bilgiler, ideolojik manipülasyonlar, günlük medya uyuşturucuları ile tutarlı, sağlıklı bir yorum bütünü oluşturulamıyor. Bizler, dünya Müslümanları olarak zihinsel anlamda son iki yüzyılı hep diaspora’da geçirdik, geçiriyoruz. Bu konum henüz yeterince bilincine varamadığımız bir konumdur. Nerede duruyoruz, nerede durmalıyız gibi soruları kendimize sormaya cesaret edemiyoruz. Bu, tanımlanması güç konumumuzla ilgili olarak, şimdiye kadar gök gürültüsü gibi gürleyen bir düşünce hayatımızın, bir sanat/edebiyat hayatımızın olması gerekirdi, ne yazık ki olmadı, bu nedenledir ki, kısık seslerle konuşmaya, yazmaya devam ediyoruz. Edebiyatın toplumsal bir boyutu ve içeriği olmalı mı, olmamalı mı konusuna bile açıklık kazandırabilmiş değiliz. Toplumlarımızın sosyal, kültürel dokusunu paramparça eden işgaller, müdahaleler, toplumlarımızı fiziksel ve ruhsal yaralarla malûl hale getiren sömürgeci terörün edebiyat hayatımıza yansımaması, edebiyat gündemine girmemesi nasıl mümkün olabilir? Dünyanın, hayatın, tarihin, barbarca/ahlaksızca/merhametsizce vicdansızca/alçakça kullanımı karşısında sömürgeci seküler tahakküme/söyleme hak ettiği tepkiyi gösteremiyoruz. Tabiatın, hayatın, tarihin fıtratını bozan, yıkan, kirleten gelişmeler etrafında radikal eleştiriler yapamıyoruz. İslamî anlamda bilgili, bilinçli ve cesaretli toplumlarda yaşıyor olsaydık, hiç kimse, hiç bir nedenle İslamî alanı sömürgeleştirmeye teşebbüs edemeyecekti.
Zamanımızı ileriye taşıyan yorum, yaklaşım ve çabalara ihtiyacımız olduğunu hatırlamalıyız.
Ancak, hep birlikte olduğumuzda, bilgi, bilinç, irade, eylem birliği gerçekleştirdiğimizde değişimi gerçekleştirebileceğiz. Bunun için İslamî bağlılıklarımızı her tür maddi/dünyevi bağlılıkların üzerinde tutmamız gerekir. İslamî hareketliliği, dinamizmi, canlılığı, üretkenliği, sorumlu yorum özgürlüğü ile sağlayabiliriz. İlahi irade hiç bir zaman tarihten çekilmez. Tarihi ilahi irade doğrultusunda yaşayan, düşünen, eylemde bulunan insanlar yaparlar. Tarihe bir “kader” gibi bakılamaz. İslamî hayat tarzı, dünyayı ihmal ve inkâr etmez, dünyanın ilahi değerler/ilkeler temelinde yaşanmasını ister. Değişmek, dönüşmek, yenilenmek demek, sekülerleşmek, seküler zamanlarla bütünleşmek demek değildir. Değişmek, dönüşmek ve yenilenmek tarihsel ve seküler zamanların karşısına bağımsız bir yorum ve modelle çıkmak demektir. Müslümanların modern-seküler yapılara uyum sağlamaya çalışmaları, mutlak ve kutsal alanı, bilinci tahfif etmek, ihlal etmek anlamı taşır. Modernitenin bir iktidar projesi olduğunu, bu projenin sömürgecilik yoluyla hayata geçirildiğini bilmek gerekir. Modernite, sömürgecilik ve ırkçılık birlikte var oldular ve bugün de birlikte hareket ediyorlar. Sömürgeci tahakkümü ortadan kaldırmakla sömürgeciliğe son vermiş olamayız. Aynı zamanda sömürgeci bilgi ve kültüre de son verebilecek bir zihinsel özgürlüğe sahip olabilmeliyiz. Sömürgeci bilgi ve kültürün egemenliği altında yaşamak, zihinsel ölüm süreçleri içerisinde yaşamaktır.
Mutlak’ı, Kutsal’ı izleyerek, tarihsel zamana müdahale edebiliriz, tarihsel zamanları etkileyebiliriz. Bugünün gerçekliğine, hizip, mezhep ve ideoloji ufkundan bakmak kadar büyük bir körlük olamaz. Siyasetin mezhep gündemine göre belirlenmesi, mezhep aidiyetleri doğrultusunda tercihler yapılması toplumlarımızda yeni bir istikrarsızlaştırma dönemi başlatıyor. 16 ve 17’nci yüzyıllarda Avrupa’da yaşanan Katolik-Protestan çatışmalarını hatırlatacak ölçüde Sünni-Şii karşıtlıklarının, rekabetlerinin hangi mülahaza ile olursa olsun, yeniden icat edilerek gündeme getirilmesi kadar utanç verici bir gelişme olamaz. Mezhep rekabetleri gibi ilkel rekabetler aşılamadığı takdirde, gerilim zamanlarını yaşamaya devam edeceğiz demektir. Mezhep söylemi hiç bir şekilde mazur görülemez, meşrulaştırılamaz. Bir yanda modern tarihin dokunulmaz kılınan kategorilerine hapsedilirken, bir diğer yanda mezheplerin dokunulmaz kılınan kategorilerine hapsediliyoruz. Bu durum çok derin bir bilinç kirlenmesi ve karmaşası içerisinde bulunduğumuzu gösteriyor, parçalara bölünmüş İslamî bir aidiyet duygusuyla güçlü-etkili bir dil oluşturulamaz. Etnik/mezhep merkezli bir dil’den hiç bir şekilde bir gelecek umut edilemez. İbadetlerimiz tevhidi bir duyarlılıkla bizi dönüştürmüyorsa, biz, zamanı/mekânı/hayatı dönüştüremeyiz. Bilinçsiz ve içeriksiz, biçimsel dindarlığın, biçimsel ibadetlerimizin bize kazandırabileceği bir şey yoktur.
İslam’ın amacı hayatı dönüştürmektir.
Bilincimizi şekillendiren sömürgeci kalıntıların etkisi ve çok yönlü zihinsel bir kuşatma altında tutulduğumuz için, İslam’ın hayatı dönüştürme yolundaki iddialarını konuşmaya cesaret edemiyoruz.
İktibas, Mart 2012, sayı 399
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *