Şubatların 28’leri de bitmez netekim, imtihanın pazarlığı da olmaz! Bizden öncekilerin sindirilmeleri, sopa politikalarına maruz kalmaları belki onlar için mazeret olabilir! Lakin bizlere ne oluyor ki sanki biz o mağduriyetlere aynıyla uğramışız gibi havuç politikalarına tav oluyoruz!
Bir şubatı daha idrak ediyoruz… İdrak sahiplerine binlerce selam, hep selam olsun!
Yakın bir tarihte bin yıl süreceği zehabıyla post modern bir darbe yaşadık! Sürebilirdi de! Değil mi ki bizler iddia sahibiyiz ve imtihana tabi tutulmaktayız ve de ‘Allah günleri aramızda döndürmektedir..’ diye iman etmişiz! Daha önceleri de modernini ve geleneksellerini de görmüştük! Banalı ve dahi sanalı da cabası! Bu ne ilk ve ne de son olacaktır ayrıca!
Tarih hep bu tür sapmalar, çizginin dışına çıkmalarla doludur! Allah Teala bu yoldan çıkışlara vahyi ve elçileriyle hep müdahale etmiştir! Kulunu kılavuzlamış, yolu ve yordamı öğretmiş, yarattığı ve imtihana tabi tuttuğu insanı başıboş bırakmamış elçileri ile doğruyu ve doğru yolu örneklendirmiştir! Ama burada bahsettiklerimiz farklı farkındaysanız: Olay burada tam tersi bir vaziyette cereyan etmektedir! Rab ve İlahlık iddiasındaki zalim ve cahil firavun, nemrut uzantısı tağuti unsurlar kendilerince belirledikleri çizgilerin dışına çıkma eğilimi gördüklerinde veya böyle bir duruma karşı uyanık kalmak, hazır bulunmak sadedinde, olguya vaziyet etme anlamında, gerektiğinde gerekli şartları da üreterek insanları hizaya getirme, hizayı bozdurmama gayesi ile sapkın düzenlerini sürdürmek anlamındaki müdahaleleri söz konusudur! Bu sahte ilahlaşma iddiası sahipleri mevcut sömürü düzenleri için de elbette boş durmamış; aparmaya çalıştıkları rablik iddiaları benzeri, çaldıkları role uygun senaryolar, müfredatlar, araç ve yöntemler, elçi taklidi kuram, kurul ve seçkinler üretmekten de geri durmamışlardır! Mele ve mütrefleri; karunları, bel’amları, samirileri ve sihirbazları eksik olmamıştır! Hatta biliyorsunuz, nemrut ‘Ben de yaratır ve öldürürüm -bir köleyi öldürtür ve birini serbest bırakır-!’ demişti, Hz İbrahim’in gerçek rab ve ilah olarak Allah’ı birlemesi, onu ve kavminin tapınıp sinek dahi kovamayan putlarını reddedip kırıp yerle yeksan etmesine cevaben! Lakin İbrahim peygamberimizin; ‘Allah güneşi doğudan doğduruyor, (hadi elindeyse, ilahsan!) sen de batıdan getir deyince..’ apışıp kalmış, kudurmuş, tuzaklar kurmuş, O’nu ateşe atmaya yeltenmişti! Allah’ın isminin/kelimei tevhid’in açıkça ve net olarak ilan edilmesi…
Tarih bu İbrahimler ve nemrutlar, Musalar ve firavunlar, Muhammedler ve ebu cehiller mücadeleleri ile doludur! Bakmasını ve okumasını bilene! Hak ile batıl mücadelesi kıyamet değin de sürecektir! İmtihan da zaten bu eksende sürmektedir! Batılın babaları cismen ölse de misyonları farklı kimliklerle, yüzlerle, cisimlerle çağlar dolaşıyor ve bu çağlar, kendi çağının Muhammed(î)lerini, Musalarını, İbrahimlerini; misyonunun eri, Allah eri/taraftarı, adanmış hak ve hakikat temsilcilerini bekliyor!
Tabi bu tarihi örnekliklerden biz üzerimize düşeni, gerekli mesajı, alınması gereken dersleri alıp; en uygun mücadele yöntemini belirleyerek ve sözlerin en güzelini, güzel/isabetli/sadra şifa olacak, asrın idrakine değmekle kalmayıp tam bir uyumla, tam bir nitelikle dokunan bir biçimde ulaştıracak ifade tarzını kuşanma cehdinde olmalıyız! Ki bize isabet edenlerde kendi ellerimizle işlediklerimizin (sömürüye müsait olma, başka değirmenler su taşıma, nitelikten uzak bir ham iddia ile yetinme, imanı eminliğe dönüştürememe, batıl batılı kuramlara eklemlenme ve o ağacın köküne kendi kablarımızla abı hayat taşıma, doğru yöntemi doğru bilgilerle oluşturamama, tarihi doğru okuyamayıp gerekli çıkarımları yapamama, yanlış yapma, hak ile batılı ayırt edememe vb.) ağırlığı yanında, bizden öncekilere yüklenmiş yüklerin ağırlığının, peygamberlerin kovulmuş, yalnız bırakılmış, ‘Allah’ın yardımı ne zaman?’ diyecek kadar daralmış ve hatta öldürülmüş olmalarının bir tefekkürünü, analizini, doğru okumasını bile doğru yapamayışımızın izahı var mıdır? Kime kızacağız; kendimize mi, şeytana mı, şeytanlaşanlara mı? Yoksa –hâşâ- Allah’a mı, bizi imtihana tabi kılmasına mı? Kim daha suçludur; biz mi, ‘öteki’ mi? Suçlu mu önemlidir, suç mu? Suç’un farkına varabildik mi? ‘‘İman nedir, imtihan nicedir? Kulluk/ibadet kimedir ve nasıldır? Sığınılacak, yardım istenecek, sakınılacak kimdir? Cennet ucuz, cehennem lüzumsuz mudur? İletilen din ile gelenekçiliğin ve modernizmin/post modenizmin tüm hurafeleri etrafında üretilmiş, karıştırılmış beşer tandanslı sahte ve hidayete/kurtuluşa ulaştıramayacak ideolojilerin/dinlerin farkında mıyız?’’ vb. bir sürü sualin cevaplarını sağa sola sığınmadan/kaçmadan, kitabına uydurmaya çalışmadan, zandan, heva ve hevesten uzak bir tarzda samimiyetle, ihlâsla cevaplamamız gerekiyor.
Rol modellerimizi seçerken hiç zorlanmıyoruz! Birkaç tane, hatta daha fazla –isim babalığı ve analığına medar kılınan- örnekliklerimiz var çok şükür ki! Ama ne yazık ki çok kolaylıkla öykünüp, her yerde ve defasında ‘Önemli olan anlamaktır!’ deyip dururken sıkça andığımız/hatırladığımız bu örnekliklerin hatıratının dışında hayatları ile örnekleştirdikleri mücadele azim ve kararlılıkları, ellerini değil tüm maddi varlıklarını taşın/davalarının altına koymalarını, adanmışlıklarını, fedakârlıklarını, ihlâs ve ihsanlarını, iddiaları ile bütünleşmelerini, safı bozmayan safiyetlerini, hâsılı mü’min ne müslim şahsiyetlerini, ıskalıyor, görmezden geliyoruz! Nemalanmaya çalışıyor; ‘Onlar geldi geçti, onların yaptıkları/kazandıkları onlara, siz onlardan sorulmayacaksınız!..) ayetini bildiğimizi iddia eder, tekrar edip, slogan olarak da kullanıp dururken, ‘Şefaat’ Allah’ın yed-i kudretindedir diye de iddia ederken halimizle kalimiz/yaptıklarımızla söylediklerimiz tenakuz içinde, bir kolaycılık içinde bocalıyoruz maalesef!
Elbette, söylemek/yazmak işin kolayı, ama inanın doğruyu yalın haliyle, eklemlenmeden, eksiltip artırmadan, Allah’ın rızasına uygun olarak, tekraren de olsa ısrarla söylüyor olmak azımsanacak işlerden değildir! Hele bunları aynıyla bilip dururken, zamanın şartları, alan açma, açılan alanları kullanma tarzında bir faydacılıkla, eylemlilik aceleciliği ve göstergesi/beklentisi olarak, değişimin gereklerini ihmal ederek, doğru bilgi ile doğru davranışların arasını ayırarak, iman ile amelin arasını cem etmede niteliği erteletip nicelliğe kayarak ve doğru araç ve yöntemleri kullanma konusunda titizlenmeden, eklektik ve reaksiyoner davranarak, asıl dikkatlerin yöneltilmesi ve tehlikenin adresinin işaret edilmesi gereken noktayı es geçerek palyatif çözümlere(!) yönelmek, küçümsenmesi değil, uzak durulması gereken işlerdendir! Bu yanlış yapacağız korkusu ile iş yapmayalım anlamına alınmamalıdır asla! Bu eleştirilerimizden de alınılmamalıdır! Sözlerimiz bize; cuvaldız da bize, iğne de! Doğruyu arıyor, hikmetin peşinde koşuyor ve Allah’ın ismi/dini en üstün olsun için uğraşıyorsak eğer! Sözlerimiz kastımızın dışında alınırsa gerçekten alınırım! ‘Biz’ derken dahi, genel/kuşatıcı ve en büyük halka olarak ‘Biz’ olgusuna halel getirmeden, ötekileştirmeden, dinlerini parça parça kılma hatasına düşmeden, grupçuluğa ve tefrikaya prim vermeden, bu ifadeyi nasıl kullanabilirim diye kaygılanmıyor da değilim! (Birileri bu ‘BİZ’ ifadesini, bu tarzda algılanıp anlaşılmayacak şekilde nasıl kullanılabilir, bir izah ederse seviniriz!) Ama ne yapalım vakıa böyle; şeytan ve hak ve hakikat düşmanı bu zalim ve müstekbirler bir tarafa, maalesef onlara göre ‘Biz’ bir ve aynı kategoride algılanırken, kendi içimizde bu aynı kategori, öyle uzağımızda ki hak getire! Ne bilgi ve tefekkürde ayniyetimiz söz konusu ne düşünce ve davranışlarımızda! Sadece mücerred bir iddia ve ikrarlarımız mevzu bahis!
Ayniyet nasıl sağlanır, anmaktan uzak bir anlamak eylemi nasıl gerçekleşir? Kur’an nüvesi, işaret fişekleri, köşe taşları, örnek şahsiyetler, ‘nimet verilenlerin yolu’, hicretin anlam ve sebepleri, Kulluğun Allah’a hasredilmesi, kıssaların sunulma muradı vb. vurgular ne yana düşer? ‘Tekerrür eden tarih’ ne anlama gelmektedir, tarih neden tekerrür etmektedir? Duanın eylem/fiil olduğunu bilenler/söyleyenler doğruyu tekraren ve eklemlenmekten uzak bir şekilde temsil etmeyi neden bir eylem saymazlar! Bu söylemi bir duruş olarak alamaz mıyız? Rengini gizleyen, gizlilik ve illegalite vurgusu yapan mı var! Uzaya giden var da biz mi geri kaldık? Kafamızı kuma gömüp saklandığımızı sanarak, yükten kaçarak kuş, uçmaktan korkarak deve olduğumuzu iddia edecek aymazlıkta, bir zihniyet ve fikriyat bölünmesi de yaşıyor değiliz çok şükür! İman ile amelin, söz ile eylemin, hal ile kaalin, düşünce ile davranışın arasını hiçbir zaman ayırmadık, ayırmayacağız! İşin kolayını da aramıyor, yükten yüksünmüyoruz! Kardeşliğe, birlik ve beraberliğe, vahdete ‘tevhid’e verdiğimiz önemden kaynaklanan nitelikte ve ağırlıkta önem veriyoruz! Halimizi meşrulaştıracak meşruiyet arayışında değiliz, meşruiyetimizi sözlerin en güzelinden, en hak olanından, misyonumuzdan alıyoruz! Vizyonumuzla ilgili eleştiriye açık olarak, bize doğruyu ulaştıracak her söze kulak vermeye, doğru işi gösterenlerle elimizi değil her şeyimizi taşın altına koymaya, Allah’ı razı edecek her çabaya omuz vermeye hazır ve nazırız!
Şubatların 28’leri de bitmez netekim, imtihanın pazarlığı da olmaz! Bizden öncekilerin sindirilmeleri, sopa politikalarına maruz kalmaları belki onlar için mazeret olabilir! Lakin bizlere ne oluyor ki sanki biz o mağduriyetlere aynıyla uğramışız gibi havuç politikalarına tav oluyoruz! İslam’ın ılımlısına dahi tahammül edemeyenlerin perde arkasındaki zihniyet ve niyetlerine bakmadan, makyajlı ve sahte yüzlerine aldanıyoruz! Daha kaç kez aynı deliklerden ısırılacağız? Biz ‘köprüyü geçene kadar ayıya dayı denilmesi’nin cevazını tartıştığımız vasattan, ne çabuk rol değişimleri ile hem bize ‘dayı’ dahi denmeden, deniyormuş gibi davranarak, köprüyü bırakın geçmeyi, koruma/sahiplenme (bekçilik, tamirat ve tahkimatına gönüllü aday olma) duygusuna kapılarak, sırtımıza tüm muarızlarımızı ve dünyalık yükleri(ni) alarak savrulacak duruma evriliyoruz? Diktatörlük ile demokrasi mukayesesi yapacak değiliz! Mazoşist değiliz ki, illa sıkıntı ve zorlaştırma peşinde koşalım! Lakin demokrasinin ve liberalizmin dünyalık aklın icat ettiği en tehlikeli ve iğdiş edici, zihinleri ve algıları da esir alan kirli yüzünü görmeli ve dikkatlerden kaçırmamalıyız! Daha doğrusu buna uygun tavırlar sergilemeliyiz. Ahireti erteleyecek tavırlara düşmemeliyiz.
Mefhumu muhalifle, Hıristiyan, Yahudi ve hatta Şii dünyasındaki Mesih, mehdi ve gaib imamın nüzulu(!) ile ilgili iddiaları da şöyle bir düşünelim ve müntesiplerinin; yaşananlar, iktidar sahiplerinin yapıp ettikleri nedeniyle sözde gecik(tir)meye sebep oluyorlar diye bağırıp çağırmalarını bir analiz edelim! Benzer durumu, çok faklı da olsa; ‘eylem’, ‘sosyalleşme’, açıktan tebliğ’, ‘mücadele hattı’, ‘alan açma’, ‘tavizler koparma’, ‘gücünü hissettirme’ ve hatta ’İslami hareket’ nitelemeleri ile sabit ayak/değişken ayak metaforuna da sığınarak; değişimin temel olgularını dikkate almadan, doğru davranışların doğru düşüncelerden neşet edeceği fehvasını önem vermeden, fikriyatın temel dinamiklerini ihmal ederek; ayniyet ve ortak akıl, fikir ve hedef birliği temin edilmeden, anlık ve spontane, günü kurtarmaya yönelik ve genele şamil edilemeyen, yakın tehlikeleri ihmal edip uzak hedeflere takılarak, kararlılık ve her ne bahasına olursa olsun geri dönüşü olmayan bir yolu ve süreci hesap etmeyen.. davranışların benzer bir sonuç doğuracağını söylesek çok mu haksızlık etmiş oluruz?
Şimdi cumhuriyete geçiş günlerine bir bakalım ve haklı olarak, dönemin aydınlarına, müslüman kanaat önderlerine (Akif de dâhil) yöneltilen, ileriyi göremeyip, (yukarıdaki köprü-ayı-dayı meseli gibi) gelişmeleri doğru okuyamayarak, son pişmanlığın fayda vermeyeceği bir sürece kapı aralanmasına fırsat sunmaları/engel olamamaları tutumlarına bir projeksiyon yapalım: Sistem ‘sopa’ politikaları ile sert rüzgarlar estirirken, nice zemherilere sebep olurken, geri adımlar olası olsa da Kur’an, din, Allah, peygamber imanı ve iddiası her ne bahasına olursa olsun sürdürülebilmiş ve bugünler taşınabilmişse, Allah dinine yardım edenlere daim yardım edeceğine göre, bugünlerden farklı olarak, o günlerde protestolara daha yoğun yer veren çevrelerin, nice İslami düşünceye vakıf kardeşlerimizin, ‘havuç’ politikalarını fark edemeyerek, eleştirdikleri seleflerinin durumuna düşüyor olmaları izah edilebilecek gibi değildir! Yağmur yağarken kablarımızı doldurmaya çalışmak dahi ilkeli ve kendimize göre değil, aracıyla amacıyla ve yöntemiyle Allah’ın razı olacağı şekilde olmalıdır! Dernek ve vakıf çalışmalarını sistemin lütfu gibi görmek, ‘açılan alanları kullanmak’ ifadesini kullanmak bizim işimiz değildir! Vakıa her ne kadar bu şeklide tezahür ediyor da olsa, bu çok çok Allah’ın lütfu olabilir ve bizler her daim emrolunduğumuz gibi yalnız Allah’ı razı etmeye çalışacak, O’na sığınıp O’ndan sakınarak hareket edeceğiz! Bu günler tersine de dönebilecek, çok daha sert rüzgârlar da esebilecektir!
Bir de camia olarak, bir zemheride İktibas dergisi ile yola devam eden bu misyonun vizyonuna getirilen eleştirileri de elbette dikkate almak durumundayız! Misyonumuza kimse bir şey demiyor, (Diyenlerin de hayli olduğu bir gerçektir ve fakat bu saatten sonra yapacak/onlara diyecek denmemiş bir şey kalmadığından o bahsi; Kur’an bile ortak paydamız olamıyorsa daha ne diyelim deyip şimdilik geçiyoruz!) vizyonumuz yanlış bulunuyor! Yanlış olduğunu kabul etmemekle beraber, eksik ve titizlikten doğan bir durağanlık söz konusudur diyebiliriz! Tamam, eyvallah! Bu misyonun/derginin banisi merhum Ercüment Özkan ile bugün bu yapıyı ayakta tutmaya çalışanlar arasında böyle bir fark elhak vardır ve bu doğrudur! Bu fark kendini fikirde, düşüncede değil yaşanarak şahitliği yapılmış, meşhur ifadesi ile sosyalleşme anlamında gösteriyor diyelim! Peki; kaynaklarla ve kavramlarla doğru irtibatı kurmuş, sistemin dışından konuşan biri olarak, bugün ‘sosyalleşme’ diyenlerden daha sosyal ve hatta sistem tarafından ‘aşırı sosyal/yasaklı’ ilan edilmiş Ercüment Özkan’ın -ki o kendi yapıp etmelerinin karşılığını bulacak ve bizler ondan sorulmayıp, bize bir paye de verilmeyecektir; aynı hassasiyetleri taşıyıp göstermezsek- etrafında daha fazla kişi mi vardı? Onun niteliği niçin ölçü alınamamıştı, şimdi niçin alınamıyor? Daha çok mu rağbet görüyordu? Bu eleştiriyi yapanlar o zaman neredeydiler ve şimdi neredeler? Hakkını teslim edenler, niçin o zaman onun yanında kümelenmediler? Onun yalın, pazarlıksız, net ve tavizsiz duruşu, hicreti doğuran etmenler benzeri eklemlenmeden aktif ve aksiyoner yürüyüşü bugün ne yana düşmekte, ne anlama gelmektedir! Buyurun, hep beraber, başta biz olmak üzere üzerimize düşeni alarak düşünelim, cevaplamaya çalışalım! O dönemine damgasını vurmuş, temsiliyyetini hakkıyla ifa etmiş, görevi bizlere devretmiştir! ‘Onu aşmak, çağa farklı bir söylemle yönelmek’ iddialı laflar. Ama asla imkânsız değil; bu onun gibi adanmış olmak, imanını ihsan boyutunda, nitelikli bir şekilde, özüyle sözü, sözüyle ameli uyum içinde gücünün tüm boyutları ile işe koyulmakla olur! Ayrıca, hele bir yakalayalım, geçmeyi düşünürüz! Bu tekrar etmek, yerinde saymak, ona takılıp kalmak anlamında değildir asla!
İşin bu noktasında birileri çıkıp da bizlere, varsa bir hatamız; gösterip, doğrusunu örneklerse, doğruyu bizi ikna edecek şekilde sunarsa bunu imanımız gereği kabul etmek, dinlemek, bu doğruya uymak boynumuzun borcudur! Sözü dinleyip en güzeline uymak müslüman şahsiyetin başat özelliklerindendir.
Farklı bir örnek olarak, dinin talimini yapmış ve bunu talim ettiren, işe vakıf görünen İHL’lerdeki meslek dersleri öğretmenlerinin öğrencilere, birbirlerine karşı tavırlarına, ötekileştirici, küçümseyici, handiyse tekfir edici tavırlarına (Keza tüm cemaatçiklerin/grupların benzer tavırlarla müridlerini şartlandırdıkları, akıl ve gönüllerine pranga vurdukları.. gibi!) şahit olmanın ötesinde en asgari müşterek olması(!) gereken Kur’an’a karşı tutumları bile onulmaz bir maraz olarak önümüzde durmaktadır. Gerisini varın siz düşünün!
Aramızda Kur’an’ı hakem kılmadıkça, yapıp etmelerimizi, söylemlerimizi Kur’an ile tartmadıkça, kardeşliği ‘naciyede necat’ yarışı şeklinde din kardeşlerini saf dışı bırakmak olarak algılamaktan kurtulmadıkça, resulün örnekliğini tarihin sayfalarından çıkarıp günümüzde aynı hassasiyetlere binaen temsil endişesi taşımadıkça, ‘asrin idraki’ vurgusuna kendi kaynak ve kavramlarımız ekseninden bakmadıkça, samimiyet, ihsan ve ihlâs duygularını içselleştirmedikçe, adaleti aramızda yaygınlaştırmadıkça, müştereklerimizi Kur’an’dan başlayarak çoğaltmadıkça, asla yönelik olmayan farklılıklarımızı paranteze almayı beceremedikçe, aklımızı başımıza alıp tefekkür/tezekkür/taakkul/tefakkuh eylemlerinin gereğini yapmadıkça.. iflah olamayız, vesselam!
Bizler pasif devrim/değişim peşinde koşmadan, doğru yöntemin ve doğru araçların doğru bilgilerle irtibatını kesmeden, sözlerin en güzelini en güzel sözlerle söyleyerek, nitelik ile nicelik, fikri liderlik ile şahsi liderliğin arasındaki dengeleri gözeterek, değişim olgusunun tabiatına tabi olarak, en güzel mücadele biçimini olabildiğince ve kaynaklarımızın rehberliğinde bulup uygulamaya çalışarak, ‘kral çıplak!’ demeye devam edeceğiz. Kısaca ‘kendinize gelin’, ‘hep beraber Kur’ana sımsıkı sarılalım’ diyoruz. Ta ki ayniyet sağlansın, ortak akıl oluşsun, tercihler açıkça ilan edilip gönüller ve kalpler birleşsin ve sıratı müstakim üzre yürümeye azmedilsin!
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *